22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Babamdan ummadığım sürpriz: azı, oyun taslakları, notlar, döktüğüm dertler, ne anlama geldiği belirsiz yüzlerce nokta ve ilkel çiçek resimleriyle dolu defterlerimı kucağıma yığmışım. Yazı masasımn dibinde, yerde öylece oturuyorum. Gözlerim, sedirin başucuna asılı bir ut ve annemle babamın sözümona birlikte çekilmiş fotoğrafları arasınGÜNER SÜMER da gidip geliyor. "Yann Cumartesi" ve Büyükbabam, utu "Baba ile Oğul"u yaz duvardan indiriyor, içli dığı ydlardaki Güner. bir şeyler çalmaya başBabamız onun yabancı Iıyor. Sanki şimdi, anbir ülkede tiyatro eğiti nemle babamın üstlerinmi görmesini duymak de, bu fotoğraf çekildibile istememişti. | j günkü zorlanmış neşeleri yok. Biraz üzgün, biraz mahcup ve çaresiz çocuk bakışlanyla bakıyorlar. Hiç değilse, artık işte bugün, yeni bir yaşam biçiminin kurulmaya çabalandığı dönem içinedoğmuş dört çocuğu büyüttükten sonra, evet şimdi, aradaki bütün boşluklan kapatmaya çalışıyorlar, ama yapamıyorlar. Hani, önlerinde sallanıp duran bir sahncağa atlamak isteyip de, onu bir türlü yakalayamayan çocukların utangaç, üzgün halleri... Babamı ilk oyunumuzun sahnelenişine, o en heyecanb geceme çağırdığun zaman, bana'bağırnuştı. Tiyatroya bir izleyici olarak gitmekle yetinmemiştim. Bir de, 'tiyatro denen şey'e, doğrudan katkıda bulunmaya yeltenmiştim. CUMHURİYET/8 13 EYLÜL 1985 DaktHo makinesi MUŞERREF HEKİMOGLU Y 5 GÖÇ TEMİZLÎGİ Geri çevrilmemeliydim. Ama babam için tek haklı istek, karrumızın tok, sırtımızın pek, uykumuzun da zamamnda, yeterli olmasıydı. Bu ölçüler içinde bana bir yazı makinesi alınmasına hiç yer olamazdı. Sanınm anneme, bir başkasının ozlerruni dile getirir gibi: "Ah, hayatta bir yazı makinem olsa!" demişim. Annem anlatmıştı. Öylesi bağırdan kopma bir "Ah!" Babam, hiç işitmezden gelmişti. Bitti. Bütün umutlar süindi. Artık kimbilir ne zaman, bir gün, belki, kendim para kazanırsam, ilkönce yazı makinesi alacağım... ~ Ankara'ya döner dönmez iş aramayı düşünüyordum. Kendime, kendi kazancımla bir yazı makinesi alacağım, yoksa verem olacağım. ADALET AĞAOĞLU tinnen biiyük... galiba 'duyarsızlık' diyecekti, ama, aym tonda, aynı anlama gelecek biçimde"...biiyük cesaret!" demişti. Oyun nasıl sahnelendi, oyuncular nasıl oynuyorlar, yülar önce çıkmadığım selama, şimdi çıkacak mıyım, ne yapacağım, diye diye yanı başımda unutup gittiğim anneme balctım hemen. Yüzü, herkes, "işte yazann annesi bu hava emici, sıkı denetimci annelerden biri", diye suçlanıyormuşcasına saklanacak delik arayan bir anlamla yüklü. Sararmıştı: "Bize öyle ögrettiler, iyi olduğunu sandık.' Ona sanlıyorum. Avazım çıktığı kadar haykırmak istiyorum. "Ben asıl senin, bepimizin havasını çalan bir düzeni yazdım, anne!" Haykırma yerine bir fısıldayış. öyle ya, sahnedeki oyun çığlığını atamamışsa, benim ek bir çığlık atraamın ne yaran olurdu ki Annem de biliyordu, neyin ne olduğunu, ama bu bilgisi bile, yazann annesini sahnedeki annelerle özdeşleştiren, bu arada o annenin de bir kurban olduğunu unutup giden bakışlar altında eriyip yok oluyordu. uzak, yabana bir ülkede, Paris'in güngörmez, daracık, eğik tavanlı bir odasında yazmıştım. Güner, iki yıldır orada tiyatro eğitimi görüyor, bana, benimkine çok benzer, belki benimkinden de kötü bir odada yazdığı "Baba ve Ognl'"u okuyor, ben hıçkınklara boğuluyorum. Bu oyunda ne vardı beni o kadar ağlatan? Sahaflar Çarşısı'nda Musahipzade Celal'i keşfedeli çok olmuştu. Bütün birikmiş paramı verip, o açık yeşil karton kapakh eski ciltleri almış, Güner'i kıskandırmıştım. Bu oyunlarda eski çarşı esnafının, sultanlann, beylerin, cariyelerin, yaşmaklı feraceli kadınlann dolaştıklannı görmüştüm. Onlann yaşam biçimlerini artık Moliere'in uşakları, efendileriyle karşılaştırabiliyordum. Her karşılaştırma, beni dosdoğru felsefe, tarih, toplumbilim kitaplarına, yeni romanlara yöneltiyordu. Kimimiz hayatı yaşarken, pek çok da seyrettiğimizi, seyir sırasında bilemeyiz. Sonraları kendimi bile, kendi dışımda bir gözden incelediğimi ayırt ettim. Hayaün içine dogru, ağn çekinik adımlarla yol alıyordum. O hayatın en çetin yanının, zamanı algılamak olduğunun bilincine ise yıllar sonra vardım. Bu algılayışta Pagnol'un kuyucu babası ile Dos "Haydi, babanla gtt" abam, sabah, Istanbul'daki işlerini görmeye çıkıyor. Benim suratım altı kanş. Ona, "İyi sabahlar", falan demek istemiyorum. 'Ah'ımı işitmiş olmalıydı. tşittiğini bile belli etmemişti. Her şey bitti! "Haydi, bugün sen de benimle gel" diyor babam. Bu kez ben onu işitmemiş gibi yapıyorum. "Gelecek misin?" diye soruyor. Omuz silkiyorum. "Haydi" demişti annem, ayıplar gibi dudağını ısırarak, 'Haydi babanla git." Onunla gidip de ne olacak? O sıcak, nemli gunde beni yine Mahmutpaşa'da, Marpuççular Çarşısı'nda dolaştıracak. Yanı sıra sürükleneceğim; ağustos sıcağında naftalin kokan dar, karanlık dükkânlara girip çıkacağız. Yazı makinesi satan dükkânlann önünden bile geçilmeyecek. Ceketini giyip, son bir kere: "Geliyor musun, gdmiyor musun?" diye bağırmıştı bana. Sesi çok sertti. Yüzu soğuk, uzak. Anneme, 'gör işte suratsızı' gibilerden bakmıştı. Annem üsteliyor: "Haydi, haydi babanla git..." Asılırcasına gidiyorum. Kaldığımız yapının tozlu mermer merdivenlerini iniyoruz. Yüksekkaldınm'ın merdivenlerini de... Annemle babamın fotoğraflannda olduğu gibiyiz. Babamdan yanm metre açıkta yürüyorum: Beni hiç sevmiyor, hiç anlamıyor... Kan ter içinde köprüyü yürüyeceğimizi, karşıya geçeceğimizi sanırken, sağa, Bankalar'a kıvnİıyoruz: Herhalde bankalardan birinde işi var... B "Ben ti\ atroeu olacagım " gece babama o kadar kınlmıştım ki!.. Üstelik, küçük kardeşim Güner'i de baştan çıkardığımı söylemişti bana. Şu kadarcık bir yeni yetmenin, "Ben tiyatrocu olacagım" diye tutturması hep benim yüzümdendi. Bütün kötülükler benden çıkıyordu işte. Kimseyi mutlu edemiyordum. Neyse ki, annem yanımdaydı. öteki iki erkek kardeşimle babamdan o da ağzının payını almıştı ama: "Hep senin yüzünden!.." O gece, annemin azarlanmalanna da neden olmuştum. Beni yalnız bırakmayan annemin fotoğraftaki bakışlannda yine de yalnızlık ötesi bir şeyler yakahyorum. Ne olmuşsa olmuş, ama kimse onun iç dünyasına dokunamamış. Geçen yıl, 1982, çok karlı buzlu bir Ankara gecesinde, artık içe atmalara direnemeyen yorgun kalbi, annem adına haykırdığı zaman, onu Hahm'le yolda elimizden kayıp gitmeden hastaneye yetiştirebilmiştik. O geceden sonra, on beş günlük ömrü varrruş. Okuduğu son kitap, Necati Cumalı'mn "Makedonya 1900"ü. AJtmış birinci sayfada kalmış. Bir gün önce, "Gttzel bir kitap seçmişsin bana. Babam, dedem, çocukluğum geçiyor gözlerimden" demişti. Bana, Makedonya göçmenı tabip' dedenin kariadı altında geçen çocukluk günlerini birkaç kez anlâttı. Savaş çıkmadan, her şey darmaduman olup gitmeden... "Biiyük deden tabip eczacıydı. Biiyükbaban, tek oglu. Savaşta da, banşta da ortadan yok olurdu. Savaşsa ölmek için, banşsa yaşamak için... Bazen aylarca, bütün bir yıl yiiziinü görmezdik. Anneannen, ben beş altı yaşlarındayken öJdü. Teyzelerini ve beni halaJanmız yanlanna aldılar." O vcilik Oyunu 'nun İstanbul Şehir Tiyatrosu'ndaki sahnelenişine annemi de götürmüştük. Perde kapandıktan sonra anneme baktım hemen. Sararmıştı. 'Bize böyle olduğunu ögrettiler, iyi olduğunu sandık..' Ona sanlıyorum. Avazım çıktığı kadar haykırmak istiyorum. 'Ben asıl senin, hepimizin havasını çalan bir düzeni yazdım, anne!..' Haykırma yerine bir fısıldayış. Öyle ya, sahnedeki oyun çığlığını atamamışsa, benim ek bir çığlık atmamın ne yaran olurdu ki?.. itrindeki daktilolara bakarken babamın sesini işittim. Bir homurdanmaydı: 'Bak bakalım hangisini beğeneceksin?' Ben Olivetti beğendim. Babam, hiç hoşnut olmadığımı, beni yine sevindiremediğini sandı.. Babama, bana bir yazı makinesi aldığı için ne kadar sevindiğimi bile gösteremedim... Hermesler, Olivetiüer görüyoram ysa, hiçbir bankadan içeri girmiyoruz. Sağ kolda yazı makinesi satan dükkânlar var; onların önünden yürüyoruz. Babam, arada bir duruyor, gözlüklerini takıyor, dikkatli dikkatli maVinelere bakıyor; geçiyoruz. Yine gözlüğünü takıyor, bakıyor; geçiyoruz. Yüreğimde gümbürtüler, yan umut, yarı umutsuzluk, çokça da öfke: Bana işkence etmek istiyor... Ediyor. O vitrinlerin önünden geçiriyor beni. Olimpiyalar, Hermesler, Olivettiler görüyorum. Fakat, bakmıyor, görmüyor gibi yapıyorum. Nasıl olsa içlerinden hiçbiri benim olmayacak. Üçüncü dükkânın önündeyiz. Orada, camın gerisinde daha bol çeşit var. Babamın kalın camlı gözlükleri gözünde, bakıyor, bakıyor, ama bir şey anlayabildiği söylenemez. Herhalde salt fıyatlarına bakıyor. Sesini işittim sonra. Bir homurdanmaydı: "Bak bakalım, hangisini begeneceksen..." Yazı makinesinden, tam da o kadar yaklasmışken, cayabilirim. öyle. lnsanın yitirecek hiçbir şeyi olmamalı. Bir yan makinesi özlemi bile olmamalı. Ben bir Olivetti beğendim. Babam, hiç hoşnut olmadığımı, beni yine sevindiremediğini sandı. Paris'te eğik tavanlı odada, sekiz yıllık evli, otuzlarmı geçmiş bir kadın olarak, 'Güner'in "Baba ve Ogul"unu dinliyorum, çocuklar gibi hiçkırıyorum. Bankalar Caddesi'nde, o Olivetti benim olduğu zaman akıtamadığım bütün gözyaşlanmı akıtmıştım; kimse kimseyi tanımıyor, en ince, duyarlı anlar, bu bilinmezlik ortasında yokmuş gibi solup gidiyor. O V abipeczacı dedenin Sivrihisar'daki konağını görmüş gibiyim. Annem, o evi bir kez ve çok güzel anlatmıştı. Duvarların içinden geçen sıcak su borulan, gün vunınca renkleri belirginleşip odaları alacalayan vitraylar, süzme boncuklu îamba abajurlan... Bütün bu, belli bir rahatlık ve pek çok incelikle dolu hayat, topu topu beş altı yıllık. Annemin, bütün ömrü boyunca bize yetirmeye çalıştığı. O ev, o evi bir ineğe değişen büyükbabam. Hepsi, Akşamüstü. Ut sesi, ut sesinin izi. Böyle bir hikâye... "Bir Piyes Yazahm"dan aşağı yukan on yıl sonra ortaya çıkan "Evdlik Oyunu"nun İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda sahnelenişine annemi de götürmüştük. Kadıköy bölümü. tlk gece. Ellerim buz gibi. Birini annemin kolunun altına soktum. Öteki yanımda Halim. öyle ya, on yıl önce de, ilk oyunun sahnelenişinde annem beni desteklemek için yapayalnız değildi. Orada Halim de vardı. Onunla yeni tanışmıştım. Annemi, kızına ettiğı suç ortaklığı duygusunun yersizliğine inandırabildiğini sanmıştım. Perde açıldı. "Evcflik Oyunu"nu izliyoruz. Annemi unutmuşum. Oysa, bu oyunu yazarken onu ne kadar düşünmüştüm. Kendi tutsakhklarımı değil, onu. Oyundaki anne olarak değil, oyundaki kız olarak, onu. Ama ne fark eder? Anne de bir zamanlar kızdı. Kız da sonra anne... Oyunda, cinsler arası en doğal eğilimlerin aile, çevre, toplum tarafından nasıl baskı altında tutulduğunu, kadını erkeğiyle bu kadar gözlenişin nice bungun, hastalıklı yasamlara yol açtığını dile getirmeye ça.lışmıştım. T Ut sesi, ut sesinin izî KULEDtBtNDE Kuledibi'nde, Galata apartmanlanndan birinde, yerlere serilmiş yataklarda yatıyorduk... Bir gün Yüksekkaldınm'ın merdivenlerini inip... Gözlerim, sedirin başında, lambanın yanında duran, tahtadan oyma, antika sigara laıtusuna takıhyor. Sonra, duvardaki, kara, kırmızı kalemlerle çizilmiş, 'Güner'in çok uykusuz resmine. Bu resmi Fikret Ürgttp çizmişti. Alanya'nın Yeşilköy'ündeki evdeydik. Güner. yıllarca özlediği, sonunda bulduğu tiyatrosundan, AST'tan artık uzak, hayli yıkkın... Bunu ele vermek istemeyen yapay coşkunluklan... Deniz kıyısmdaki eve Fikret Ürgüp'le gelmişti. Oradaki bir başka fotografta, kmk bir koltuk, bir çam ağacının altında, hafif yan yatmış, kırık tahta koltuk. Güner'in son yıllannda Büyükada'da tuttuğu eski, ıssız evi kuşatan çamlarm dibinde: Kırgın bir koltuk. toyevsld'nin thmeaev'i ve benim babam birbirine kanşıyor, sonra birbirlerinden aynhyorlardı. Bir yazı makinesi istiyordınıt abamız, Güner'in yabancı bir ülkede tiyatro eğitimi görmesini işitmek bile istememişti. Aralarında, benim sessiz direnişlerime hiç benzeraeyen büyük kavgalar patlak veriyordu. Bu çatışmalarda, yüreği yorgun annemin yükünü birazcık olsun hafifletmek istiyorum, ama bu kez de babamı yalnızlaştırıyorum. Bana sırt verecek bir ablam olmasını o kadar istemiştim ki, sanınm şimdi bu özlemimi Güner'e desteklık ederek gidermeye çalışıyordum. Ankara Radyosu'nda bir işim, küçük maaşım... Sanki böylece, babamın elindeki bütün baskı araçlarının değerini sıfıra indireceğim... Babam, hiç ummadığım halde, hiç ummadığım bir zamanda bana bir yazı makinesi de almıştı üstelik. Kendine çok karşı olan bu şeyi bile yapmıştı. Liseyi bitirdiğim yıl, annemle birlikte beni ve Göner'i alarak Istanbul'a getirmişlerdi yine. Kuledibi'nde, Galata apartmanlanndan birinde, yerlere serilmiş yataklarda yatıyorduk. Kapıcının karısının ispirto ocağında kızarttığı patlıcanları yiyorduk. Babamız, bizi neden böyle yerlerde yatınyor, neden güzel lokantalara götürmüyor, diye üzülüyorduk. Çocukluk ve gençlik aklımız, hep dışa dönük pırıltılarla avlanıyordu. Babamızı vurdumduymaz buluyor, ona fazla yaklaşmıyorduk. Zaten o da kendisine fazla yaklaşmamız için hiçbir şey yapmıyordu. İşte, bir yazı makinesi istiyordum. tlkokulu bitirince, beni ortaokula göndermesini istediğimden beri ondan hiçbir şey istememiştim. îsteklerimde kesin haklı olmabydım. B "Yeni yılın kutlu olstm anacığnn" alkıyorum. Lise defterleri kucağımdan dökülüyor. Oymalı tahta kutu. Kapağım kaldınyorum. İçinden, kurumuş bir demet kırçiçeği çıkıyor. Dokunur dokunmaz ufalanıyor çiçekler. Onlan avucuma boşaltıyorum. "Yeni yılın kutln olsun anacıgım!" Oysa, bir gece önce, "Yahu, kırk yıldır yazar olacağım diye didinip dunıyorsun; bu yüzden, knrdugnn o güzei sofralarada hasrel kahr olduk!" diyerek damanna bastığı için birbirinize girmemiş miydiniz? Avucumda Güner'in ertesi gün, gönlümü almak için getirdiği bir tutam kırçiçeğinden arta kalanlar... O gürüer henüz bu kınk tahta koltuk yoktu. Umutlarla doluyduk. Yıl 1963'tü ve "Evcilik Oyunu"nu, bu oyunu bana yazdıran her şeyin fışkırdığı topraklarda, kendi toplumum içinde değil, K. abama, bana bir yazı makinesi aldığı için ne kadar sevindiğimi bile gösteremedim. Güner, beni ağlattığından pek hoşnut, bir gün önce, işportadan ucuza satın alıp, her gece tiyatro dönüşlerinde sırılsıklam olmaktan beni kurtaran uçuk mavi şemsiyeyi kaptığı gibi. tavanarası pencereden aşağı fırlatıyor. Şemsiyenin düşebileceği bir yer yok. Pencere, üstüste yığışmış çatılara bakıyor. Küçük bir 'tak' sesi işitmiştim. Küçük bir 'tak' sesi işitiyorum. Dergilerin arasında "Yeni Ufuklar"da yayımlanmış bu tek perdelik oyunu ararken, Güner'in armağan ettiği oymalı tahtadan kutuyu yere düşürmüşüm. Avucumdaki kuru çiçekler yerlere saçılmış. Ufalanmış kırçiçeklerini yanımda götüremeyeceğim artık. Zaten, onun can çekiştiği bir hastane odasında pencereyi açmamış, dışan doğru sessiz bir çığhkla, "Ben yanımda götünneyecegim hiçbir şeyi!" diye bağırmamış mıydım? B Knçük bir sesi Hürrem Arman'ı uzun yıllar göremedim, ama her zaman anımsarım, Ankara'daki evimizde bir söyleşiyi düşünürüm. Beşikdüzü Köy Enstitüsü'nü anlattı bize. Karadeniz'deki balıkçılık öyküsünü.. Öğrenciler, deniz de bilmiyor, balık da... Ama Tonguç Baba, deniz kıyısında birenstıtü balıkçılıkla uğraşıyor, diyor. Hürrem Arman kolları sıvıyor, ağları atıyor Karadeniz'e, her gün kaç ağ, kaç kilo balık tuttuklarını da Ankara'ya Tonguç'a telliyor. Ankara'dan da 'yetmez dabsl' telleri geliyor her gün. Hürrem Arman da, genc oğrenciler de balıkçılık uzmanı oluyorlar kısa sürede, iş içinde eğitimin gereği. Bu balıkların huyunu suyunu öğreniyor, tutulan balıkları Türkiye'deki tüm köy enstitülerine yolluyorlar. Balığın tadını bilmeyen köy çocukları fosfora bulanıyor, köyler balığa bulanıyor, artan balığın tuzlaması yapılıyor, sonra Italya'dan bir öneri Beşikdüzü'ne, ünlü bir firma işbirliği, ortaklık istiyor, ihracata yönelik bir çalışma, ama yabancı ortaklığına yanaşmıyor enstitü yöneticileri. Hürrem Arman ören'e geldi geçende, bir sabah Kahvaltısında buluştuk. Sunar Sıtesi'nde avukat Mehmet Ali'nın balkonunda, Oren'de bir kahvaltı doğal bir şölen gibi. Esmer ekmek, san yeşil çizik zeytinier, sepet peynirien, folluk yumurtası, yayık yağı, sonra ev sahibesinin ürünü şeftali ve karadut reçelleri. Bir çay, bir çay daha, söyleşimiz koyulaşıyor... Mehmet AN Şengül, Nevşehir'in Uçhisar köyünden ve de Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nden, yüksek bölümü de bıtiriyor, bir süre sonra da hukuk öğrenimine başlıyor, Mersin'de avukat şimdi. Hürrem Arman gülüyor. 6u çocuklar dışlanmaya geiemez, İstanburda da birkaç öğrencim var, hepsi çok başanlı dallannda, yeni bir yaşam biçimi oluşturuverdiler. Kimbilir nasıl bir savaştan sonra değil mi? Hürrem Arman'ın üç öğrencisi var Sunar Sıtesi'nde, Şükrü Koç, Talip Apaydın, Mehmet Ali Şengül, üçü de Hasanoğlar^ tın yüksek bölümünden. Hasanoğlan'dan söz ederken, hepimiz hüzünleniyoruz. Ben fakültedeyken gittim bir iki kez. Bozkırda bir çiçek bahçesi diye anımsarım. Sonra da düşünürüm, o bahçenin solması kaçınılmazdı, köy enstitüleri yaşayamazdı o koşullarda... Hürrem Arman'a da söyledim bunu. Enstitüler güzel bir amaçla kuruluyor, masalsı olaylar yaşanıyor, ama bir de Türkiye'nin gerçeği var, ağalık düzeni sürerken köy çocuklarını uyandıran, aydınlatan bir yöntem yürüyemezdi... Kahvaltı sofrasında çok ilginç bir olay anlattı Hürrem Arman, doğulu ağalardan biri 1950 seçimlerinden önce Ankara'ya geliyor, Demokrat Parti yöneticilerine şöyle diyor: Su enstitülere komünist diyenlere katHmryorum, ama kapamazsanız oy beklemeyin... Bu ağa Kinyas Kartal mı acaba? DP'lileri güzel uyarıyor. Uyandırılan köyiü eğriyi doğrudan ayınyor, oyunu ona göre kullanıyor çünkü, oy bekliyorsan uyandırmayacaksın, tersine masal söyleyeceksin, yasadışi dinsel eğitime göz yumacaksın, TV'de geçmişe özlemi geliştırerek beyin yıkayacaksın, afyonlayan bir politika ızleyeceksin. Bugün de öyle yapılmıyor mu? Bu kez öğrendim, CHP'nin amblemi altı oku Tonguç çizmiş... Altı okun uçları aşınmasaydı, çağdaş bir politikayia uygulansaydı, köy enstitüleri kapanır mıydı acaba? Ancak ödünler Inönü döneminde başlıyor, Hasan Âli Yücel'den sonra, Reşat Şemsettin Sirer oturuyor Milli Eğitim Bakanlığı koltuğuna. Kimbilir, o dönemin koşullarında İnönü bir gerileme politikasını yeğledi belki de. O dönemde altı okun sivriliği kalmamış zaten.. Kak saydı bugün nasıl bir Türkiye, nasıl bir toplum olurduk, yakın tarihimizde birçok olay yaşanır mıydı, yaşanmaz mıydı, diye düşünmek gerekir bence. O altı ok, çağdaş bir yöntemle işleriiğini koruyabilseydi, demokrasi daha sağlam bir temele oturabilirdı belki. Çünkü daha başka bir siyasal altyapı oluşabilirdi. Bugünkü sancılar o altyapının oluşamamasından kaynaklanıyor kuşkusuz. Ayrıca bugün ters bir altyapı oluşuyor. Sayın Ozal oluşturuyor, Sayın Dinçerler oluşturuyor, TRT denetleme kurulunun raporları rafa kalkıyor, geçen gün kaytan bıyıklı bir delikanlı geldi kumda otururken. Af için ne düşünüyorsunuz, dedi. Af, geniş kapsamlı olmalı, toplumdaki beklentiler doğrultusunda delikanlı konuyu saptırdı birden Devlete karşı işlenen suçlar affedilemez, uygur devletinde de böyleydi bu.. Göktürkler de de... Sen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyırri dedim, kalktım denize yürüdüm, Kaz Dağı'nı seyrederek yüzdüm, delikanlıyı UralAltaylar'da bıraktım. Bugün böyle bir altyapı oluşuyor işte... Hürrem Arman'a sordum bir aralık. Bir eğitimci olarak en çok hangı Milli Eğıtım Bakanlarını beğeniyor. Necati Bey, Saffet Ankan, elbet Hasan Ali Yücel, dedi, kesti. Pekiyi Mustafa Üstündağ ya da Necdet Uğur... Onlar bir şey yapamazlardı artık, dedi, Bakanlığın düzeni çok değişmişti. Kimi eski CHP'li dostlarımı düşündüm, bir umudu tırmandırarak seçim kazandıkları günleri... Hükümet kurdular, ama iktidar olmadılar bir türlü, sonra da kimi AP'li dostlarımı düşündüm, onlar iktidar olmak için her şeyi yaptılar, hükümet kurdular, cephe kurdular, bakanlar oldular, başbakan oldular, ama yazık devlet adamı olamadılar. Olsalardı, bugün başka bir düzeyde olurlardı değil mi? Yanıt vermeyi, konuşmayı değil, susmayı yeğleherdı belki de... O kahvaltı sofrasında düşündüm, Hasan Âli Yücel için neleryazıldı 1950'lerde, netür kara çalmalar oldu. Ama Milli Eğitim Bakanı deyince akla gelen ilk isim "Yücel" değil mi? Bir köy enstitüleri olayı var ülkemizde. Saidırganlara en güzel yanıtı Hasan Âli Yücel'in hâlâ konuşuluyor. Yaşamında da, öldükten sonra da.. Asıl sorun burada galiba, kimi kişiler öldükten sonra da yaşıyorlar, kimi kişiler yaşarken ölmekten, unutulmaktan korkuyorlar. belki de bu nedenle çok hırçınlaşabiliyorlar. Bir politikacının, bir devlet adamının bu korkuya düşmemesi için kalıcı bir şeyler yaptığına inanması gerekiyor belki de. Yoksa onlara da rahat yok, bize de... Bir Söyleşi... Haykırma yerine erde kapandıktan sonra, orada bulunan yazar arkadaşlardan biri: "Anneni bu oyuna ge P Sayı: 1984/215 Davacı BağKur Genel Müdürluğü Veküi Av. Nurten DEMİRAY tarafından davalılar Zekeriye Çiğdem, H. Behzat ÖNGEL ve Ali ELETAŞ aleyhine açılan 113.557.52 TL. rücuan tazminat davasının yapılan yargılaması sırasında; Davalı "TarsusNamlukale köyünden" H. Behzat ÖNGEL'e duruşma günü ve dava dilekçesi gazete ile ilanen tebliğ edilmiş olup, duruşmaya gelmediği gibi, kendisini bir vekille de temsil ettirmediğinden, gıyap davetiyesi tebliğine karar verilmiş olduğundan; Yargılama günü olan 20.9.1985 günu saat 9.00'da duruşmaya gelmemesi veya kendisini temsile bir vekıl göndermediği takdirde bundan sonraki dunışmalann davalı H. BEHZAT ÖNGEL'in kati gıyabında yapılacağı ilanen tebliğ olunur. Basın: 23586 İLAN T.C. BOR ASLİYE HUKUK (İŞ) MAHKEMESİ Söreeek ÇAY İŞLETMELERİ GENEL MUDÜRLÜĞÜ'NDEN (10.000 TON TORBALI KURU ÇAY NAKLETTtRİLECEKTİR) 1 Kuruluşumuz işletmelerınden toplam 10.000 ton torbalı kuru çay Ankara çay paketleme fabrikasına teklif alma usulü ile nakletürilecektir. 2 Bu işe ait şartnameler; a) Çay lşletmeleri Genel Müdürluğü Satınalma MüdürluğüRize b) İstanbul Çay Paketleme Fabrikası Müdürluğü ArnavutköyKuruçeşme İSTANBUL. c) Ankara Bölge Stok ve Satış Müdürluğü , Maliye ve Gumrük Bakanlığı yanı kat: 7 OperaANKARA, adreslerinden ücretsiz temin edilebihr. 3 lhaleye kalılmak isteyen firmaların şartnarne esaslan dahilinde hazırlayacakları teklif mektuplannı en geç 23.9.1985 pazartesi günü saat 17.30'a kadar Çay lşletmeleri Genel Müdürluğü Satınalma MüdürluğüRİZE adresine iadelitaahhütlü göndermeleri veya belirtilen tarihe kadar makbuz mukabili elden vermeleri gerekir. 4 Postada meydana gelecek gecikmeler ile telgrafla yapılacak müracaatlar kabul edilmez. 5 Kuruluşumuz 2886 sayılı kanuna tabi olmayıp ihaleyi yapıp yapmamakta, kısmen yapmakta veya dilediğine yapmakta serbesttir. Basın: 23108 Dosya No: 1985/387 lpotekli olup satdmasına karar verilen gayrimenkulun; TAPU KAYDI: Akşehir Kileci MahaUesi Hıdırlık Cad. CUt: 4,Sahife: 297, Pafta: 46, Ada: 233, Parsd: 2'de kayıth 289 M2'lik arsanın 19/200arsa payh kat miılkiyetine çevrilı 4. katta 9 nolu daıre. tMAR DURUMU: Akşehir Belediyesi Fen Işleri Müdürlüğü'nün 16.7.1985 gün ve 42.042/868 sayıü yazıları ile "Imar planımıza göre 20K11 numaralı paftada yer almakta olup, bitişik iki kaüı inşaata müsait durumdadjr" denilmektedir. HALİ HAZIR DURUMU: Söz konusu taşımnaz, Kileci Mahallesi, Hıdırlık Cad. 32 sayılı apartmaıun 4. katında 9 nolu daıredir. Dairenin alanı 8085 M' olup, girişte bir küçük salon, ginş kapısının karşısında mutfak, gırişin sağında tuvaiet, banyo ile Hıdırlık Caddesi'ne bakan büyük bir " L " tipi salon ile girişin yan taraflannda 3 tane yatak odası mevcuttur. Dairenin tüm tabanı marley döşeme olup, tavan beton üzeri çatı ile kaplanmışlır. Duvarlar plas.ik boya ile bojanmıştır. Bir tane salon, bir tane de mutfakta olmak üzere iki tane balkon mevcuttur. Elektriği ve suyu olup, daıre KALORİFERLİDİR. GAYRİMENKUL AÇIK ARTIRMA tLANI AKŞEHİR 2. İCRA MEMURLUĞU'NDAN KIVMETİ: Sauşa çıkartılan gayrimenkul, 4. kat 9 nolu daire olup, elektriSj, suyu ve kalorıferi mevcut olup, yerinin de ana cadde üzerinde hulunması dolayısıyla, alım ve satım rayiçleri göz önüne alınarak bilirkişilerce 4.20O.000.O0 TL. (Dörunilyonikiyüzbinlira) takdir edilmiştir. SATIŞ ŞARTLAR1: 1 Satış 15 Ekim 1985 salı günü saat 11.00'den 11.30'a kadar Akşehir 2. lcra Dairesi'nde açık artırma suretiyle yapılacaktır. Bu artırmada tahrain edilen kıymetin ^75'ini ve rüçhanlj alacaklılar varsa aiacaklan mecmuunu ve satış masraflarını geçmek şartı ile ihale olunur. Böyle bir bedelle alıcı çıkmazsa en çok artırarun taahhüdü baki kalmak şartiyle 25.10.1985 cuma günü de saat 11.0011.30 aasında m alacağım ve satış masraflannı ve muhammen bedelin t 50'sini geçmek şartı ile en çok artırana ihale olunur. 2 Artırmaya iştirak edeceklerin, tahmin edilen kıymetin %10'u nisbetinde pey akçesi veya bu miktar kadar milli bir bankamn îeminat mektubunu vermeleri lâzımdır. Satış peşin para iledir, alıcı istediğinde 20 günü geçmemek üzere mehil verilebüir. Dellâliye resmi ihale pulu, tapu harç ve masraflan alıcıya aittir. Birikmiş vergiler satış bedelinden odenir. 3 ipotek sahibi alacaklılarla diğer ilgililerin ( + ) bu gayrimenkul üzerindeki haklarını hususiyle faiz ve masrafa dair olan iddialarını dayanağı belgeler ile onbeş gün içinde dairemıze bildırmeleri lâzımdır, aksi takdirde hakları tapu sırili ile sabit olmadıkça paylaşmadan hariç bırakılacaklardır. 4 Satış bedeli hemen veya verilen mühlet içinde odenmezse lcra ve Iflas Kanununun 133. maddesi gereğince ihale feshedilir. İki ihale arasındaki farktan ve °/o 10 faizden alıcı ve kefllleri mesul tutulacak ve hiçbir hükme hacet kalmadan kendilerinden tahsıl edilecektir. 5 Şartname, ilân tarihinden itibaren herkesin görebilmesi için dairede açık olup masrafı verildiği takdirde isteyen alıcıya bir örneği gönderilebiiir. 6 Satışa iştirak edenlerin şartnameyi görmüş ve münderecetını kabul etmiş sayılacakları, başkaca bilgi almak isteyenlerin 985/387 sayılı dosya numarasiyle memurluğumuza başvurmalan ilân olunur. 21/8/985 ( + ) hfüUer tabirine irtifak hakkı sahtpleri de dahildir Basın: 23581
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle