25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 6 EKİM 2006 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Geldikleri Gibi Gittiler Batı dünyasında İstanbul, bütün şehirlerin kraliçesi. İstanbul’a gelen Haçlı şövalyeler, yeryüzünde böyle muhteşem bir kentin olabileceğine inanamamışlardı. İşgalcilerin bu gidişinin, ne denli inandırıcı olduğunu da zaman gösterecekti. PENCERE Çığ... Prof. Dr. Halet Çambel’in dün bu sayfada çıkan yazısından birkaç satır: “ Hangi çağda yaşıyoruz? Ortaçağda mıyız? Engizisyon mahkemesinde İtalyan düşünür ve filozof Giordano Bruno’nun ulaştığı bilimsel gerçeklerden ödün vermediği için, zındık diye yakıldığı (1600), Galileo Galilei’nin (1633) dünyanın döndüğünü inkâr etmesi için yargılandığı dönemde miyiz? Laik Türkiye Cumhuriyeti’nde miyiz? Nasıl olur da bugün, 21’inci yüzyılda laik Türkiye Cumhuriyeti’nde bir bilim insanı ortaya çıkardığı bilimsel sonuçlardan ötürü yargılanır? Bu bilim insanı Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’dır.” Muazzez İlmiye Çığ olayını yinelemeye gerek yok!.. Sayın Çambel olayın altını, yazısında bir kez daha çiziyor: “ Bir bilim insanı ortaya çıkardığı bilimsel sonuçlardan ötürü yargılanıyor...” ? Çığ yalnız bir bilim insanı olmakla kalmıyor, Atatürk devrimlerinin yılmaz savunucusudur. Diyor ki: “ Atatürk çok büyük işler başardı; biz onun sayesinde varız... Ve yine de onun sayesinde var olacağız... Çok büyük bir devletiz biz... Baksanıza seksen yılda nerelerden nerelere geldik!.. Halk benimsemeseydi bu devrimler kolay kolay tutmazdı... Hâlâ devrimlerin içindeyiz biz... Karşımıza çıkan bu son engeli de atlatırsak, inanın önümüz açık!.. Yeter ki Atatürk’ün çizdiği yoldan ayrılmayalım. Yeter ki ideallerimizden sapmayalım!. Atatürk’e inanıyorum.. Onun gençliğine güveniyorum... Günümüzde çok iyi bir yere geldik, fevkalade müzisyenlerimiz, bestecilerimiz var; kendilerini tüm dünyaya kabul ettirmiş bilim adamlarımız Türkiyemizin yüz akları... Sanatçılarımızın eserleri dünya müzelerinde yer alıyor, çok iyi yetişen gençlerimiz var... İşte Türkiye’yi bu pırıl pırıl gençlerin kurtaracağına inanıyorum... Şimdi gençlerin, özellikle genç kızların ısrarla Atatürk’e karşı beyinleri yıkanıyor. Eğer hepimiz Kurtuluş Savaşı ruhuyla el ele verirsek, 100’üncü yılını tamamlamasına az bir zaman kalan devrimimizin son bölümünü de alnımızın akıyla bitireceğimize inanıyorum!..” (Bütün Dünya, Başkent Üniversitesi Kültür Yayını, sayı 2006/05). ? Dünya ölçeğinde bir bilim insanı, Sümerolog, 92 yaşında Muazzez İlmiye Çığ’ın coşkusu, geleceğe bakışındaki güven, kararlılık ve istenç hepimize ders olsun!.. Hiçbir gerici düzen bu Aydınlık bilim insanının üstesinden gelemez... Bir toplumda kimi zaman gençler önde gider... Kimi zaman yaş denen kavramı sollamış olağanüstü devrimciler öne çıkar... Çığ hepimizden daha önde... Ve daha genç... Tanım BU GÜNLERİN son icadı ‘‘laikliğin tanımı’’ sorunudur. Neymiş, anayasada laikliğin tanımı yokmuş, oysa olmalıymış. Sanki anayasa tanımlamalarla doluymuş da, bir tek laikliğin tanımı eksikmiş gibi. Kimileri bu tanımı kolaycacık yapıverirler. Kimi, ‘‘Laiklik, dinle devlet işlerinin ayrılmasıdır’’ diyerek çıkar işin içinden; kimi de ‘‘Laiklik, din özgürlüğü ve ibadet serbestliğidir’’ diye aynı kavramı kendi yanına çeker. İki yaklaşımı senteze dönüştüren ve ‘‘Türkiye’de laiklik budur’’ diyen pek azdır. En doğru sözü Sayın Cumhurbaşkanı söyledi: Laikliğin anayasadaki tanımı ‘‘işlevsel’’dir dedi. Yani, hem ülkenin koşulları içinde işe yarayan, hem de sağladığı sonuçlarla kendi tanımını bulan. Gerçekten, anayasada bir tanım yok ama, yalnız bir maddeyi değil, birçok maddeyi yan yana getirdiğinizde hem bu cumhuriyetin kendi vatandaşlarından nasıl bir laiklik istediğini ortaya koyabiliyorsunuz, hem de Türkiye’ye uygun bir laiklik tanımına varıyorsunuz. Hukuk dallarının en ‘‘yerli’’si olan anayasa hukukuna yakışan da budur. nutmamak gerekiyor ki, Türkiye Cumhuriyeti bir ‘‘ulusdevlet’’tir. Ulus kavramı din ve mezhep ayrımını reddettiğine göre, her şeyden önce devletin de böyle bir ayrıma dayandırılması söz konusu değildir. Toplumun büyük çoğunluğu Müslüman olsa da, devlet ‘‘İslam devleti’’ olamaz. İkincisi, dinsel inanç özgürlüğüyle ibadet serbestliği vardır; ama korunması gereken bir kamu düzeni de vardır. Dolayısıyla, bütün özgürlükler gibi bu alanda da kamu düzeni açısından birtakım sınırlamalar gerekecektir. Üçüncüsü ve asıl önemli olanı şudur: ‘‘Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasal ya da hukuksal temel düzenini, kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma amacını güdemez ve bu amaçla dini kötüye kullanamaz. Türkiye’deki laikliğin kendine özgü niteliği kısaca böyle tanımlanabilir. Güçlük, özgürlük ve eşitlik ilkelerine göre oluşturulması gereken çağdaş bir devlet düzenini büyük çoğunluğu Müslüman bir toplumda, yani dindevlet ilişkilerinde ayrım yerine bütünlük isteyen bir inanç ortamında sürdürebilmekten ileri geliyor. Başka bir deyişle, ilk bakışta ancak yasaların yaptırım gücüyle ayakta tutulabilecek nazik bir denge söz konusuymuş gibi geliyor insana. ysa, laiklik mücadelesinin başarı anahtarı belki de tam bu dengenin nazikliğinde saklıdır. Laik devlet Müslüman bir halkın sosyal ve ekonomik alanlardaki özlemlerini karşılayıp yeryüzündeki ulusal düzenin de pekâlâ doğru ve ‘‘hakça’’ bir düzen olabildiğini gösterdiği ölçüde ancak yasa gücüyle ayakta tutulan bir rejim anlayışı aşılmış olacak ve insanlar yaşam ötesindeki bambaşka bir âlemin avuntusuna gereksinim duymaktan zamanla belki vazgeçebileceklerdir. Prof. Dr. Mahir AYDIN İstanbul Üniversitesi ondros Ateşkesi, Türkiye için kara günlerin başlangıcı. İşgal donanması, 13 Kasım’da İstanbul’a gelir. Aynı gün, Mustafa Kemal Paşa da. Boğaz’daki donanmaya bakar ve Cevat Abbas’a şöyle der: Geldikleri Gibi Giderler. Evet gideceklerdi. Ama bu gidiş, hiç de kolay olmayacaktı. Bir yanda, Türkiye’nin kolunu bacağını koparıp, kasap çengeline asmaya çalışan işgalciler. Öbür yanda Mustafa Kemal’in, güneşin kar toplayışı gibi, Anadolu Türklüğü’nü ayağa kaldırma çabası. Birbirinden zor geçen beş yılda, yurdun her karış toprağı, can pazarı olacaktı. İstanbul nüfusu bir milyon, telefon numaraları 4 haneli. İşe yarar ne varsa, el konuldu. Ve İstanbul, 1204’ten sonra, ikinci kez işgal edildi. İngiliz, Fransız ve İtalyan askerin başkomutanı: General Harington. Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşınca, TBMM İstanbul yönetimine el koydu. İsmet Paşa işgalcilere, İstanbul’da kalmanıza gerek yok dedi. Ama onlar bunu, kabul edilemez buldu. Ankara atamalar yaptı: İstanbul Komutanı Selahattin Adil Paşa, Dışişleri Bakanlığı Temsilcisi Adnan (Adıvar) Bey, İstanbul Valisi Ali Haydar Bey. Lozan imzalanınca, İstanbul’u bir telaş aldı. Kent, 6 haftada boşalacak. Herkes kazanandan yana. Mütareke Basını ağız değiştiriyor. Vahdettin’i kanatları altına alan Harington, yelkenleri indiriyor. 1919 Mayısı’nda Türk uyruğundan çıktık diyen Patrikhane, iyi dileklerde bulunuyordu. İşlemler, Lozan’ın Ankara’da onayından sonra başladı. Onlar, hiç M U gitmeyecek gibi gelmişlerdi. Ama, gidiyorlardı. Mustafa Kemal doğru söylemişti. O zaten, tutamayacağı sözü vermedi. Ve Türk ulusuna hiç yalan söylemedi. Gemilerle gittiler. Giderken de, gecenin karanlığını seçtiler. Bu sancağı düşük gidiş, belki büyük umutlar verdiği, İstanbul azınlığına görünmemek, belki bu yenilgiyi, içine sindirememekten. Boşaltma sırasında, kimi sıkıntılar da yaşandı. Haydarpaşa’yı Almanlardan aldık, Versay Antlaşması’na göre çözülmeli, dediler. Özel mülklerin bir kısmı haraptı. Bir İngiliz, ‘‘Yine geleceğim’’ diyerek, Erenköy’de boşalttığı evin anahtarını da götürmüştü. Eşyalarının bir kısmını İstanbul’da sattılar. Fransızlar gazeteye ilan verdi. İngiliz eşyasını, Kızılay satın aldı. Boşaltma bitince de, 2 Ekim’de Sonuç Tutanağı imzalandı: Mondros’a göre işgalcilerin eline geçen silah, cephane ve donanım, Türk Hükümeti’ne teslim edilmiştir. Veda töreni, aynı gün Dolmabahçe’de yapıldı. Harington, halkın coşkulu alkışları arasında, Türk Bayrağ’ını selamladı. Beş yıl önce hor görülen Türk Bayrağı, yüksek bir kahraman gibi kutlandı. Artık İstanbul, yeniden Türklerin. Kurtuluş Bayramı, 6 Ekim 1923 Cumartesi yapıldı. Cadde ve sokaklar, bayraklarla donanmış. Bütün İstanbul, Sirkeci’de... Şükrü Naili Paşa, Pendik vapuru ile Hereke’den geldi. Saat 10.30’da, kaptan köprüsünde halkı selamladı. Kendisini, İstanbul komutanı karşıladı. Ayak bastığı yerde, kurbanlar kesildi. İki komutan, aynı otomobile bindi. Babıâli caddesi, mahşerden bir örnek. Ağlayan analar, Tanrı’ya dua ediyor. Otomobil, kalabalık arasında güçlükle ilerliyordu. Paşa, coşkulu kutlamalara, sevgiyle karşılık veriyordu. Babıâli önünde kısa süre duruldu. İşçi Birliği boğa kesti. Hareket başlayınca, konfeti ve çiçek yağmuru da başladı. Çemberlitaş’ta, Bakırköy Kız Mektebi öğrencileri, otomobili durdurdu. Kırmızı beyaz giyinmiş iki minik çocuk, Paşa’ya çiçek sundu. O da çocukları kucağına aldı, bağrına bastı. Halkın alkışları ve ‘‘Yaşa’’ sesleri dinmiyordu. Beyazıt’taki zafer takından geçerek, İstanbul Komutanlığı’na varıldı. Burada, yerliyabancı temsilcilerin kutlamaları kabul edildi. Asker de, Gülhane Parkı’na gelmişti. Bir yıldır Gebze’de bekliyordu. Adı: Demir Fırka. Kurtuluş Savaşı boyunca hiç yenilmemişti. Ama şimdi, her tüfek namlusunda çiçek vardı. Paşa, yine alkışlar eşliğinde Gülhane’ye geldi. Saat 14.00’te askeri denetledi, hareket emri verdi. İstanbul Komutanı ile aynı otomobilde, Taksim’e doğru ilerledi. Ardında, bütün İstanbul. Yol boyunca kızlıerkekli öğrenciler, sağlısollu dizili. Mehmetçiği görmek için, herkes birbiriyle yarışta. Zabıta, düzeni sağlamakta zorlanıyordu. Galata Köprüsü, Karaköy, Şişhane, Tepebaşı, Beyoğlu.. böyle bir kutlamaya, ilk kez tanık oluyordu. Kurtuluş Bayramı, Taksim’deki törenle sona erdi. Törene, Ankara’dan milletvekilleri, öteki illerden gelenler de katıldı. Ertesi gün Şükrü Naili Paşa, yeni görevine başladı. Bu, ‘‘Türkiye Cumhuriyeti ruhunu İstanbul’a verecek büyük bir görev’’di. Batı dünyasında İstanbul, bütün şehirlerin kraliçesi. İstanbul’a gelen Haçlı şövalyeler, yeryüzünde böyle muhteşem bir kentin olabileceğine inanamamışlardı. İşgalcilerin bu gidişinin, ne denli inandırıcı olduğunu da, zaman gösterecekti. AKP’nin Sanat’la Kavgasının Anlamı (!) Hüseyin AKBULUT Kültür Bakanlığı E Müsteşar Yrd. O A KP iktidarının kültürsanat alanındaki icraatları, çoğulcu toplumun vazgeçilmez kurumları Devlet Senfoni Orkestralarımızı patlama noktasına getirdi. Şaşırtıcı olan ise, bu uygulamalarla aydınlanma devriminin yarattığı çağdaş kültür ve sanat zemini yok edilirken kamuoyunun, dahası vazgeçilmez siyasal partilerin tahribata olan duyarsızlığıdır. Sanki Cumhuriyetin üzerinde yükseldiği kültür ve sanat yok edilirse, uğruna savaşarak sahip olabildiğimiz laik, çağdaş devlet kalacakmış gibi... Yıldırma siyaseti Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın orkestralara uyguladığı yıldırma siyaseti sonunda başarıya ulaştı. Sanatçıların seçimiyle görev yapan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Müdürü Aycan Sancar, ‘‘bakanlığı, orkestralara olan tutumu konusunda daha duyarlı olmaya davet ederek’’ tüm yönetim kurulu üyeleriyle birlikte istifa etti. Yapılan açıklamada, ‘‘yaşanan sorunların defalarca bakanlığa bildirildiği, ancak sorunların çözümü konusunda maddi ve manevi hiçbir desteğin verilmediği’’ de belirtilerek hareketin, ‘‘sanatçılara ve izleyicilere duyulan sorumluluk gereği’’ olduğu vurgulandı. Aktaracağımız baskı ve hukuk dışı uygulamaları sona bırakıp esirgenenlere bakar mısınız? Kurumun, zorunlu gereksinim duyduğu elektrik, su, telefon, doğalgaz, ilan paraları bile verilmiyor. Orkestranın görev yapacağı yurtiçi ve yurtdışı turne ödenekleri çoktandır tahsis edilmiyor. Eksik kadroların bir bölümü ancak mahkeme kararlarıyla alınabiliyor. Adeta kurumun kapısına kilit vurulmak isteniyor. Esirgenen, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası gibi dev bir kuruma olunca insan daha da hüzünleniyor. Kuruluşu 1826 yılına uzanan, Cumhuriyetin kuruluşuyla Ankara’ya getirilerek yüce makama bağlanan ve Atatürk’ün , müzik devriminin temel taşı ve dünyanın en eski sanat kurumlarından biri olan anıt kurum. Bu satırların yazarı olarak uzun yıllar sanatçısı ve yöneticisi olarak gurur duyduğum CSO, Türkiye’nin çağdaşlaşması için sonsuz katkılar yaptı. AKP’nin icraatlarına ve anlayışına bakarak, belki bu denli hizmetin zaten günah olduğunu, CSO’nun cezalandırılmayı çoktan hak ettiğini, yapılanın ise yaşadığımız sürece uygun düştüğünü de düşünebiliriz(!)... AKP iktidarı yaptırımlarının yalnız bu kurumla sınırlı olduğunu da düşünmeyin. İstanbul, İzmir, Bursa, Antalya ve Çukurova Devlet Senfoni Orkestralarının itildikleri durum daha da acıklı. Sürdürülen baskı, salt verilmeyen öde nekler ve kadrolarla da sınırlı değil. Bakanlık, sanatçıların oylarıyla seçilen orkestra yönetimlerinin atamalarını yapmayarak adeta darbeyle kendisine bağlı kukla yönetimler oluşturuyor. Dahası, bunları yaparken de yürürlükteki yasaları ve hukuku ayaklar altına almaktan geri kalmıyor. Bağlı ama köle değil Orkestralar da, Devlet Opera ve Balesi ile Devlet Tiyatroları da 1949 ve 1957 yılında yürürlüğe giren özel yasalarla yönetilirler. Bu kurumlar, bakanlığa ‘‘bağlı kuruluş’’ olarak yapılandırılmıştır. Yasalardaki temel anlayış, sanatın, özel yapısı ve işleyişi nedeniyle siyasal iktidarlardan arındırılarak yönetilmesi anlayışıdır. Çünkü sanat, tüm insanlığın ortak malıdır ve toplumun tümünü kucaklar, belli bir sınıfı değil. Kısaca bu yasalar, çağdaş dünyadaki tüm örnekleri gibi siyasal iktidarlar sanata karışmasın felsefesiyle düzenlenmiştir. Biz sorunlara dönüp bakanlığın inanılmaz uygulamalarına bakalım. Orkestralar, tabi oldukları 6940 sayılı Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Yasası gereği her yıl, mart ayının ilk haftasında gizli oyla 5 sanatçıyı yönetim kurulu için seçerler. Orkestranın tüm işleri, şefle birlikte seçilen bu kurul tarafından yönetilecektir. Seçilen yönetim kurulu, aralarında görev bölümü yaparak orkestra müdürünü bakanlık onayına sunar. Bakanlık ise yapılan demokratik seçime sürekli uymuştur. Çünkü, yönetim kurulunun yaptığı görev dağılımı bir boyutuyla seçimin de tamamlanması işlemidir. Ancak AKP iktidarında bu gelenek uygulanmaz. Bakanlık, yönetim kurulundan diğer bir sanatçıyı müdür olarak atama yet kisini yasanın kendisine verdiği savıyla (doğrudur) pazarlığa girer. Seçilen uyumlu kurulu birbirine düşürmeyi dener, güvensizlik yaratır. Müdürlük teklif ettiği seçilmiş üyeler bunu kabul etmeyince, onları istifa etmiş sayar. Dahası, seçimi kazanamayan yedek üyeyi asil sayarak ve yedekleri müdür yaparak(!) işini sonuçlandırır. Beğendiniz mi? Yasalar ve hukukun ayaklar altına alınmasına aldırmayın. İstenen kaos yaratılmıştır. Sanırım buna, AKP tipi demokrasi tanımını koymamız uygun olacaktır. Sonuçta, İstanbul ve İzmir orkestralarında AKP demokrasisi sonucunda bakanlığın atadığı yedek müdürleri görev yapmaya çalışırken bir yandan onların hazırladığı, diğer yandan seçilmiş yönetimlerin yaptıkları yıllık programlar bakanlığın onayı için gün saymakta. Antalya ve Çukurova Devlet Senfoni Orkestraları kapatılmaktan son anda kurtulabildiler. İzmir orkestrasıyla birlikte bu iki yarım orkestra, bakanlık lağv edilirken zaten yeni yasadan çıkartılmıştı. Uyarımız üzerine yeniden yasaya eklendiğini belirtmeliyim. Sıra Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda bakanlığın amaçladığı kukla yönetimini oluşturmada. AKP’nin kültür ve sanat alanındaki uygulamaları ve çağdaş sanatla kavgası ortada. Amacın, orkestraları güçlendirmek değil, onları etkinsizleştirmek olduğunu bilmeliyiz. Sanatçılar, yaşanan sorunlarının çözümü için, sanatı dışlayan iktidarlardan medet ummak, onlara kanarak bölünmek yerine, özel yasalarının gereğini yaparak, bütünleşerek ve daha çok konserle topluma daha çok yansıyarak sorunlarını çözebilirler. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle