19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
27 EYLÜL 1987 CUMHURİYET/7 \edigi tabağa pîsleyînce SABETAY VAROL PARİS lş gezisi öncesi, birkaç günlüğüne izin alarak Paris'e gelen bir arkadaşım, hayal kınkl»|ına uğradı. EylUl ayının ortasını çoktan geçmekle birlikte, kentte kültür yaşamı henüz tatil mahmurluğunu üstünden atmamıştı. Kültür süpermarketi Pompidou Sanat Merkezi, daimi sergisi ve iki Uç küçük sergi dışında hazırbk tamamlamakla meşguldü. Galeriler kapılannı yeni açmış, Cannes ve Venedik şcnliklerinde yarışan nimler henüz ekranlan kaplamamıştı. Bu tür etkinlikler biraz da ekâbir işi olduğundan, ekâbir takımı da güç bela, ağustos sonunda tatiline son verip, kent yaşamma yeni avdet ettiğinden Paris ikinci derecede önemli bir taşra kentinden farksızdı. Ama yakından baküdığında işlerin gözüktügünden biraz daha farklı olduğu belli oluyor. Çağdaş sanatın Fransa'daki baş tapınağı Pompidou merkezi, ünlü Fransız mimar Le Corbusier'yi tanıtan geniş kapsamlı bir sergiye hazırlanıyor. Uzun yıllar mimaride 20. yüzyıhn en büyiik devi kabul edilen Komünist Partili mimar, dünyaya yeniden belki de başka bir gözle tanıtılacak. ÇUnkU, Manhattan'daki Birleşmiş MilletleT gökdelenin mimari projesini hazırlayan uluslararası ekipte Fransa'yı temsil edecek kadar büyük şöhrete ve itibara kavuşan Le Corbusier son zamanlarda neredeyse büyük kentlerin çevresini kuşatan beton yığınlanmn baş sonımlusu gibi görülmeye başlanmtştı. Mimar olarak yaptıklan yanında diğer çalışmalan da tanıtılacak olan Le Corbusier büyük olasılıkla "Staiinci sosyalist gerçekçiligin konut yapımındaki şubesi" sıfatından kurtulacak... Yaz sonrası kapılannı yeni açan galerilerde de Fransız kökenli ressamlar bu yıl ağırlıkta. Geçen yıllar, Amerikan, ltalyan ve Alman ressamlar özellikle revaçta idi. New York'ta geçen yıl ağır basan "soyut" resim bir yıla yakın arayla Paris galerilerinde baş taa edilecek gibi. Istisnalar arasında, Polonya'da yasayan Türk ressamı Nejad Devrim de var. Ressamın ellili yıllarda yaptığı "kübinn" tarzındaki tabloları, Beaıuc Arts Sokağı'nda bir galeride sergileniyor. Paris resim pazannın en civcivli yerlerinden olan bu sokakta bir Türk ressamın eski tablolannın sergilenmesi Fransa başkentindeki Türk topluluğu arasında gurur vesilesi oldu. Eskiden beri görüşleri ne olursa olsun, bir Türk sanatçı Paris'te adını duyurdu mu, Türk aydınlar topluluğunda bir sevinç rüzgârı eser. dan yirmi yıl öncesine kadar onları birbirlerine bağlayan önemli ortak noktalar vardı... Eski gruplaşmalar, ekol oluşturmalar artık yok. Ama bu demek değil ki, herkes kendi köşesinde büyük bir azimle yaratıcılığını sürdürmüyor. 2030 ünlü ismi ancak gazetelerde basılan, şu ya da bu davayı savunan bildirilerde görebiliyorsunuz. O da istisna dunımlarda. Genellikle ya ırk aynmı ya da bir insan hakları ihlali koşulunda ünlü isimler imza vermeyi kabul ediyor. 1986 parlamento seçimleri öncesinde Fransız Kültür Bakanı Jack Lang, partisi lehine Samuel Beckettten Yaşar Kemal'e kadar oldukça iddialı bir imza listesi toplamayı basarmıstı. Dünyanın en güçlü müteahhitlik şirketlerinden Bouygues tarafından satın alının TV'nin birinci kanalı TF1 geçen salı günü Fransız TV'sinin belli başlı yıldızlarından Michel Polac'ın işine son verdi. Cumartesi akşamları "Yanıt Hakkı" adlı açıkoturum düzenleyen Polac, bu iş için ayda 100 bir frank alıyordu (15 milyon TL.) Kendini gecikmiş bir 68'ci olarak kabul eden Polac, düzen aleyhtarı programlarıyla cumartesi akşamları bu tür programlardan beklenmeyecek bir seyirci kitlesini kendine bağlamayı başarmıştı. Patronu Fraçis Bouygues'le ilgili bir karikatüre programında yer veren Polac, bu karikatürde ünlü işadamının ağzından "Birinci kanalı seyrederken sıkıntıdan patladım" dedirtti. Sıkılma fiili yerine oldukça ağır argo bir sözcüğün kullanılması Polac'la Bouygues arasında bardağı taşıran son damla oldu. Eski Kültür Bakanı Jack Lang herhalde bu iş için de ünlülerden imza toplayacak ve TFl'i kınayacak. Zaten Fransız televizyonunun üstünde görülmemiş fırtınalar esiyor. Cumhurbaşkanı'ndan, banka sahiplerine, sanatçılardan gazetecilere kadar işe burnunu sokmayan kalmadı. Ellili altmışlı yıllann sanatçıaydınhafif snob geleneği çok ama çok gerilerde kaldı. Ya da başka yerlere doğru taşındı. BtR ZAMASLAR KAD1KÖYBOSTANCI GtBl Tente biçiminde boyanmış cıvıl cıvıl renkli tavam, açıhr kapamr telli kafes şeklindeki alüminyum kapısı, vatman yeri, ziüeri ve camları indirilmif genişpencerelerîyle gelip giden tramvaylara binipSao Jorge Kalesi istikameünde ilerlemeye başladığımızda belleğimiz Kadıköy'den Bostana'ya giden İETTtramvaylanndadır. Faris'ten Zürih'ten Hara^tan harca DOĞAN ABALIOĞLU ZÜRİH İsviçre'nin doğubatı, daha da önemlisi kuzeygüney doğrultusunda bulunması, ticaret yollarının bu ülkeden geçmesi demek. Bunun anlamına varan Helvetikler de zamanında "Deli Dumnıl" örneği salt sınırlarda değil, geçiş yollannı da kesip tüccarlardan harç almışlar. Gümrük harcı adı altında toplanan bu paralar, aynı zamanda yollann bakımını, konaklama sırasındaki mallann gözetimi, tüccarları koruma giderleri olarak da kabul ediliyormuş. Örneğin tüccar; Bern'den Zürih'e gelinceye kadar 14 noktadan sonra 15'inci olarak bir de kent girişinde odemede bulunmak zorundaymış. Veya İsviçre Koblenz'inden 50 km ilerdeki Basel'e kadar Rhen suyolu üzerinde 6 kez elini cebine atarmış. İsviçre'nin belki dünyanın da ilk gümrük müzesi Lugano gölü kıyısında Cantine di Gandria kasabasında. Sergilenenler ise, çoğunlukla hangi yörelerde bu işlemlerin yapıldığı. Hani birey böyle bilgileri zamanında elde etmiş olsa, başka bir yol deneyerek belki paçayı kurtarabilir. Gerçi bunlar da pusularını öylesine geçit vermeyen yerlerde kurmuşlar ki; haritalarda, çizelgelerde gösterilen yörelerde kuş olup uçmanın dışında yan çizmenin olanağı yok. 1848'de merkezi devlet sisteminin kurulması ve bir yıl sonra birleşik para birimi reformuyla bu harç işi gümrük resmine dönüşmüş. Böylece; |83O'lu yıllarda 450 dolayındaki bu para toplama noktaları günün koşullanna göre zaten yavaş olan mal aktarılma süresini 23 gün daha hızlandırmış. Cantine di Gandria'da damgalar, harç almada kullanılan sıvı, katı ölçekleri, kanunlar, maddeler yanında, eski gümrükçülerin giysileri, silahlan, yaşam düzeyleri ve türleri oda oda, yataklarının altındaki oturaklarına kadar gösteriliyor. Müzenin en görülecek yeri ise gümrük kurallarını hiçe sayan kaçakçılar bölümü. İçi oyulmuş kitap, ayakkabı topuğu, boş şekerleme kutusu, araçların gizli bölümleri, iki katlı bavul, gizli cepler, çikolata kaph altın ve tersi altın kaph bakır külçeleri vs.. her James Bond türü filmde gördüklerimizden. Ama güney sınırındaki Lugano gölünde 2'nci Dünya Savaşı sonrası salam kaçırmak için uzaktan kumandalı, akü ile çalışan mini denizaltı herhalde bu işin Oskarlık yani. Böylece İsviçrelilerin ttalyan salamına olan düşkünlükleri yanında, oradan dışarıya çıkaulması sorunlu Literlerin de bankalar ülkesine aktarılması çözümleniyormuş. Dünyanın en güçlü müteahhitlik şirketlerinden Bouygues tarafmdan satın ahnan TV'nin birinci kanalı TFI geçen salı televizyon yıldızı Michel Polac'ın işine son verdi. Patronu Francis Bouygues'le ilgili bir karikatüre programında yer veren Polac, ünlü iş adamının ağzından "Birinci kanalı izlerken sıkıntıdan patladım" dedirtince 100 bin franklık işinden de oldu. Nejad Devrim'in sergisinde, sanatçının Paris'te yasadığı yıllara ait bazı fotoğraf ve belgelere de yer verilmiş. Fotoğraflarda ellili yılların birçok ünlü uluslararası yazar, ressam ve düşünürünü bir arada görüyoruz. Le Corbusier de pekâlâ bunların içinde olabilirdi. Toplu hatıra resmi çektirmek geleneği mi kayboluyor, yoksa günümüzde sanatçılar başka sanatçılarla birlikte gözükmekten eskileri kadar zevk mi almıyor? Her ne halse, günümüzde ünlülerin bir arada resimlcrine rastlamak neredeyse olanaksız. Belki de bun Lizbon'dan Fadddan önce tramvay heyfi Eğer o gece Alfama semtine gidip 'Fado' dinlemeyi akhnıza koydunuzsa tramvay gezinizi sağlama almak ve bu arada Lizbon'un en tipik mahallesini görebilmek için, Gomercio Meydanı'ndan geçerken biraz oyalanıp bilgi toplamakta fayda var. LÜTFÜ TINÇ LİZBON Bir kenti gezmeye niyetlendiğinizde, mutlaka kafanızda bir srralama vardır. Ya önemli alışveriş merkezlerini öne geçirirsiniz ya da eğlence yerlerini. Kimi insan da her şeyden önce ya kentteki anıtların ve müzelerin havasını koklamak ister. Ama gezdiğiniz kent Lizbon ise ve siz bir zamanlar tramvaylı bir lstanbul'da yaşadıysanız, sıralamanızın bir yerine mutlaka küçük bir tramvaylı gezi de sıkıştıracaksınızdır. Eğer o gece Alfama semtine gidip, " f a d o " dinlemeyi akhnıza koydunuzsa, tramvay gezinizi sağlama almak ve bu arada Lizbon'un en tipik mahallelerini görebilmek için Comercio Meydam'ndan geçerken, biraz oyalanıp bilgi toplamakta fayda var. Tente biçiminde boyanmış, cıvıl cıvıl tavanı, açıhr kapınır telli kafes şeklindeki alüminyum kapısı, vatman yeri, zilleri ve camlan indirilmiş geniş pencereleriyle gelip giden tramvaylardan birine binip Sao Jorge Kalesi istikâmetinde ilerlemeye başladığınızda, gozünüz yakınınızda oturan ve genellikle orta yaşlı insanlara kayarken, belleğiniz de Kadıköy'den Bostancı'ya giden İETT tramvaylanndadır. Sao Jorje'ye çıkan dik sokaklardan birinin köşebaşında, önü Ortaçağ şövalyelerinin sivri zırhlarına benzer burunlu bir " y o k u ş tramvayı" ile karşılaştığınızda, içinizden hemen atlayıp bu y«ni tramvaya binmek geçer. Kendinizi zor tutarsınız. Tepeye doğru, yokuşlar dikleştikçe, caddeler daraldıkça, son durak neresi diye, içinizi bir merak kaplar. Tajo nehrinin ağzına bakan küçük bir kilisenin dönemecindeki meydanda tramvaydan indiğinizde, artık sokaklar, sizin için, bitmiş gibidir. Oysa Lizbonlular, bu küçük geçitleri " R u a " diye adlandırmakta ısrarlıdırlar. Merdivenlerden inip çıkarak bu açıkhava geçitlerinde ilerledikçe, aslında buralann gerçek birer sokak olduğunu, çünkü kendine has bir sokak kültürünü yaşattıklarını görürsünüz. Belleri bükülmeye >üz tutmuş iri yarı kadınlar, sokak üstündeki taş çamaşır tezgâhlarında ter dökerken genç kızlar san badanalı binaların yeşil kafesli pancurlarından size bakarlar, inceden ama ısrarlı. Bu dar sokaklardan birinde mutlaka bir taverna sonunda sizi içine çekecektir. Sırlı testilerdeki beyaz şarap tabii ki Porto değil; 'müessese'nin kendi şarabı, yani "vinho do casa"ve kısa boylu şişman patronun hemen kapı kenarında, sokagın üstündeki uzun ayaklı ızgaralarda hazırladığı sardalyeler, fado evlerine gitmeden önce yiyip icebileceğiniz en güzel şeyler. Bu mütevazı sofranın kıymetini daha sonra anlayacaksınız. Çünkü fado söylenen iyi bir tavernada şef garson önünüze sekiz sayfalık bir şarap listesi getirdiğinde, işin içinden çıkmanız epey zor olacak. Lazkiye'den Mırra içerken Madonna Köşe başlarmda bulunan ve bizim Kumkapı'yı anımsatan meyhanelerde, akşamcılar Madonna ile efkârlamyorlar. Gençler artık Araplann ünlü sesi Firuz'u değil, Madonna'nın plaklarını kapışıyorlar. HALİL ÖZER LAZKİYE Dışandaki kavurucu sıcakhğın içeriye yansımasını önleyen mermerden yapılma evlerin sıra sıra dizildiği Lazkiye sokaklarında öğle saatleri. Kent halkı için siesta zamanı. Evlerin tüm pencereleri açık. Sadece perdeler kapalı. Yol kenarında oynayan birkaç çocuk yine kendilerinin yaşıtı olan bir satıcının başındaki elma şekerleri Lazkiye'de yaşamın aynlmaz iki parçasu Sıcak ve Madonna. ni seyrediyorlar. Diğer köşede sıestanın bitmesini bekleyen ve yerel giysüeri ile bir çeşit şurup satmaya çalışan genç bir Suriyeli. Güneş tam tepede. Dükkânların birçoğu kapalı. Dondurmacınm açık kapısı insanları içeri davet ediyor. Evlerine çekilmeyen birkaç kişi yolda aheste aheste yürüyor. Ve bir plakçı dükkânından Madonna'nın nefis sesi sıcak havaya yayılıyor. Lazkiye'deki yaşamın aynlmaz Prag'dan Prag'da Bahar ŞAHİN ALPAY PRAG "Üikemizde her şey devlete aittir. Bütün işletmeler, tüm şirketler... Herkes devlete çalışır, ücretini devlelten alır. Kişilere ait işyerieri yoktur. Ama bu durumun yakında degişeceğini umut ediyoruz..." Prag'ın ünlü kalesini gezerken, turistlere rehberlik eden yaşlı hanımın ağzından duyduğumuz bu sözler, Batılı bir meslektaşı ve beni hayli irkiltti. Çekoslovakya'da "glasnost" bugüne kadar somut olarak pek az şeyi etkilemiş görünüyor. Ama soyut olarak, bütün Çekoslovak toplumunun önemli değişmeler beklentisi içinde olduğu bir gerçek. Çekoslovakya'da bulunduğum günler içinde pek çok belirtisine tanık olduğum bu beklentinin en açık yansıması, yaşlı turist rehberinin yukarıdaki sözİeriydi. 1987 sonbahannda Prag'ın gündemindeki en önemli konu, 18 temmuzda kamuoyuna açıklanan ekonomik reformlarla ilgili yasa tasansı. 31 ekime kadar ilgililerin ve kamuoyunun tartışmasına sunulan tasarmın, ülkenin ekonomik hayatına önemli değişiklikler getirmesi bekleniyor. tngilizcesi de yayımlanmış olan yasa tasansımn öngördüğü temel yenilik, devlet işletmelerinin yönetimine özerklik sağlanması. Tasarı yasalaştığı takdirde, kurucu tarafmdan tayin edilen bir yönezı modeller için 12 yıl kuyrukta beklemeleri..." Ama tabii kuyrukta beklemeden otomobil alabilenler de var. öncelikle, yalnızca Batılı zengin ülkelerin paralan ile alışveriş yapılabilen ve yalnızca ithal mallannın satıldığı devlet mağazalan olan Tuzex'lerde her türlü yabancı marka otomobili satın almak mümkün. Üstelik dövizin nereden bulunduğunu, nasıl temin edildiğini soran yok. Çekoslovakya sanayileşme açısından sosyalist Ulkeler arasında Demokratik Almanya'dan sonra ikinci sırada gelen ülke. Fakat yetkililerin de açıkça ifade ettikleri gibi, "sınai teknolojik devrim" alanında yeterli başarı sağlanabilmiş değil. özellikle elektronik ve robotik gibi modern sanayi dallarında ancak ilk adımlar atılabilmekte. Çekoslovak sanayiinin bu alanda gerekli yatınmları yapabilmek için çok şiddetle dövize ihtiyacı olduğu açıkça görülüyor. Son zamanlarda Batılı turistleri çekmek için ahnan önlemler, Tuzexlerin devreye sokulması, söz konusu döviz ihtiyacının en açık belirtileri. Çok çeşitli alanlara yayılan döviz sağlama faaliyetlerinin toplumdaki sosyal farklılaşmayı etkileyecek düzeye ulaştığını söylemek mümkün. Döviz sağlama faaliyetlerinden bugün için en önemli görüneni, turizme yönelik yatırımlar. 15 milyonluk Çekoslovakya'yı geçen yıl ziyaret eden yaklaşık 18 milyon turistin, 16 milyondan fazlası döviz getirmeyen sosyalist ülke yurttaşları. Zengin Mir Praghya göre, Çekoslovak halkı, kentlisiyle köylüsüyle 8 saaî çalışmaya alıştı. Oysa bir aile işletmesi kurup para kazanmak için çok çalışmak gerek. Bu zahmete kim katlanacak? Öteyandan daha iyi yaşamak için bazılarının iki ayn işte, 8'erden 16 saat çahştıklarıbiliniyor. ticinin idare edeceği işletmeler, devlete ödeyecekleri vergilerden sonra, geri kalan " k â r i a n n ı " diledikleri gibi değerlendirme olanağına sahip olacaklar. tşletmelerin temel hedefi maliyetleri düşürmek, üretkenliği ve kârı arttırmak olacak. Ülkenin önde gelen yöneticilerinden Milos Jakes'in eylül ortasında Rude Pravo'da yayımlanan bir makalesine göre, işletmelerin kapitalist ülke fırmaları ile ortak girişimler kurmalarına izin verecek bir yasa da hazırlanıyor. Aynı makale uygulanmakta olan ücret politikalarının eleştirisini içermesi bakımından da çok ilginç. Işçilere, "Ortaya koyduklan emegin degeri ve niteligine uygun bir ücret ödenmesinin" önemi üzerinde durulan yazıda, ücret politikasında önemli hatalar işlendiği ifade ediliyor. Bu hatalann başlıcası ise ücretlerde "eşitlikçilik". Politbüro üyesi Jakes'e göre, "Eşitlikçilik bir başarı değil, sosyalizmin gelişmesini engelleven ciddi bir sorun. tyi çalışan bir işçi ile iyi çalışmayan bir işçinin aynı iicreti alması adil olamaz." Çekoslovakya'da bugün ortalama gelir 2 bin 300 kron dolayında. (Bir Çekoslovak Kronunun değeri resmi kurda 100 TL.). Sıradan fabrika işçileri 2 bin, memurlar 3 bin kron dolayında kazanıyor. Ücret olarak gelir, yüksek görevliler arasında 6 bin kronu aşmıyor. Görüldüğü kadarı ile pek çok ülkede olduğu gibi Çekoslovakya'da da bireysel refahın temel ölçüsü otomobil sahipliği. Yerli bir Skoda ya da bir Rus Leda'sının fiyatı 70 bin kron dolayında. Bir Praglının sözleriyle, "Tahmin edebileceginiz gibi, bir işçi ya da memunın otomobil sahibi olabilmek için yıllarca para biriklirmesi gerekiyor. Gerekli parayı biriktirenlerin de baBaıılı turistlerin sayısını hızla arttırabihnek için (kimisi yabancı şirketlerle birlikte), lüks oteller yapılmakta, ülkeye turist çekme çabaları ne mutlu ki Prag'ın yenilenmesini de beraberinde getiriyor. 9 ile 18. yüzyıl arasında yapılm'ış binalardan oluşan ve savaşta hemen hiç zarar görmemiş olan eski Prag, kelimenin tam anlamıyla bir "mimarlık müzesi". Romanesk, Gotik, Barok, An Nouveau vb.. tarzdaki binlerce, on binlerce mimari değer taşıyan bina onarılmayı bekliyor. Son yıllardaki gayretlerle onarılan Prag kalesi ile eski şehir meydanı ve civarları herhalde dünyanın en çok görülmeye değer iki üç yerinden biri. Ama eski Prag'ın 2. Dünya Savaşı'ndan bu yana el sürülmemiş ve insana 1940'larda yaşanıyormuş hissini veren kesimlerinin kasvetini dağıtmak için daha belki kaç 10 yıl gerekecek. Beklenen reformlarla Praglılar zenginleşecek ve eşsiz kentlerinin onarımına kişisel çabaları ile de katılabilecekler mi? Retuımlarla izin verileceği umulan aile işletmeleri ve belki birkaç işçi çalışııran küçük işletmeler, Ülkenin genel refah düzeyini yükseltecek mi? •Bir Praghya göre Çekoslovak halkı, kentlisiyle köylüsüyle sabah saat 07'den öğleden sonra 16'ya yalnızca 8 saat çalışmaya alıştı. Oysa, bir aile işletmesi kurup, para kazanmak için çok çalışmak gerek. Bu zahmete kim katlanacak?.. öte yandan, Tuzexlerden alışveriş edebilmek, daha iyi yaşayabilmek için bazılarının iki ayn işte 8'erden toplanı 16 saat çalıştıklan da biliniyor. Bakalım 1987 sonbaharı Prag'a ve Çekoslovakya'ya nc getirecek? Ama bu bahann 1%8'dcki bahara pek benzemediğine hiç kuşku yok. iki parçası. Sıcak ve Madonna. Nereye giderseniz gidin sizi hiçbir zaman yalnız bırakmayan ikili. Köşe başlarında bulunan ve bizim Kumkapı'yı andıran meyhanelerde içen akşamcılar, Madonna ile efkârlamyorlar. Artık bir plakçı dükkâmna giren gençler, Araplann ünlü sesi Firuz'u değil Madonna'nın kasetlerini soruyorlar. Lazkiye'de her köşe başında bulunan Hafız Esad'ın fotoğraflannın yanında Madonna da yer almaya başlamış. Madonna sadece bir simge. Tüm Modern Talking topluluklannın kasetleri sadece Lazkiye'de değil Suriye'de peynir ekmek gibi kapışılıyor. Devlet Başkanı Hafız Esad, her konuşmasında, Amerikan emperyalizmini ne kadar kötülerse kötülesin yeni yetişen gençlik, Amerikanvari yaşamı benimsiyor. Aslında bu yaşamın yavaş yavaş ülkeye girmesinin nedeni de yönetimde bulunan Baas Partisi. 1950*10^16 var olan katı sosyalizmin Esad ile yumuşamasından sonra ülkede özel girişimlere yer verilmiş. Ülkenin dışarıya gittikçc aç.lması ise gençlerin dünyayı tanımasına ve Batı'ya ilgi duymasma neden olmuş. Rahatına düşkün olan Suriyeliler, aynı diğer Akdeniz ülkelerinde olduğu gibi siestasından hiç vazgeçemiyor. Zaten ülke yönetiminin de en şikâyetçi olduğu konu geleneksel tembellik. Arapçada bukra, yarın anlamına geliyor. Halkın en çok kullandığı kelime. Ama o 'bukra'lar bir türlü bitmek bilmiyor. Kahvelerde oturan her yaştan insan, nargilesini ve bir dikişte içilen nıırralarını iş saatinde bile ardı ardına deviriyorlar. Burayakadar gelip de ünlü rmrradan tatmamak olur mu? Küçük bir fıncan. Sapı yok. lçine bir cezveden fincanın yarısına kadar koyu bir madde dökülüyor. Adet, bir dikişte içmekmiş. Bunun tersi olursa iki yudumda içersen mırraya saygısızlık sayıiıyor. Biz de şekersiz mırrayı bir dikişte içtik. Boğazımızı yakan acı mırranın etkisiyle neredeyse elimizdeki fincanı yere atıyorduk. İyi ki atmadık. Yere atıp fincanı kırsaydık bu kez de kırılan fıncanın içini altınla dol«lunnamız gerekecekmiş. Kısacası bir mırra içmek, bize bir hayli pahalıya patlıyordu. Mırralı, Madonnalı güzel hayatta Lazkiyeliler için çekilmez olan tek şey var. O da trafik. İstanbul'un trafıği Lazkiye"nin yanında bir hiç kalır. Hayatınız bir direksiyonu tutan iki elin arasında gidip geliyor. Lazkiyeli şoförler sürat meraklısı. Sanki hepsi rallici. Lazkiye'de başınıza gelen en büyük felaketlerden biri kırmızı yanarken bozulan bir trafik lambasına rastlamak. Trafik lambaları kırmızı ışıkta bozulup kaldı mı, arabalar yaklaşık yarım saat kadar beklemek zorunda kalıyor. Çevrede bulunan trank polisi ışığın bozulduğunu bilmesine rağmen yine de geç işareti vermiyor. Sıcak bir yanda, bekleme sıkıntısı bir yanda. İşte, Lazkiye'deki yaşamın kısa bir özeti. Madonna, mirra ve trafik. Sıcak ise kimsenin umurunda değil. Bizim umurumuzda iklimin değişecek hali de yok. Istanbul'dan Lazkiye'ye yaklaşık bir ay kalmak için gelenlerin yapacağı tek şey var. O da, Boğazın tatlı ve serin havasını duşlemek. Ve mırranın da yanına yaklaşmamak. Londra'dan Pey&amber EDtP EMİL ÖYMEN LONDRA Ragıp Duran Londra'dayken tarutmıştı James Anderton'ı. "Misyoner sakallı, derin bakışlı, iri yan bir a d a m " diyerek. "Apoletli üniforması daha da irileştiriyor ciissesini. Beyazıt Camisinin oralarda dolaşsa pek göze batmaz belki." Anderton, geçen ocak ayında AIDS'lilerden "bunlara müstahak" diye söz edince pek. bir ayıplanmıştı. " B u n l a r a müstahak" diye içinden düşünenler de, öyle düşünmeyenler de koro halinde "yok, daha neler" diyerek Andenon'un üzerine yürümüşlerdi. Sade o kadar da değil. "Kendimi tamamen yüce Allah'a emanet etmiş bir insanım. Tüm benligimi yüce Allah'a ve Hazreti tsa'ya adadım. Belki de bu yüzden Allah. kullan arasına beni resul gönderdi" dediğini yazmıştı Ragıp Duran. Anderton'a "sus, otur, işini yap, fazla konuşma" dedibüyükleri. Ama insan peygamber olunca durur, oturur, susar mı? Bir sabreder, iki sabreder, sonra bakar insanlığın "içine yuvarlandığı felakete" ve konuşur. Andenon açtı ağzını ve "Irz düşmanlannı hadım etmeli" dedi. Böyle düşünen düşünmeyen herkes yine üstüne yürüdü. Hadımasyona kim karar verecek? Peygamber polis mi? Yoksa sadık cemaati mi? Her peygamberin bir cemaati vardır ya, bununki de her halde Muhafazakâr Pani'de yuvalanıyor. Çünkü cemaat de bu kez, "Irz düşmanlannı asmalı" demeye başladı. Böyle peygambere böyle cemaat. Gelecek ay başında Muhafazakâr Parti kurultayı hele bir toplansın, bütün ceiiaıseverler, başbakanın sol ilerisindeki mikrofona yapışıp "idam cezasını geri getirelim" demeye başlayacak. Peygamber polisin cemaati konuşacak. Onu ayıplayanlann çoğunun, içinden "bana da lercüman oluyor" dediğini hissetmemek mümkün değil. Böyle cemaate böyle peygamber. New York'tan Metrodaki rüya Gece saat biri vurmuştu. tnce uzun Sudanlının önündeki tablada yanan tütsü havaya sinmiş idrar kokularını silemiyordu. Tekerlekü sandalye ile kıvırcık saçlı adam geldi, kemanalar saygıyla çalmayı kestiler. Birinin kemanını alarak çalmaya başladı. Caz çalanlar müziği kesip onu dinlemeye başladılar. İki iri adam getirip bir piyano bıraktılar. İki güzel kadtn gelerek kemana eşlik etmeye başladılar. Başı açık iri adam kalabalıgın arasından elinde flütüyle fırladı. ERGLN AKLEMAN NEW YORK Gece saat biri vurmuştu. Times Square'deki metro istasyonu hâlâ canlıydı. Devamlı geçen trenlerin gürültüsü, bir kenarda çalan saz caz grubunun müziğini böluyordu aralıklarla. İlerde bir yerde iki uzun boylu tezat renkli kemancı Brahms'tan bir şeyler çalıyordu. Polis köpekleri ise akordsuz havhyorlardı. İki adam duvara ellerini dayamışlardı. Amerikalı zenci Müslümanlara, Müslümanlığı kendilerinin öğretiyor olduklarını iddia eder. İnce uzun Sudanlı'nın önündeki tablo da yanmakta olan tütsü havaya sinmiş idrar kokularını silemiyordu. Yere oturmuş şişman Koreli kadın işlemeli kadın terlikleri satıyordu, Tu Daah... Tu Daah... Nays... Kimsenin terlik almaya niyeti yoktu. Korkunç bir güriiltüyle gelip gidiyordu trenler. Siyah elbiseli, siyah kravatlı, bond çantalı bir adam seks famaziieri diye bir dergıyi çektı aldı standtan.. Zenci kadına parasını uzattı. Şifreli bond çantasını açtı, dergiyi evrak gözüne yerleştirdi. Yürüdü. Tekerlekli sandalye ile kıvrak saçlı gözlüklü bir adam geldi. Kemancılar saygıyla çalmayı kestiler. Birinin kemanını aldı. Çalmaya başladı. Caz çalanlar müziği kesip onu dinlemeye başladılar. İki iri yarı adam getirip bir piyano bıraktılar. Sonra iki güzel kadın piyanonun başına oturdu. Öylesine birbirlerine benziyorlardı ki ikiz olduklarına iddiasına girebilirdim. Kemana eşlik etmeye başladılar. iri yarı başı açılmış bir adam, kalabalıgın arasından elinde flütüyle sıynldı. Metronun içi inanılmaz bir müzikle doluyordu. Trenlerin gürültüsü duyulmaz olmuştu. Müzik New York New York'un unutulmaz melodisine dönüştü. Birden Robert de Niro beyaz ceketi ve siyah papyonuyla fırladı. Saksofonunu üflemeye koyuldu. İnsanlar dansa kendilerini koyverdiler. Günlerden pazartesiydi. Pazartesileri Woody Allen'ın klarnet çaldığını düşündüm. Ben düşünürken bir adam omzuma dokundu. Şey yani rica etsem... Geçebilir miyim acaba... VVoodv Allen geçti. Klarnetiyle katıldı şenliğe. Gözünün önünde koca bir orkestra oluştu a n arda. Katılanlarla. Mest olmuştum. Aniden bir Japon geldi. Bastonunu uzattı. Bir an susan müzik tekrar başladı. Ben de müziğe içimden eşlik etmeye başladım. Nihansın Dideden... Omuzumu dürtme bırak uyuyacağım. Gözümü açtım zorla. Bir polis. "Cebinize bakarmısınız," dedi. Bütün param çalınmıştı. Polis anlattı sonra. Tütsü yerine esrar yakmış Sudanlı. Bütün istasyon uykuya dalmış. Sonra da gelip hepimizi soymuşlar. Dışarı çıktım. Soğuk hava aklımı bira/ başıma getirdi. lshkla Nihavent Longa'yı çıkarmaya çalıştım.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle