20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
9 EKİM 2006 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA DİZİ Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başbakanlığını yapan Recep Tayyip Erdoğan, birçok ülkeden katılmış olan tarihçilerin önünde verdiği nutukta Osmanlı tarihçiliğinin izlemesi gereken yolu çizmek istedi adeta... 9 Osmanlıya duyulan özlem ürkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başbakanlığını yapan Recep Tayyip Erdoğan’nın 11 Eylül 2006 tarihli basın ve yayın organlarında bir demeci yer aldı; bir gün öncesinde katıldığı Ertuğrul Gazi’yi Anma ve Söğüt Şenlikleri’nde yaptığı konuşmasında geçen bir cümle Cumhuriyet’in haberleri arasında yankılandı: “Uzakdoğu’dan Balkanlar’a, Ortadoğu’dan Avrupa’ya kadar Osmanlı İmparatorluğu dönemi özlemle aranıyor. Osmanlı’nın çekildiği coğrafyalarda yokluğu hissediliyor”. Bir sonraki günde de, Türk Tarih Kongresi’nde birçok ülkeden katılmış olan tarihçilerin önünde verdiği nutukta Başbakan, “tarihsel” söyleminin sözcüklerini pekiştirdi; Osmanlı tarihçiliğinin izlemesi gereken yolu çizmek istedi adeta; Türk bilim adamının ihtiyacı olduğuna kanaat getirdiği eksikliği öğretmeye çalıştı. Bu diskurun, yeterince dikkat çekmediğine işaret eden Haluk Şahin, 15 Eylül 2006 tarihli Radikal gazetesindeki köşesinde can alıcı alıntıyı yaptı, iyi bir iş başardı ve bana göre tarihçiliğin dikkatle gözlem altına alması gereken metni yansıttı: “Osmanlı barışının bozulduğu topraklarda bugün hâlâ istikrar arayışı sürüyor. Asırlar süren bu büyük tecrübe bugünün çatışmalarla kararan dünyası için önemli bir örnek, bir ilham kaynağıdır. Bu ilhama herkesten çok Türk aydınının, Türk bilim adamının, Türk gençlerinin ihtiyacı vardır. Zira, Osmanlı’dan modern Türkiye’ye geçiş sürecinde eli kalem tutanların bir kısmı kendi kimliğine, kendi değerlerine yabancılaşmış, özgüvenlerini kaybetmiştir. Hatta işi reddi mirasa kadar götürenler bile olmuştur. Tarihi yanlış okuma, sahip olduğu zengin mirası küçümseme zannedilenden çok daha büyüktür. Kendi evlatlarının ülkesine, tarihine, toprağına, kültürüne yabancılaşması uzun yıllar milletimizin gönlünde aslında kanayan bir yara olmuştur.” T değerlendirmesiydi. TC Başbakanı’nın, pek fazla bilgili olmadığını sandığım devasa ve karmaşık Osmanlı konusunda, tarih incelemeleri seyrine karışarak ve hiç de uygun olmayan bir tarzda yorumlayarak adeta yasa mertebesine çıkardığı “Osmanlı özlemi” yakışıksız olduğu kadar, benim de mesleğim olan tarihçiliğe çok büyük bir haksızlıktır, Türk tarihçiliğinin gereksiz övünmelerle doldurulmuş dönemlerini geride bırakmak isteyen yaklaşımlara büyük bir darbedir. rihçiliğe ve özellikle de Arap dünyası içine girmeden, çok yakınlardan iki örnek aydınlatıcı olabilir: 11. Abant toplantısının sonuç bildirgesinde yer verilmek istenen “Ortadoğu halkları, 16. yüzyıldan 21. yüzyılın başlarına kadar huzur içinde yaşamıştır” ifadesinin, Eski Mısır Dışişleri Bakanı Ahmet Mahir’in itirazıyla çıkarılması ve Lübnan Üniversitesi’nde Türkçe öğreten Profesör Muhammed Nurettin’in bir televizyon ekranından seslenen ve yukarıda andığım 11 Eylül 2006 tarihli Cumhuriyet’e yansıyan çok yeni bir yorumu, birçok benzeri gibi, yeterince açıklayıcı niteliktedir: “Lübnan krizi, AKP hükümetinin Washington yönetimi ile ilişkilerini düzeltmesi için iyi bir fırsat oldu… Yeni Osmanlı düşüncesi Turgut Özal ile geldi, İslami birlik düşüncesi de Necmettin Erbakan ile geldi. Şimdi ise Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesi ‘Osmanlı özentisi’’’. Batı propagandasına ve işbirliğine dayanarak Arap dünyasında Osmanlılara karşı 1. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ve özellik‘Junk history’ Türkiye’de iktidarın düşüncelerine bal sürme hevesiyle tarih araştırması ve öğretimi yapan kurumların dışında, Osmanlı tarihi hakkında incelemelere girişen kimi yabancı tarihçilerin, ısmarlanmış formüllerin içini doldurmaları da göz ardı edilmemelidir. Ciddi bir Osmanlı tarihçisinin deyişiyle, “junk history” üreten ve Osmanlı tellallığı yapan tarihçi etiketi taşıyanlar, aynen yurtiçinde bulunan fikirdaşları gibi, yurtdışında ödevlerini(!) yerine getirmişler/getirmektedirler. Tarihçiliğin bu geniş dünyasına girmeyelim, yurda dönelim ve bu kez Başbakan’ın mesai arkadaşlarından da bazı tarih yorumları dinleyelim. ‘Filistin’in tapusu’, ‘büyük Osmanlı projesi’ Başbakan’ın mesai arkadaşları olan kimi bakanların yaptıkları konuşmalar da liderlerinin benimsediği ideoloji doğrultusunda, ancak tarihçiliğin kabullenemeyeceği genelleme denemeleriyle, daha doğrusu fantezileriyle dolu. Bakınız, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, özellikle Osmanlıların Arap dünyasındaki varlıklarına ilişkin ne demiş 19 Şubat 2006 tarihinde, partisinin Çubuk ilçe kongresinde: “Türkiye’nin gücü… ABD’den, Japonya’dan, Arap dünyasından çok daha iyi gözüküyor… Ben Filistin ile ilgilenmeyeceğim de kim ilgilenecek?.. Filistin’in, İsrail’in, Kudüs’ün, bütün bu coğrafyanın tapuları, arşivleri benim elimde.” Başka bir bakan olan Kürşad Tüzmen de tesadüfen aynı gün Adalet ve Kalkınma Partisi’nin dış ülkelerle geliştirmek istediği ekonomik ilişkilerini, vaktiyle Osmanlı egemenliği altında kalmış ülke ve toplumlarla kurmak istiyor, önce onları Osmanlılaştırıyor, sonra da plan ve programını “Büyük Osmanlı Projesi” gibi bir yaftaya dayandırıyor; ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi”ne bir Osmanlı katkısında bulunurcasına: “Osmanlı İmparatorluğu bulunduğu topraklarda adaletle hükmetti, oralarda sempatiyle karşılandı; AKP hükümeti Osmanlı coğrafyasında yaşamış milletlerle saygı ve işbirliğine dayalı ilişkiler geliştirmek istiyor.” Bağımsız bir Türkiye’den ifadelendirilmesi zor olan, ancak yüzyıllar ötesinde kalmış asırların kuyruğuna yapışarak padişah tahtında olduğunu ima etmek isteyen sözler bunlar; AKP’nin çağdaş dünya toplumlarıyla kurmak istediği ilişkileri tanımlayan kelimeler değil. Tam bir anakronik; bir özleme sığınarak günü kullanma örneği; hem başka ülkelerin meşru haklarını ihlal eden tavır, hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin dış siyasetine yüklenmek istenen haddini aşan politika. Basra’nın da tapusunu çıkarmıştı Osmanlı, Budapeşte’nin de; Kahire’nin de kanunnamesini düzenletmişti Yavuz Sultan Selim; Habeşistan’a, Yemen’e Macaristan’a asker ve vergi memurlarını salmıştı Kanuni Sultan Süleyman. Filistin’in tapusuna sahip çıkan AKP Dışişleri Bakanı, tüm Osmanlı coğrafyasında meşruiyet aramaya da çıkacak mı? Afrika’da, Asya’da Güney Amerika’da sömürge imparatorluğu kurmuş Portekiz’in, koloniciliğini Uzakdoğu’ya uzatmış Hollanda’nın ya da başta Hindistan olmak üzere yönettiği onca ülkenin gelirlerine ortak olmuş Britanya’nın bugünkü yöneticileri (Hıristiyanlık zorlaması, çoğu yerde gaddarlığı ile hükmettikleri kadim ülkelerin hasreti içinde), TC hükümetinin başbakan ve bakanlarının ifadelendirdikleri gibi özlem imparatorlukları düşlerlerse, nice olur bu dünyanın hali? Nasıl olabileceğinin örneğini günümüzde ABD vermektedir Irak’ta, Afganistan’da. Sıraladığım örneklerde (bunlara Başbakan’ın Avustralya gezisindeyken 7 Aralık 2005 tarihinde ifade etme gereği duyduğu “anayasal vatandaşlık” kavramıyla oluşturmaya çalıştığı İslami görüşüyle özlemini duyduğu tarih bilincinde ya da daha uzaklara giderek Turgut Özal’ın ilk Körfez savaşı sırasında ABD ile birlikte, yağmadan pay için “Türkün cengâverliği”ni hatırlatarak savaş arzularını dayandırabileceği bir tarih versiyonunda) görüleceği üzere politikacı, tarihçinin bilimsel yöntemlerle ortaya koymaya çalıştığı tarihin, çok daha kestirme yolla güncellik içine oturttuğu ve pürüzsüz olarak kullanabileceği biçimiyle ilgilendiği belirmektedir. Tarihin pürüzsüz olamayacağı onu fazla ilgilendirmez ve çoğu zaman düşlediği ortamı yaratması için onunla oynayabilir, ona uygun tarihçileri ödüllendirebilir, politikasına uygun tarihlerin yaratılması için tarihçiliği yolundan saptırabilir; mevcut olan ve ardında uzun emekler bulunan tarihleri geçersiz kılabilir. AKP hükümetinin başbakanı ve kendisini izlemek isteyen ve izlemek zorunda kalan kişi ve kurumları, tarihi kendilerine rehber yaparken onunla, temel amaçları olan İslami ortamı yaratmak için Mustafa Kemal’in önderliğinde kazanılan değerleri kemirerek bir Osmanlı özlemi içinde olduklarını açıkça belli etmektedirler. Yeni Osmanlı düşüncesi 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile geldi. ‘Tarihi tarihçilere bırakalım’ urada tarihi, siyasal kararlar alan bir kişinin ya da kurumun elinden kurtarmak, daha doğrusu, yorumda bulunmalarını engellemek gibi bir dilekte bulunmuyorum. Herkesin, her kişinin tarihsel yorum yapma hakkı (ama bu bir yetki değildir) bulunmaktadır; iktidarların da tarih araştırma ve öğretim sorunlarıyla ilgilenmek gibi istekleri/görevleri olabilir. İstenildiği kadar “Tarihi tarihçilere bırakalım” denilsin; tarih herkesin bu arada Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, Genelkurmay Başkanı’nın üstüne konuşma ve yazma hakkı bulunan bir bilgi dalıdır. Tarihçiliğin tarihsel Tarihçilik: Çok zor bir uğraş! Tarihçi olmayan bir kişinin yapabileceği yorum sınırlarını dahi fazlasıyla zorlayan, evrensel boyutta düşünülen tarihçiliği altüst edecek mahiyete bürünmüş olan, insan haklarıyla bağdaşması düşünülemeyecek kadar eskimiş bulunan böyle bir düşünce yapısını, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri sadece Turgut Özal’ın ifadelendirmeye çalıştığı girişimler dışında hiçbir şekilde “tevessül ve teveyyül” edilmemiş böyle bir konuşma biçimini incelemeye alalım; soğukkanlı olalım, sorumluluk üstlenelim ve Başbakan’ın dediklerini mercek altına koyalım. Sıradan bir vatandaş olarak, hatırlanabilen tarih bilgisiyle ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak irdelemeye çalışalım Başbakan’ın paylaştırmak istediği özlemi; ve soralım kendi kendimize: Sayın Başbakan neden böyle konuşuyor? T C Devleti’nin hükümet başı olarak neredeyse bir yüzyıl önce hayatını tamamlamış bir beyliğin/devletin/imparatorluğun peşine niçin düşmek istiyor, neden onun hasretiyle yaşıyor? İmparatorluğun egemenliği altında bulundurduğu toprakların Türk toplumunun Türkiye’sinin, başka ve değişik kültürlerin yaşatıldığı Balkanlar’ın, Afrika’nın ve Arap dünyasının günümüzdeki sahipleri adına ne hakla konuşuyor? ‘Özlemle aranan Osmanlı’ Anayasasında laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti nitelemelerine vurgu yapılan ve bağımsızlığı kabul edilen bir devletin halkın dörtte bir katılımıyla oluşan bir seçimin getirmiş oluğu hükümet başı, neden Avrupa devletlerinin ve Osmanlı Sultanlığı’nın yayılma ve sömürge atılımlarıyla dolu olan evreleri benimsiyor, o süreçlerde gezinmek istiyor? Ve Mustafa Kemal önderliğinde yapılanmış olan, “Yurtta sulh cihanda sulh” söylemince çağdaş dünyada yerini alan ve Başbakan Erdoğan’ın, coğrafyasında dolaştığı uçsuz bucaksız dünyaların tarihlerine Osmanlı damgası vurmadan bakmaya çalışan TC’den, nasıl olur da (Başbakan’ının sesiyle) “özlemle aranan Osmanlı” nitelemesi yapılabilir, ona çağrı çıkarılabilir? Hemen başka bir soru yöneltelim ve Başbakan’ın Uzakdoğu, Ortadoğu ve Balkanlar’da Osmanlı dönemini özlemle arayanların kim olduklarını soralım; yokluğunun kimin tarafından hissedildiğini öğrenmek isteyelim: Ömrünü tamamlamış bir imparatorluğun egemenliği altında bıraktığı ülkelerin (fetih hareketlerinden sonra tesis edilen düzenin geçmişe göre daha makul ve feodal yapılanmaların kimi olumsuzluklarını gidermiş olduğunu unutmasak, hatta bazı bölgelerde adalet sağladığını göz ardı etmesek bile) günümüzde, Osmanlı’nın yokluğunu hisseden (Uzakdoğu’ya kadar uzanmadan!) Yunan, Bulgar, Sırp ya da Arap, kim vardır acaba? Bir Balkan tarihçisinin ya da Arap aydınının, kendilerine vatan saydıkları toprak ve denizlerde yüzyıllarca boy göstermiş olan Osmanlılar hakkında tarafsız olmaya çalışmaları, Osmanlı arşivlerinden kalan malzemeyi inceleyerek nesnel olmaya gayret ederek, hatta milliyetçi duygularını bastırarak tarih tasarlamaları, herhalde, başka bir şeydir (ve benimsenmesi gereken bir şeydir); ancak Başbakan’ın Osmanlı özlemi, başka bir deyişle, geçmiş ama politik olarak kullanmak istediği bir “imparatorluk tahassürü” başka bir şey! Hiç şüphesiz, TC Hükümeti’nin sorumluluğunu taşıyan başkanının bu yaklaşımı, Osmanlı egemenliğinde kalmış, sonra özgürlüğüne kavuşmuş ülke toplumları adına yapılmış gereksiz, temelsiz, hatta haksız bir yargı olduğu kadar, Türk tarihçiliğinin geliştirmek istediği yansız yaklaşımları köstekleyecek, engel oluşturacak mahiyettedir. Ta B Osmanlı aidiyetleri ve kimlik Osmanlı hayranlığını Türk ve dünya tarihçiliğinde ve de medyada ateşlemek isteyen kimi “bilginler”i, köşe yazarlarını ve bürokratik âlemde yer kapmış medyatik ünlüleri ayrı bir konu olarak kenara koyup (bu gibilerin tarihi, güncel olaylara/olgulara bakarak nasıl tahrif ettiklerini ve iktidar koltuklarını tutanlara nasıl yardımcı olma arzusunda bulunduklarını şimdilik rafa kaldırıp) devletin yüksek katında ve çok yakın geçmişte ortaya çıkan yaklaşım ve dileklerden sadece birkaçını böylece yansıttıktan sonra, Türkiye Cumhuriyeti’ni “bypass”edip ulaşılmak istenen ve yüzyıllar gerisindeki “ölü mazinin” konusu haline gelmiş olan Osmanlı’ya bakalım; iktidarın onda ne gördüğüne, neyi görme umudunda olduğuna işaret edelim. Bitmek tükenmek bilmeyen kutlamalar Böylece, iktidar sahiplerinin tarihi (burada, kendi ideolojilerine uygun gelebilecek Osmanlı aidiyetini/imgesini) nasıl okumak gerektiği yolunda yapılan değerlendirmelere göz atalım. Milat: 1999 1999 yılıydı; devletçe, birçok özel teşebbüs yetkililerince, medya sahiplerince Osmanlı’ya olağanüstü vasıflar yüklemek gerektiğine inanılan bir yıldı; kimi itirazlara karşın Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunun 700. yılı olarak ilan edildiği bir milattı ve bitmek tükenmek bilmeyen kutlamalara vesile yapılmıştı; bazı ciddi çalışmaların ve sergilerin yer aldığı da gözden kaçmamıştı, lakin övgü ve özlem havası baskın gelmişti; Orhan Koloğlu’nun betimlemesiyle “700. yıl anmaları furyası” yaşanmıştı. Osmanlı’ya, Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinden uzanarak erişme ve ondan, kaybolduğuna hükmedilen değerleri toplayıp getirme telaşı başlamıştı; yaşanılan son yüzyıl, sanki, bütün güzellikleri silip süpürmüş, Türk/İslam toplumunu havada bırakmıştı. Mevcut iktidara göre, “kendi değerlerine yabancılaşmış, özgüvenlerini kaybetmiş,… işi reddi miras’a kadar götüren bile olmuştur”. Osmanlı, nasıl bir kimlik/kimlikler, aidiyet/aidiyetler barındırmıştır bünyesinde; ne denli Türk’ü temsil etmiştir, ne kadar İslam imiş? Türkiye Cumhuriyeti’ne devrettiği kimlik/aidiyet ya da kimlikler/aidiyetler nelermiş? Kendimizi, toplumumuzu üzerinde inşa ettiğimiz kültürel ve siyasal ortamın kökenleri nasıl oluşmuş? Sorular artabilir (bilindiği üzere Türkiye ve Türk tanımları, ülkemizde, günümüzdeki anlamlarını Cumhuriyet ile birlikte bulmuştur, 19. yüzyıl kökleri bulunsa bile, 12. yüzyıldan beri Batı dünyasında kullanılmış olsa bile). le de 20. yüzyılın ortalarında Abdül Nasır’ın başını çektiği milliyetçi dönemde üretilen düşmanlıkların ortadan kaldırılması için yapılan girişimlerdeki (1980’li yıllarda Arap ülkelerinde yapılan ve bazılarına benim de katıldığım Osmanlı tarihi konulu toplantılarda, bu arada Büyükelçi İsmail Soysal’ın başkanlığında Ekmelettin İhsanoğlu, Selim Deringil ve benim bulunduğum Kahire seminerinde, TürkArap ilişkilerini nefretten kurtarma, ama özlenen ve yeniden yaşatılması gereken geçmişe ulaşma amacından uzak kalarak yapılan) istekler bambaşkaydı. Hatta 1986 yılında iktidarca kurulan “TürkArap İlişkileri İnceleme Vakfı”nın amaçları içinde bir özlem platformu yaratma isteği yoktu. ‘Tarihçiliğe büyük saygısızlık’ Osmanlı araştırmaları üstüne sanırım en çok araştırmayı yapmış ve yapmakta olan Tunuslu Abdülcelil Temimi’nin ve vakfının faaliyetlerinde, Kuzey Afrika tarihine ilişkin Avrupa’dan kaynaklanan önyargıları temizlemenin yanında bir Osmanlı yapılanmasının hasreti düşünülmedi. Tarihçilik başka şeydir, bir imparatorluk tahassürü başka şey. Bu arada, bir örnek de, 1965 yılında Londra Üniversitesi’nde yapılan ve benim de bir doktora öğrencisi olarak izlediğim “Modern Mısır Tarihi” seminerine katılan Arap tarihçilerin, Osmanlıların Arap topraklarındaki yayılmalarına karşı gösterdikleri tepkiydi ve Bernard Lewis, Peter Holt gibi İngiliz tarihçilerinin hafifletmeye çalıştıklarını anımsadığım bir tarih İslami birlik düşüncesi de Necmettin Erbakan ile geldi. gelişimine bakıldığında, onun farklı bilim ve sanat alanlarından ne denli etkilendiği ve nasıl alanını genişlettiği görülebilir. Melih Cevdet Anday’ın sıklıkla dile getirmiş olduğu üzere, adına “tarihçi” denen kişi, bir tarihsel olayın ya da olgunun son sözcüsü değildir. Zaten böyle olduğu için de Başbakan Erdoğan ve kimi bakanlar rahatça tarih dersi verebilmekteler. Ancak, nesnel inceleme peşinde koşan tarihçi ürünlerinin, siyasacının kararları içine çekilen tarihe dönüştüğünde, ne denli tehlikeli olabildiği unutulmamalıdır. “Tarih, geçmişin tüm yanlarına ilişkin değerlendirmelerin, siyasal kalıpların ve ideolojik şablonların cenderesinde tutulmasına da karşıdır. Türkiye tarihiyle barışmak ya da ona küsmek gibi tercihlerin eşiğinde sıkıştırılamaz; kısa yoldan bir kararla, yasa ile tarih disiplini içinde yapılmış çalışmaları tokatlayıp kenara iten anlayışa izin vermez”(Salih Özbaran, Güdümlü Tarih, Cem Yayınevi, 2003, s. 252). S Ü R E C E K CUMHURİYET 09 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle