26 Nisan 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
gAVFA CUMHURİYET 9 TEMMUZ1992 PERŞEMBE 12 DIZIYAZI Suskun bir veli, bilge bir Brahma'dır Hindistan i Opereti'ııdeki şövalyeler HİNDİSTAN BUYUSU Yazıvefotoğraflar: TEKİN SÖNMEZ • Kapısı hep açıktır, sorgusuzdur. O, kendisini arayanın kendisidir: "Bir oda ister misiniz?' diyen, modern giyimli gençten adamın, güleç çehresidir. Terminalin dışındayım. Otelin adı, ismim Hindistan kütüğüne yazıldı. Bombay beni almaya hazırlanıyor. Turuncu bir yaylanma ile gûneşin doguşu, dağlannuş bulutsu yağ kat- merlerine çarparak unufak kırüıyor. Bombayh crken sabaha, yağ tabakala- nnı delerek, tannlar yurdu gökyüzün- den indik. Uykunun gezgin düşlerin- dende. Kent, uçsuz söylencelerin yorgun yûreği oluşunu sezdirmeden, uçağımı- zı avuçlanna alıp okşadı. Fakat tokat- lanırcasma çıvgın bir pasaport deneti- mi var. Hindistan, konuklannı,kapısı- nın önünde mi tutuyor? Hayır, hayır. Sadece görevlilerin maskeleri, miliian, askeri ve erkekçe sorguluyor. Suskun bir Veli, bilge bir Brahma'dır Hindis- tan. Gülümsüyor yapılanlara. Kapısı hep açıktır, sorgusuzdur. O kendisini arayanın, kendisidir: 'Bir oda ister mi- siniz', diyen, modern giyimli gençten adamın, güleç çehresidir. Terminalin dışındayım. Otelin adı, ismim Hindistan kütüğüne yazıldı. Bombay beni içine almaya hazırla- nıyor. Aynı takside üç kişiyiz, Belcıka- h bır çift de var. Bir de Pencapü bir Türban; dokunulmaz kolalı bir Tann ejderi. Belirsiz bir ufkun doruğuna, kı- pırtısızca çakılı gözlerle, o gergin mas- ke sürüyor otomobili. Tek şeritli iki yönlü yola çıktık. KJakson sesleriyle kamçılanan oto- mobillere, sağdan sürücülü siyah İngı- liz kalıtı taksilere yol açmayı deneyen sürücüler, Tann Siva'nın, Nandi ope- retini gururla oynar görünerek, birer şövalye edasıyla basarlar gaza. Evet, Siva'nın süvarileri, mahşerin atblan değıldirler. Ekzozlardan, Haliç ve Köprü'ye demirli vapurlann bacalan köpürerek fışkınyor. Ben, siyah Türban'ın solunda otur- muşum, oturmuş da kendimden dışa- nya çıkmış, yolun iki yakasındaki mazlum hayatı karşılayan insan yıgı- naklanna dalıp yitmişim meğer. Belçi- kahlar arkada, Türban sürüyor Nandi'yi. Bir ara mideme hançerler saplandı, kusacak mıyım? Bir utancım mı var? Geriye, kendime döndüm ki bede- nim benim değil, sarsıntılanm var, oysa daha yolun başlanndayım. Ru- hum pek erkence ve acerni sannlarla ve sanki düşük bir ceninle içrek ve vak- tinden önce yeniden doğuş çemberine hazırlanıyor. Evet evet, doğuma hazır olmayan bir ceninle birükte ruhum. Bir el omzuma, bir ses kulaklanma vurdu: 'İlk kez mi geliyorsunuz?' Yanıt falan veremiyorum. Belçikalı: 'Güzel ülkedir, ahşırsınız' diyor. Türban, taksiyi bir saat kadar süre- cek, ben uyumlu olmaya çabşacağım. Ruhum, bedenimi bırakıp, yolun iki kıyısındaki sabahı, yamah elleriyle karşılayanlann arasına katılacak. Kı- yıda, anne-babalann yanındayım o an. Doğaçtan çocuksuyum. Baba, mi- nik bir kutuya su alarak, biraz öteye gidip tuvaletini yaparken, anne, ço- cuklara pirinç haşlıyor, çalı çırpı yaka- rak. Ben de öteki çocuklar gibi uyanı- yor, toprağa serili bir bez üzerinde geçirdiğim gecenin kıymıklannı, ger- neşerek gövdemden atmaya calışıyo- rum, sonra tuvalet ıçin, öteki çocuk- larla birlikte, yakm bir yere koşuyo- rum. Motorlann delici gürültüleri arasın- da, uçaklardan gelen yabancılan, soy- lulan taşıyan taksilere baka baka, önümüze uzaülan pirinçleri sağ elimle avuçlamak için hızlı davranıyorum. Güneş kirlenerek yükseliyor. Otelin önünde durduk, hava kıpır- damıyor. 3 ocak Bombay: Öğlen riiyası Gövdemin her yeri iyice dövülmüş olarak, vantilatör tarafından uyandı- nldığımda, baktım öğlen devrilmiş. Şunlan anımayordum: Penceresiz oda bana verilmişti. Akbaba kanatla- nyla dönen pervanelerin yırtıcı vuruş- lanna gövdemi bırakarak uyumayı deneyecektim. Evet, hepsini anımsı- yordum. Düşük bir ceninde yaşayan ruhu- mun, eski deneyimi ile yerimden kal- kıp, bitişikteki yosun kokulu banyo- ya, uyur gezercesine girdim. Su soğuk. iki çocuk, bir kazanla sıcak su getirdi- ler. Bir el, 'bahşiş' diye mınldandı. Sayıklayarak uyukluyorum yine. Vantilatör durduğunda, ölü hava ye- rinde çakılı kahyor, döndüğünde ise, tavanın ortasında asılı bir yarasa sürü- sü çığlıklanyla, orta yerdeki yatağı kır- baçlıyor pervaneler. Uyukluyorsam da dünya ile üetişim kurarak, sokağa ulaştım nasılsa. Vuruşsever vantilatör ile ölü hava arasındaki durumun tersine bu kez buğulu bir yağ kazanı, terli manda de- risiyle başımdan aşağıya geçti. Bir taksi ahp P.E.N. yoluna düşe- cekken, para değiştirmem gerektiğini sezgüerimle kavradım. Taksı geldi. Hayaletler arasında durup, otelin gö- rüntüsüne baküm: The Blue See. Tak- siye girerken, tabelayı gördüm de. Para, Tac Mahal Oteü'nde bozdurula- cak. Taksi, Nandi hızında mahmuz- landı. Trafık kucak kucağa. Hava, ağır koüannı kıpırdatamıyor. Zaman durmuş, ölü. Theosopy Hall önündeyiz. Yapıya girmeden önce, bu kez sürücüye sor- dum, otelin adı: Mavi Deniz, evet. Oysa hem mavi hem de deniz, küsü- Bombaylı 2 milyon evsiz; kaldınmlarda doğup, orada sevişip orada ölen insanlar. şükler yine. Mr. Nissım Ezekiel, All-India P. E.N. Merkezi onur sekreteri. Unlü bir ozan, İngilizce yazıyor. Üniversıtede İngiliz Dili Profesörü. Bilgelikle sınan- mış bir çehre. gerilimsiz devinimler; hemen biuşıktekı Fransız Kültür'den, termosunu taze çayla doldurup dön- dü. Hindistan usulü çay. metal kupa- larda, yanm dolu duruyor. Bir ikinci yanm doluyu da hızla devirdim. 'Çok kolay' dedi Mr. Ezekiel, 'çay, süt, şe- ker birlikte kaynayacakiar.' Sonra otelim soruldu. The Blue See. rehberde var. Mr. Ezekiel telefonla konuştuktan sonra 'Hayır, bu otelde isminız yok' dedi. "Çok çok tuhaf.' Bir an tepemde uğunan akbaba ka- natlanyla şakıyan vantilatör ile ölü hava arasında soluksuz kaldım. Vu- ruşlar kanaüyor. Durgun ve yaralı- yım. gördüğüm Tac Mahai Hotel bölgesı- nı gönlümce dolaşıyorum. Tedirgin değılim, kaygıb huzursuzluğum yok. VVhalley's Geust Hous, eski yor- gun bir konak, sonunda kapısını aç- tı. Tırtıllı kanatlanyla gece boyu ha- vayı kanatan bır oda ıstemiyordum. Arap, otel sahibi, var, deyip. anahta- n Mohan'ın eline tutuşturdu. İnce bır kapıdan arkaya açılan boşluk, üstehk kokonat ve palmiye ağaçlanrun arasından, esrarlı bir Marmara fotoğrafı sunuverdi he- men. Otel sahibinin hem deneyi hem be- cerisi hem de koşullan var: 'Otur' dedi. 'ilkin rubee ile olmaz, dolar var mı, dolar?' Yanımda üç yüz DM, sıkıntıh an- lar için tetikte bekliyor. Bir anda, tümü rubee oluverdiler. Yüz elli ru- Yolun iki yakasındaki mazhnn hayatı karşılayan insan yığmaklarma dalıp gitmiginı.. Bu isim benzeri otellere telefon edıl- bee bir gece ıçın, fakat makbuz kesıl- ^ „„ > M ^ di. Hayır, bir kütüğe, deftere. özetle meyecek ve deftere isim düşülmeye- BombayİT iki rruîyon evMzTkaklınm- Bombay sıcillenne kayıtlı değilmışım. cek. Hortlaksı kamçılann yuvası larda doğup, orada sevişip, orada odadan elli rubee ucuz. Gidip, P. ' E.N. Merkezi'nden avadanlıklan al- dım. Asma kilitli kapımı. yine Mohan açtı. İçimde bir heyecan var. Mar- mara'ya, bu kez o kapı arasından uzunca bakmak. Kargalar. ağır bal- . talarla kalın halatlan gagalayarak - „ çehre tanıdı beni. Ismimi defterinde kesiyorlar. Tekdüze bir takırdama. 4 OCak Bombay: Aşk aradı bir süre. "Hayır, siz burada yazı- Oysa Marmara orada duruyor, h değilsıniz, tuhaf' dedi. uzanabilsem. ellerimle hemen tuta- Bu, Hindistan'a kabul edilmeyişi- cağım! min simgesi olmalıydı. Sonunda, siyah Çılyp, eski Mühürdar'ın oradan Türban'ı buldum. Sabahkı yollan ye- bir yürüyüş aldım, hemen beş yüz niden yaşayarak sürüyoruz. The Blue metre ötede deniz. Denize bakan See önünde durduk. Pencapb Türban: yorgun konaklar, hemen bir ön so- "Sizin otel, bunun bitişiğidir" dedi. kakta. İngilızlenn ardı sıra, küskün- Odamda, tarifsiz bir düş içindeyim. lükle yılgınlığı seçmiş iki-üç katlı Pervanelerin kırbaçlan alünda, "yeni- ahşap evler. Marmara'ya bakan eski 'Yok böyle birisi burada.' 'Bu gece size başka bir otel bulahm, yann polise gidersiniz.' Öğütlerde haklılık var, akşam bastı- nyor. Ruhumla, yeni bedenim arasın- da, huysuz bir kargaşa sürüyor. Dışan çıktım. "Taksi, to airport" dedim. Terminaldekı çağdaş giysili, güleç , . . , . , . , -- „ -.-, - . . . . . . _ ' - - ğınlannı anımsaür her yerde. Koko den doğuş a, sabırla hazırlayacagım Kadıkoylu bınsı, Evelyn's Hous adı- saücılan olmasa, kendimi yine İstan- cenin bedenimi. nı gururla tutuşturuyor hâlâ, kınşık bul'da sanacağim. Koko kasatu- 4 OCak Bombav Badımsızhk ah 5?P k ^ l a n n ı n f asın . d a- ramsı bir satırla, tam boyundan t ucan pomoay. PagimsiZIIK ça hmla yururken, Istanbul'da ol- vurulur. Açılan yere daldınlan bir Bombay'da otel bulmak hem zor- madığımı anladım. Sola dönüp, yük- kamışla çekilir hoş, değişik lezzetli dur hem kolaydır. Ben, ucuz olması sek deniz kıyısını göresim geldi. sıvı ilkin. Kokocu, suyu emllmiş ko- *"~"" koyu tam siz, bunun işi bitmiştir ata- zor yolu seçtim. Bir gün öncesi Karşıda Tac Mahal Hotel, gökyüzü- • Gövdemin her yeri iyice dövülmüş olarak, vantilatör tarafından uyandınldığımda, baktım öğlen devrilmiş. Şunlan ammsıyordum: Penceresiz oda bana verilmişti. Akbaba kanatlanyla dönen pervanelerin yırtıcı vuruşlanna gövdemi bırakarak uyuyacaktım. bilirim, diye düşündüğünüz an, siz- den geri alıp, içini bu kez saürsı bir kasatura ile oyar ve gerisin geri verir. Beyaz, özgün bir bahk etine benzer, kaygan; yenihnesini bekleyen şey, ta- ze hindistancevizidir. Yemekük yağ olduğu gibi, saçlara ve bedenlere de sürülür; besleyiciliği ile de her şeydir Hindistan'da, bu. Sonunda kapaklan uçurulan ko- kolan seyreünekten yoruldum. En iyisi, o düşsel pencerenin önünde bağdaş kurup, yıldızlı bir Bombay uflcu altında, eski bir rüya arşivine dalayun, dedim. Birkaç yüz metre ötede otel. Su, akşamdan akşama ge- lir, burayı Istanbul sanmalanmın bir nedeni bu olsa gerek. Köşeyi geride bırakıp, sokağa girdim. Kaldınmlar, dünyada mekân, uv- kular beleş, rüyalar ketenhelvası. ls- lanbul bu denli değişti mi, dedim, sayıklayarak. Yoksa ben mi rüyalar- dayım? Keyiflere göre yeriere uzanılmış. İnce birer örtü duruyor üzerlerinde, hani biraz hoyrat esinti çıksa, hepsi- nin üstü açılacak. Bu örtülenn ara- sında bir kıpırtı mı sezdim, yoksa benim muzip fantezilerim mi bana yeni oyunlar haarlıyor, bilmiyorum. Oysa bu örtüler ölüdürler. Ne ki, bunlardan birisi basbayagı canlı mı canlı. Yanındaki örtüyü de- lip, içine gecmeye pek hevesli oldu- ğunu çaktırmak istemezcesine devi- niyor. Yukandan aşağıya, omuzdan bele doğru narin bir süzülme. Sonra, kendisine sınian dönük olan öteki örtüyü sanp kuşatma. Evet, bayağı becerikli bir örtüymüş meğef. Evet, o uyanık, haşan örtü, epeyce bir süre, uyuyan örtüyü okşadı sevdi. Yorgun gidip gelmeler başladı ardı sıra. Irgalanmalar yorgundu, fakat yıl- gın değildi. Rengini çoktan yitirmiş. O örtünün sevecenlik vardı okşayış- lannda; sırdaşlık, yoldaşlık ve huzün vardı. Hüzün vardı evet. Aynı top- raksız köylerden çıkıp, bu devasa kentlere koşmanın cesur cesareti vardı ki, aynı lokmayı, kast dışı do- ğumlarla bölüşmenin ve sabırla ruh göçümünü beklerken bile, Visnu'ya, Siva'ya, Brahma'ya inanarak yaşa- manın gururlu ortak imeceh'ği vardı. Yakılacağı günü özlemle bekler- ken, Lingam önünde kutsanmış bir örtü olmalıydı. O: Lingam'dı belki de. Yani Sıva. Yani sevişmek hem hayat hem de ölümdü. Sevişmenin özü buydu işte. Ve bu örtü işte bunu ezberlemişti. Aşk her yerde vardı. Fakat apayn bir tapınmaydı Bombay'da aşk. Odama döndüm. Pencereden dip- siz bir ufka bakıyorum. Kargalar, uyku ne bilmiyorlar, ağır kılıçlarla havayı gagalayacaklar bütün gece bütün gün bütün gün bütün gece... 5 ocak: Türbanlı bisikletler Sabahı akşama, akşamı sabaha hangj ellerimle bağlayacağım, bilmi- yorum. Bombay nasıl kavranır, nasıl öğrenüip anlaşılır, ûstelik bunu bi- le... Oysa, kaçak rüyalardan sızdınl- rruş bir pencere içi açtım odamda. Bu hem kapı hem pencereyi, unu- tuhnuş bir Mühürdar-Moda ufkun- dan gızlice aşırdım. Boşlukta bir nokta yakalayıp, çizdiğim açının içi- ne pervazladım pencereyi. Pencere bücür mü bücür. Deniz masmavi, mas-Marmara kokuyor pencerede. Mevsim bahar mı, güz mü? Yoksa ben, eski İstanbullu bir ruh ararken, kendim yittim de kendimi mi anyo- rum. Yanıt veren yok. Kartal, karga, akbaba palmiye ağacına yanyana tünediler. Karga. durmadan takırdıyor; ağız bir kanş açık. şişmiş ki iceri sığmıyor dil. Bü- tün kargalar katılıyorlar bu yırtılışa. Kartal. akbaba. palmiye ağacı, ko- konat ve bütün kainat dinliyor kar- galan. Sessizlik Kuleleri'ne dinsel törenle bırakılan Parsi inançlı ölü be- denler bile, demek doyurmuyor, aç- lar, sanınm bu canavarlara Bombay yetmiyor. Hemen yakınımdaki bis- küi paketini kapıp uçması bir oldu ki, beni ölü bir Parsi beden sanmışür diye epeyce korktum ve kaçtım içeri- ye. Sonra dışan çıkıp hepsini kışala- dım. Bu kez bir yağ kokusu sudı pence- reden. Seyimsiz değil fakat ağır, gül- yağındaki ağırlık. hayır gülyağı de- ğil; hindistancevizi yağı. Bu kez seyyar satıcılann çığlıklan doldu içeriye. Neler satılıyor! Sebze- ciler. meyveciler mi; pathcanlar. ka- vunlar, İcarpuzlar, üzüm. incir, ce- vizler mi? Bir gemi geçer pencereden ki Adalar'a gjder. Bunun da İstanbul olmadığını sez- dim, sarsıp silkeledim pencereyi. Bu kez mahşerin otomobil klaksonlan doldu odama. Kimi sürücüler kırmı- zı kırmızı tükürdüler, kimileri du- man mı çekmiş.. bundan mı klakson- lar kullanılıyor, yanhşlıkla fren yerine? Yanıt veren yok. Bu. bır istanbul olabilır mi? Pencereyi yineledim ki bu kez iki, üç tekerlekli bisikletler, yalın ayak- lar üştünde sökün ettiler içeriye, oda- ma. Üç tekerlekli olanlarda. insanlar çekiyor bisikletlen. ne merdıvenler genyor. Onun önün- de. denize kucak açılan yerde, anıt bır kapı yükseür. İşte İstanbul Üni- versitesi'nin kapısı, o mu, yoksa ben yine mi düş görüyorum, deyip hız- landım. Bahse bile tutuştum kendi kendimle. Yanılmışım. Gateway of India, huzurla karşıladı beni. İngiliz Kral George-V, Kraliçe Mary tarafından kondurulmuş oraya. Görkemli bir şey. On yedinci yüzyılda, bağımsızük için adanan Hint rajalanndan Ma- harashtra, bu kapırun arkasmdaki minık üçgen boşlukta, atıyla oyle du- ruyor. Hani o kapıyı atıyla bir geçse, geçebilse, elli metre var arada, evet, ora>ı bir aşsa, bağımsızlık gelecek. Maharashtra'run karşısında dikelip seslendim, atıyla öyle zamana karşı donakalan Maharashtra'va "'Hindistan şımdı bağımsız mı, ölen insanlar... Kadınlar evet, kadın- lar bağımsız mı şımdi, söyle, haydi kendine sakladığın gızini bana da ver." Maharashtra'run gözleri. aslında bir düş olan bağımsızlıktan başka hiçbir şey görmüyor. istanbullu bıçkın pazaralar, tu- nsılerin narin nabızlannı yakala- mak için dehşet yanşıyor. Çığırtkan- lar; haydi bir iki... Adalar'a gidecek çata pata takalar o ara göründü. Siva'nın adasına da buradan gidilir. Gateway of India'nın denize sal- kımlı merdivenleri bır mahşer. Kokolar, Türkiye'deki karpuz yı- ANKARANOTLARI MUSTAFA EKMEKÇİ Köy Enstitüleri'nin EğitöHim TariMndeki Yeri... Hakkı Tonguç'u eleştirmeyi sürdüren Yalçın Küçük, eleştirisinin bir yerinde şöyle demiş: - Zaten Tonguç da, bütün köylüler gibi öyle fazla kitap falan okuyan bir adam değildi! Gözüyle görecekti her şeyi, ondan sonra anlayacaktıL" Engin Tonguç, bunlara karşılık veriyor, şöyle diyor: "Şimdi insan tarafsız bakmaya çalışıyor olaya; ben ev- deki kitaplara bakıyorum, bu okuyamayan' dedikleri adamda öyle kitaplar var ki ben altı yıl Almanya'da kaldım, o kitapların Atmancasını zor söküyorum. Yalçın Küçük'ün verdiği adlardan biri Blonsky; Sovyet eğitbilimcisi, 1918- 19'da çıkmış "Iş Okulu" diye bir kitabı var, Tahsin Yılmaz da onu geçen yıl Türkçeye çevirdi, yayımlandı. (Yalçın Küçük): - O kitap var mı? dedi. Birden kafama dank etti, kendi kendimi de suçladım: - Yahu, yıllardır biz bu kitapların doğru dürüst bir listesi- ni çıkarıp bakmadık, biz de aynı hataya düştük! Blonsky'nin kitabını buldum; 1919 baskısı. 1921'de Al- manya'dayken satın almış, üzerinde de gerçekten notlar, çıkmalar, şunlar bunlar var; Blonsky'nin "Iş Okulu!" Şimdi öyle sanıyorum ki bundan sonra bizim kendi eğit- bilimcilerimiz, çünkü yabancılardan fazla umudum yok, yabancılar çok objektif çalışıyorlar; fakat yabancılara Tür- kiye'nin sorununu, yalnız eğitim sorununu değil, Türkiye"- nin genel sorununu anlatmak çok zor. Bunu bizim yerliler anlayabiliyor ve bu genç arkadaşlarda, şimdi yavaş yavaş daha ciddi, daha sistematik, daha Batılı yöntemlerle bu meseleyi inceleme eğilimi başladı. Bu, olumlu bir geliş- me. Çünkü bundan sonra yapılması gereken, Köy Enstitü- leri sisteminin dünya eğitbilim tarihi içindeki yerini bilim- sel olarak saptamak. Çok yüzeysel olarak ve -biraz da ukalalık olarak ki ben eğitbilımcı değilim, çok az ölçüde bil- gim var, ona rağmen- ukalalık olarak şunu söylemek isti- yorum; gitgide bende çok önemli bir yeri olduğu kanısı uyanıyor! Bırakın Hakkı Tonguç'la yakınlığımı, şunu bunu falan bir kenara, objektif olarak böyle bır kanı uyanıyor... Neden? Bakın şimdi, Pestalozzı'nin "Iş Okulu", daha çok el becerisine dayanan, öğrenme olayını yaptırarak öğretmeye yönelik bir okul. Bir yerde bizim sanat okulları- na biraz denk gelir gibi, iyi sanat okullarına, gerçekten o sanat okullarında yaptırarak öğretiliyor ise... Kerschens- teiner'ın "Iş Okulu" endüstri toplumuna nıtelikli eleman yetiştirmeye yönelik; yani "öyle yetiştireceğim ki ben bu insanları, bunlar endüstrinin gereksinimi olan -çünkü o dönemde endüstride çok büyük bir patlama var, çok büyük bir aşama var, yeni teknolojiler giriyor, elde yeterli eleman yok. Toplumun gereksinimi olan- o elemanı yetiştirmek." - Yetiştiririm, işte, tanm atölyesi kuranm, elektrik moto- ru atölyesi kuranm, şunu yaparım, bunu yaparım, burada bunları öğretirim, endüstrinin gereksinimini karşılarım... Bu, Kerschensteiner'inki; Blonsky'yi alıyorsunuz, yani Sovyet "TeknikunY'unkini, onların hepsinden daha ilerı ve orada onun tabii, çok büyük bir talihi var; toplum yapısıyla, getirmek istediği okul sistemi birbirjyleçakışıyor, araların- da bir zıtlık yok. O, ideolojinin okulunu getirmeye çalışı- yor... *• Orada da bana öyle geliyor ki bir eksiklik var; demokra- tik eğitim! Bizdekinden farklı olarak, yani belli bir ideoloji- nin, devletin resmi ideolojisinin kışilere aşılanması, kişile- rin o açıdan bilinçlendirilmesi olayı var, iş yapmanın, iş eğitiminin yanında. Halbuki Köy Enstitüleri'nde, ondan farklı olarak, insana öyle geliyor ki ek bir nitelik daha var' O da, demokratik eği- tim! Yani: - işte sana kütüphane, işte sana yazarlar! Oku, tartş, kendin bul yolu! Böyle bir özellik var, ıddia etmiyorum, çünkü eğitbilimci değilim, eğitbilim tarihini de bilen birisi değilim, belki de incelendiği zaman, eğitbilim tarihi içerisinde, bunun ev- rensel boyutlarda bir değeri olduğu ortayaçıkacak bu nite- liğin. "Iş Okulu" dediğimız okulun içerisinde bir de "de- mokratik eğitim" olması, belki önemli bir nitelik olarak ortaya çıkacak. Bilemiyorum, ama şunu söylemek istiyo- rum; aslında önemli bir gelişme, özellikle eğitbilimcilerin konuya eğilmeye başlamaları; bu yapıldığı zaman, benim sözünü ettiğim ve yakındığım yanıltıcı olabilecek incele- melerin, eleştirilerin de arkası kesilecek. Çünkü o eleştiri- lerin yapılabilmesinin nedeni, meselenin eğitbilim açısın- dan, eğitbilim tarihi içerisinde, bilimsel olarak, yerlt yerine oturtulmamasından kaynaklanıyor. O yapıldığı zaman, ya- nıltıcı eleştiriler de ortadan kalkacak, değerlerini yitirecek- lerdir inancındayım. Ama o eğitbilimciler, ilerici eğitbilim- ciler, her alanda olduğu gibi, çok az sayıda!.. BULMACA 9 SOLDAN SAGA: 1/ Külde pişirilen bir tür pide... Orhan Hançerlioglu'nun, 1956 TDK Odülü'nü kazandığı romanı. 2/ Nazar değmesine karşı tiitsü olarak kullanılan bir bitki. 3/ Kirliliği gösteren iz... Neden, sebep. 4/ Yerine koyma, ye- rine kullanma... Ka- yak. 5/ Pişmanlık. 6/ Çayın etkili mad- desi... Şaşma belir- ten bir ünlem. 7/ "— imiş her ne var âlemde/llm bir kıyl ü kal imiş ancak" (Fuzuli)... Yüze sü- rülen pembe düzgün... Tavlada bir sayı. 8/ Nikelin simgesi... tçel iline bağh bir ilçe. 9/ Eküı tarlalannda bi- ten, çiçeği pembe mor renkte zararlı bir bitki. YUKARIDAN AŞAGlYA: 1/ tranlı şair Şirazlı Sadi'nin didak- tik nitelikteki ünlü yapıtı. 2/ Bir şe- yin ya da bir yerin ortası... Telli çal- gılarda telleri yûksekte tutan tahta köprücük. 3/ Kuvvetlerin maddeler ve devinimler üzerine etkisini inceleyen fizik dalı. 4/ Almanya'da bir kent... Utanç duyma. 5/ tskambil oyunlannda kâğu .ıtma Mr.iM.. "Edebıvat" sözcüğünün kısa yazılışı... Temel. esas. 6/ Duman lekesi... Fazıl Hiisnü Dağlarca'nın bir şiir kita- bı. 7/ Bahçelerde süs çiçeği olarak yetiştirilen sanlıcı bir bit- ki... Tüy, kıl. 8/ ABD Cumhurbaşkanı Eisenhower'ın lakabı... Arabistan'ın çeşitli yerlerinde kurulan pazarlara verilen ad. 9/ MjÖ. VIII. yüzyılda Orta Asya'dan Güney Rusya'ya göç eden bir kavim. StRECEK ERCİŞ KADASTRO MAHKEMESİ'NDEN llçemız Goiağzı Mahallesı 277 parsel, davalüar Bekir kızı Fatma, Celal oğlu Anf, Celal oğlu Şamil, Bahattın Varol, Zöhre U2un, Ce- vahir Kara, Mehmet Suvak, Ahmet Suvak, Şenfe Telcin mirasçıları Ömer Tekin, Şehmuz Varol, Horinaz Dursun ile Gözel Varol adlan- na tespiti yapümış ve bu tespite davaa Malmüdürlüğü tarafından iüraz edilmiştir. Mahkememizce yapılan uzun araştırmalara rağmen adresleri tespit edılemeyen ve adlarına duruşma gunu tebliğ edılemeyen Bekir çocu- ğu Fatma ile Celal oğlu Arif ve Şamıl'e yukanda parsel numarası yazılı dava dosyasının 1988' 109 esasmı aldığı ve duruşmasının ise 31.8.1992 gunune ertelendiğı duruşma gunu ile birlikte teblıgat yerine kaim ol- mak uzere ilanen tebliğ olunur 1.6.1992 Basın 48458
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle