20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 9 EKİM 2006 PAZARTESİ 10 DIŞ BASIN DEĞİŞEN DÜNYADAN HÜSEYİN BAŞ İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’la ABD Başkanı Bush’un benzerlikleri sanılandan çok fazla Yok aslında birbirinden farkları STEVEN COULTHART Çevre Korumada Sınıfta Kalmak! Söküm için Hollanda’dan gelen Otopan’ın içerdiği asbest miktarının bildirilenden çok fazla olduğu ortaya çıkınca geldiği yere geri gönderilerek Aliağa ve çevresinin kansere yol açtığı bilimsel olarak saptanan asbest zehrinden kurtulması, kuşkusuz isabetli olmuştur. Bir ilaç fabrikasının zehirli atıklarının, inanılmaz bir duyarsızlıkla gizlice boş araziye boşaltılmasının sorumluları ise şu sıralar yargı önünde hesap vermektedir. Ancak çevrecilerin ve tehlikenin bilincinde olan bölge halkının çabalarıyla ortaya çıkarılarak önlenen ya da kovuşturulan olaylara bakıp ülkemizde ve dünyada bu yaşamsal sorunla ilgili çok yönlü ve son derecede karmaşık tehdidin tüm boyutlarıyla kavrandığı kuşkuludur. Buzdağı gibi, asıl kitle suyun altındadır; daha açık bir deyişle gizlidir. Gizlenmiştir. Otopan olayına bakarak ülkemizin zehirli atıklar konusunda gerektiği kadar duyarlı ve etkin olduğu söylenemez. Samsun Sinop arasındaki ünlü zehirli variller olayı, depolandıkları derme çatma depolarda neredeyse yirmi yıl sonra anımsanabilmiştir. Çevre Bakanı Sayın Pepe, geçen hafta sonunda yaptığı bir açıklamayla söz konusu zehirli varillerin bir ay içinde tehlikeli atıkları arındırma teknolojisine sahip Batılı ülkelere gönderileceği müjdesini vermiştir. Bakana göre işlemlerin üç yüz milyon dolara yakın masrafları ise çimento üreticileri tarafından karşılanacak!.. ??? Ülkemizin çevre kirlenmesi konusundaki hassasiyetinin ve müdahale hızının bu muhteşem örneği, kuşkusuz son derecede düşündürücü, dahası umut kırıcıdır. Ayrıca sözü edilen zehirli variller konusunda yanıtlanması gereken bazı sorular da mevcuttur. Birincisi zehirli variller kime aittir? 19 yıldan bu yana konuyla ilgili olarak yapılan araştırmalarda ne gibi sonuçlara varılmıştır? Suçun failleri hâlâ meçhul ise bu neden açıklanmamaktadır? Yanlış anımsamıyorsam, o zamanlar sözü edilen 390 adet zehirli varilin bir İtalyan şirketine ait olduğu ve son derecede tehlikeli bir zehir olan Dioxin içerdiği yazılıp çizilmişti. O günden bu yana toprağa sızan zehrin çevreye verdiği zararların saptanıp saptanmadığı da bilinmemektedir. Sorumlu eğer İtalyan şirketi ise, çevreye verilen zararları ve atık imha işlemlerinin giderlerini, bizim çimentocuların değil, sözü geçen İtalyan şirketinin karşılaması, ayrıca bu yasadışı eyleminin hesabını yargı önünde vermesi gerekmektedir... Uluslararası yasalar bu yöndedir. Bunlardan birincisi 1992’de onaylanan Bale Konvansiyonu’dur. Konvansiyon tehlikeli atıkların en aza indirilmesiyle ilgilidir. Ayrıca atıkların üretildikleri yerlerde arıtılması zorunluğunun yanı sıra sınır ötesi ulaşım da kısıtlayıcı kurallara bağlanmıştır. İkincisi ise 1978’de kabul edilen Marpol Konvansiyonu’dur. Bu konvansiyon gemilerin tehlikeli atıklarını denize boşaltmalarını yasaklamakta, atıkların boşaltılacağı limanın arındırma teknolojisine sahip bulunmalarını şart koşmaktadır. ??? Genel olarak çevre ya da doğa kirlenmesi, kuşkusuz, salt bizim başımızın belası değil. Daha eylül ortalarında Afrika’nın Gine Körfezi’nde yer alan Fildişi Sahili’nde patlak veren çevre skandalı, Batılı sanayi devlerinin zehirli atıklarını yoksul ülkelere boca etmeleriyle ilgili skandal, aslında bizim gibi ülkelerin alması gereken derslerle doludur. 18 Eylül 06’da ‘Vahim Bir Çevre Skandalı Öyküsü’ başlığı ile kaleme aldığımız yazıda etraflı bir biçimde aktardığımız Fildişi Sahili skandalının ardında tıpkı Otopan gibi yine Hollanda şirketleri var. Probo Koala adlı gemi bir sürü limandan geri çevrildikten sonra 381 tonluk zehirli atığı ülkenin en büyük limanı Abidjan yakınındaki boş araziye boca etmiş ve sonuç olarak yedi kişinin ölümüne, 60 bin insanın da hastanelerin yolunu tutmasına neden olmuştur. Yasadışı eylemin ardında bu tür işlerden sabıkalı Trafigura adlı Hollanda şirketi var. 28.5 milyar dolarlık cirolu bu şirketin sorumluları ve işbirlikçi yerel yöneticiler şu sıralarda yargı önünde. Zehirli atıklar ise uluslararası kuruluşların çabalarıyla zararsız hale getirilme yolunda. Bu tür yasadışı ticaretin kaynağında küresel alanda iş yapan dev sanayi kuruluşlarının ‘çıkarları’ mevcut. Sanayi üretimi zorunlu olarak ‘zehirli atık’ da üretmektedir. Ne var ki milyonlarca ton zehirli atığın yasalara uygun biçimde arındırılması büyük masraflara mal olmakta ve dev şirketlerin tatlı kârlarını kemirmektedir. Bunun önlenmesi için de çare yok değildir. Bu, ‘zehirli atıkların’ yoksul ülkelerin üzerine boca edilmesi seçeneğidir. Fildişi Sahili ve Otopan örneği zehirli variller olayı bu tür yasadışı eylemler arasındadır. Yerel yönetimlerin katkısıyla rüşvet, politik baskı ya da nüfuz ticaretiyle yürütülen ‘zehir kaçakçılığı’ ise tüm dünyada artmaktadır. Çevre Programı’nın (PNUE) hesaplamalarına göre 1993’te üretilen 108 milyon ton zehirli atık ihracatı 2001’de 8.5 milyon tona ulaşmıştır. Suç örgütlerinin bu tür faaliyetleri buna dahil değildir. Bunların yıllık cirolarının milyarlarca dolar düzeyinde olduğu saptanmıştır. Ülkemizin doğası yıllardır iç ve dış kaynaklı evsel ve sanayi atıklarıyla, su havzaları, akarsuları, ormanları, denizleri, kıyıları, yeraltı sularıyla eşi benzeri görülmeyen devasa bir saldırının hedefidir. Alınan önlemler ise deryada bir katre düzeyindedir. Kimse doğanın sabrını sınamaya kalkmasın. Bedeli çok ağırdır... B irleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu toplantılarında yapılan konuşmalar ve söyleşiler dünyanın büyük ilgisini çekti. Ama işin gerçeği, tartışmaların merkezinde iki adam, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ile ABD Başkanı George Bush bulunuyordu. Hem dünyada hem de kendi ülkelerinde tartışılan bu iki isim ilk bakışta zıt kutuplarda gibi görünüyor. Oysa, iktidara gelişleri ve dinle devlete ilişkin görüşleri bağlamında iki adamın ortak noktaları bulunuyor. Her iki liderin de geçmişi karanlık ve güçlü dinsel eğilimleri var. Ahmedinejad’la Bush’un benzerliklerini anlayabilmek için iktidara nasıl geldiklerini irdelemek büyük önem taşıyor. Her ikisi de kendi siyaset sahnelerine yabancıydı ve bu statüyü politikaya girmek için kullandılar. Bush, dönemin Teksas Valisi olarak 2000 yılı başkanlık seçimlerinin zayıf adayıydı. Muhalifler, Bush’un dış politika konusundaki deneyimsizliği ve Amerikan halkı tarafından çok fazla tanınmamasını seçilmesinin önündeki başlıca engeller olarak görüyordu. Ancak seçim sonuçları, Bush’un yabancılığının, muhafazakâr seçmeni skandallara bulaşmış Başkanlık koltuğuna ahlakı geri getireceğine ve yabancı olduğu için Washington’daki siyasi düğümü çözeceğine ikna ettiğini gösterdi. Aynı şekilde, Ahmedinejad da İran yolları ve dinle devlete ilişkin görüşleri bağlamında iki liderin bol miktarda benzer noktaları bulunuyor. politikasına, Tahran Belediye Başkanlığı’ndan gelen bir yabancı olarak girdi. Ahmedinejad da Bush’la aynı taktiği kullanarak yabancılık konumunu hayal kırıklığına uğramış seçmene bir seçenek olarak sundu. grupların dışlanmışlık duygularına hitap edebilmişti. Daha da ilginci, her iki ülkede de kendisini dini muhafazakâr sayan kesimlerin oranı aşağı yukarı aynı. (Yüzde 35.) Bu iki lider de koltuğa oturduklarında özellikle dış politika alanında benzer yollar seçtiler. İktidara geleli sadece 1 yıl olan Ahmedinejad, nükleer enerji politikasını şiddetle savunuyor ve bu uğurda BM ve dünyanın büyük güçleriyle karşı karşıya gelmekten çekinmiyor. Ahmedinejad’ın güçlü Amerikan ve İsrail karşıtı söylemleri çoğu insanı İran’da ılımlılığın gerçekten öldüğüne ve İran’ın Batı’ya karşı tehdit oluşturduğuna inandırdı. Aynı şekilde Bush da, 11 Eylül 2001 saldırılarını, Ortadoğu’nun demokratikleştirilerek İsrail ve ABD çıkarlarına yönelik tehdidin ortadan kaldırılmasını öngören saldırgan bir dış politika uygulamak için kullandı. Bush, ABD’nin geleneksel ahlaki üstünlük konumunu terk etti ve terörle savaşımda ‘‘Ya bizimlesiniz ya da bize karşı’’ diyerek, Kuzey Kore, İran ve Irak’ı ‘‘şer ekseni’’ olarak tanımlayarak aynı tehditkâr ve savaşçı İktidara geliş söyleme başvurdu. Bu, her iki ülkede de milliyetçiliği ve dış politika konularına siyahbeyaz gözlüklerle bakılmasını körükledi. Belki de bu iki lider arasındaki en büyük benzerlik, Arabistan çöllerinde ve Asya steplerinde yatan başarı ya da başarısızlıklarıdır. Her iki adam da yeni bir tarihsel döneme girildiğini biliyor ve yöntemleri ne kadar yanlış olsa da, dünyaya ne kadar büyük bir tehdit oluştursa da, ülkelerinin ulusal çıkarlarını her şeyin üzerinde tutmaya kararlı görünüyor. Bush, Ahmedinejad’la konuşma ve genel olarak nükleer amaçları konusunda İran’la görüşme fikrini sürekli reddediyor. Kırsal kesimden destek aldılar ABD’de 2004’te yapılan başkanlık seçiminin sonuçları ülkenin ikiye bölündüğünü ve kentsel ve kırsal alanlar arasındaki siyasi ayrılığı ortaya koydu. Bush’un kampanyası, ‘‘ahlaki değerlere’’ mavi (kentli) eyaletlerden daha fazla önem veren kırmızı (kasabalı) eyaletlerde etkili oldu. İşin ilginci, Ahmedinejad da aynı şekilde muhafazakârlık ve en alt sınıfların yaşam koşullarını iyileştirme vaatlerini birlikte kullanarak kırsal kesime hitap etti. ABD’de 2004’te, İran’da da 2005’te yapılan seçimlerde dinin siyasetteki rolü önemli ölçüde arttı. Hem Bush hem de Ahmedinejad, ülkelerindeki liberal siyasi güçlere tepki duyan dini muhafazakâr Umutlar ortak zeminde Her iki ülke halklarının da liderlerinin ne kadar radikal olduğunu, böylesine bir milliyetçilik ve aşırılığın dünyaya ve kendi güvenliklerine karşı ne denli büyük bir tehlike oluşturduğunu görmelerinin zamanı gelmiştir. İran ve ABD yurttaşları birbirlerinden o kadar da farklı olmadıklarını, pek çok bakımdan aynı hedef ve amaçları paylaştıklarını, kültürleri çok farklı olsa da liderlerinin müthiş benzer özellikler taşıdığını görmelidirler. Diyalog kapısını açacak ve en kötüsünü engelleyecek olan işte bu ortak zemindir. (Yedioth Ahronoth, İsrail, 27 Eylül) İngilizceden çeviren: İrem Sağlamer K EMALİST SİSTEMİN SONU GELEBİLİR Başbakan Erdoğan, Köşk için kararlı... askerlerin iktidarsızlaştırma tehdidine gösterdikleri tepkidir. İşte bu, Erdoğan’ın 1 aşbakan’ın yıldır AB ile ilgili diğer tüm Ankara’daki işi hiç tartışmalı sorunlarda yapıcı kolay değil: İçeride bir tavır almasını olanaksız Hıristiyan Demokrat Birlik kılıyor. Oysa bu hiç de ‘‘kötü’’ (CDU), AB ile müzakerelerin bir ordu değil. Ne diktatörlük sona ermesini, koalisyon kurmak istiyor ne de bir ortağı Sosyal Demokrat Parti komşusuna saldırmak. Hatta (SPD) ise Türkiye’nin AB halkın sevgisi, orduya bir üyeliğinden yana görüş dereceye kadar demokratik bir bildirilmesini istediğinden, meşruiyet kazandırıyor. Ama Angela Merkel, Başbakan statü bilinci, onu Türkiye’ye Recep Tayyip Erdoğan ile zararlı olabilecek konumlar görüşmelerinde iyi düşünüp almaya yönlendiriyor. Medya konuşmak durumunda. Ama ve muhalefet partilerinde Erdoğan’ın işi çok daha zor. yarattığı hava ile, ordu, Bugünlerde siyasal hareket gelecek yıl yapılacak alanı neredeyse sıfırlanmış parlamento seçimlerini durumda. Hangi yöne gitse, etkilemeye çalışıyor. Kürt büyük dertlerle yüz yüze çatışması, Erdoğan’ı milliyetçi kalıyor. Geçen yıllar içinde bir rotaya zorlamak için Erdoğan ve ılımlı İslami kullanıldı. Bu ise AKP’nin partisi AKP, Türkiye’ye canını yakıyor, çok sayıda Atatürk’ten bu yana en köklü Kürt oyu iktidara gelmesini reformları bahşetti. Atatürk kolaylaştırdı, o da Kürt için önemli olan, Batılı politikasında gerçek reformlar değerler (malum, 30’lu için hamle yaparak yılların değerleri) karşılık verdi. avansıyla İslami Şimdi AKP, bu seçkinlerin ve KP, seçmenlerce terk azınlıkların seçimleri edilmektedir. Eğer sırtından Türk Erdoğan, ulusal devletinin kazanır ve köktendincilerin kurulması ve Başbakan desteklediği sağlamlaştırılması Erdoğan da suçlamasından iken, Erdoğan Çankaya’ya kurtulmak için şimdi bir ayağıyla çıkmayı Müslümanları ileriye bir ayağıyla başarırsa köktendinci bir da geriye gitmek köşeye koyarsa, istiyor: Türkiye Kemalist birçok Müslüman yeniden daha sistemin sonu seçmeni de İslami, ama aynı gelir. kaybeder. zamanda da daha Gelecek yıl Batılı olmalı. Her cumhurbaşkanlığı seçimi var. iki strateji de orduyu Erdoğan kendisini ya da bir öfkelendiriyor. Çünkü bu adamını bu göreve seçtirmek stratejilerin birisi laik devlet için kararlı görünüyor. Ordu temel ilkesini zayıflatırken, ise Erdoğan’ı bundan AB’ye üyelik arzusuyla vazgeçirmeyi hedefliyor. AKP bağlantılı diğer stratejinin buna rağmen seçimden sonucu, ordunun siyasal hükümet partisi olarak çıkar açıdan iktidarsızlaştırılması ve cumhurbaşkanlığını da oluyor. Ama Atatürk’ün alırsa Kemalist sistemin sonu yöneldiği Batı, dünkü Batı idi gelir. Sonrasında, AKP devlet ve askerler bugün de söz mekanizmasındaki tüm iktidar konusu ‘‘dün’’ üzerinde pozisyonlarını işgal ısrarlıdır. Gerçi ordu da edebilecektir. Peki, ya AB’yi istiyor, ama ‘‘Türk ordunun hesabı tutarsa? O özellikleri dikkate alınarak’’, zaman kolay bozulabilen yani kendi öne çıkan milliyetçi bir koalisyon ve AB konumunu koruyarak. Bu müzakerelerinin sonuna sahne konumunu da ancak üyelik olan bir Türkiye ile karşı gerçekleşince kaldırmak karşıya kalınır. Böyle bir şey arzusunda. Buna karşılık AB, ordu ve taşlaşmış bir üyelik sürecinin ordunun Kemalizm için iyi olabilir, güçsüzleştirilmesiyle, ama Türkiye için kötüdür. Savunma Bakanı’nın emrine verilmesiyle başlamasında (Die Welt, Almanya, 6 Ekim) ısrar ediyor. Görüşmelerdeki Almancadan çeviren: Osman asıl engel, Kıbrıs, Kürt sorunu Çutsay veya düşünce özgürlüğü değil, BORİS KALNOKY İNTERNATİONAL HERALD TRIBUNE (6 Ekim) B A Müslüman zekâsına hakaret Berlin Operası Mozart’ın İdomeneo yapıtını repertuvarından çıkararak izleyicisini sanatsal bir etkinlikten mahrum bırakıyor DANiEL BARENBOiM erlin’de İdomeneo eserinin gösterimden kaldırılması, bizim Müslüman dünyasına bakışımıza ilişkin bir sorunu ortaya koyuyor. Görmediğim ve bu nedenle yorum yapamayacağım eseri Berlin Operası, kimsenin izleme zorunluluğu yokken incitici unsurlar bulunduğunu ileri sürerek repertuvardan çıkardı. Vatandaşlarını şiddet tehditlerine ve terorizme karşı korumak hükümetin görevidir ancak bir tiyatro hakaret şeklinde yorumlanabilir diye izleyicisini sanatsal bir etkinlikten yoksun bırakabilir mi? Sanatsal ifade ile getirdiği çağrışımlar, varlık ve algı arasındaki ilişkiyi anımsatıyor. Çoğunlukla varlığı, algıya uyumlandırmak için değiştiririz. Kuşkusuz sanatın canlandırdığı çağrışımların belirlenmesine olanak yoktur çünkü bu her bireyin ayrıcalığıdır. Müzik alanında partisyon/bölümleme içerik ve algı arasındaki farkı belirler. Böyle bir partisyonun bulunmadığı tiyatro ve operada ise sorumluluk yönetmene aittir. Tiyatronun toplumdaki ana rolü, gerçek olaylarda etkisi ne olursa olsun, gerçeklikle sürekli bir diyalog kurma kapasitesidir. Bu diyalog şekli ne bir cesaret ne de bir korkaklık işareti olmaksızın bir bireyi ya da bir kurumun kendini ifade etme B ihtiyacıyla sonuçlanmalı. Kendi ifade özgürlüğünü korkuya boyun eğerek kısıtlamak kendi görüşünü güçle dayatmak kadar etkisizdir. Sanat ne ahlaklı, ne ahlaksız, ne örnek ne de küçük düşürücüdür; ona tepkimiz bunları kafamızda şekillendirir. Olumsuz tartışma Toplumumuz tartışmayı giderek daha da olumsuz görmeye başladı. Oysa görüş ayrılıkları ve içerik ile algı arasındaki farklar, yaratıcılığın temelini oluşturur. Eğer içerik yönlendirilebiliyorsa algıyı çok daha kolay yönlendirebiliriz. Bir grup insanı şoke etme korkusuyla kendimizi sanatsal olarak sansürleyerek, insanlığın düşün dünyasını kısıtladığımız gibi Müslümanların genelinin zekâsını, entelektüel olgunluklarını göstermelerine fırsat vermeyerek, aşağılıyoruz. Sanatın Antik Yunan’da olduğu gibi kabul edilmiş entelektüel normları reddeden ve köktendinciliğin başka bir şekli olan ‘‘siyaseten doğru’’ çözümünü seçen bir toplumda yeri olmaz. Köktendincilikte olduğu gibi ‘‘siyaseten doğru’’ anlayışın ilerlemesine yönelik yanıtlardansa dikenli soruları uzaklaştırıyor. Korkuya boyun eğmek köktendincileri yatıştırmayacağı gibi ilerleme ve diyalog yanlısı aydın Müslümanlara da yarar sağlamayacaktır. Tersine bu, çözüm arayan ortaklar olmaktansa, tüm Müslümanları sorunun bir parçası yaparak dışlamak anlamına geliyor. Önemli üyelerin verimli katılımını engellemek ve felaket yaratabilecek bu ayrımlaşma, aşağılamayla birlikte toplumumuzun yoksullaşmasına ve panik ormanının yaratılmasında birkaç tohum daha ekmiş oluyor. Toplumu bu diyalogdan yoksun bırakarak katılımlarının şiddetsiz bir gelecek için vazgeçilmez olacağı bu insanlardan biraz daha uzaklaşmış oluyoruz. İdomeneo’nun gösterimden kaldırılması, kökeni, dini ne olursa olsun, aydın veya aşırı uçtakiler, entelektüeller ve dogmatikler, kültürle ilgilenenler ve darkafalılar arasında ayrım yapılmadığı anlamına geliyor. O sahnenin gösterilmesini reddetmek, Müslüman dünyasında şiddet içeren unsurların bize dayatılmasına yönelik korkuyu temsil ediyor. Mozart’ın İsa, Muhammet ve Buda’nın kesik başlarını göstermeye yönelik bu partisyonu için mutlak bir gereklilik duyulmuş olmalı. Belki de bu başların topluca temsil ettikleri büyük bilgelik ve düşünce gücünü savunabilmeleri için kendilerini ifade etmelerine olanak tanınmalıydı. (Le Monde, Fransa, 5 Ekim) Fransızcadan çeviren: Elçin Poyrazlar MUKADDES AKGÜRGEN MUKA’YA MEKTUP Sen Tanrı’nın bahçesinde, Bizler henüz yeryüzünde, Bilmem ne zaman biter bu ayrılık, Hayırlısı kavuşmak ümidiyle. SEVENLERİN CUMHURİYET 10 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle