25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

22 HAZİRAN 2007 CUMA müzik YORUMLAR OSMAN ÇUTSAY mperyal merkezlerden doğruculuk, samimiyet, hakbilirlik, kısacası ve argomuzdaki karşılığıyla, herhangi bir “harbilik” beklenemeyeceğini hâlâ öğrenemeyenler var. SIPRI’nin raporları, başka şeyler bir yana, böylelerini de açığa çıkarıyor. “Barış Araştırmaları Enstitüsü”, sözde bağımsız SIPRI’nin son raporu, malum, ABD’nin dünya silahlanma yarışında rakipsiz kaldığını bir kez daha vurguladı: 2006’da askeri amaçlar için dünyada toplam 1.2 trilyon dolar harcanmış ve bunun yüzde 42’si ABD’ye ait. Tabii, küçük itirazlar da var. Bazı uzmanlar, ki bunlar hep solcu olur, Pentagon’un harcamalarına birtakım “görünmeyen kalemlerin” de eklenmesi halinde, ABD’nin dünyadaki tüm askeri harcamaların yarısını (yüzde 50) yaptığının görüleceğini ileri sürüyorlar. Amerikan nükleer silahları ve özellikle de “gizli servis” için yapılan harcamaların başka bakanlıkların bütçesinde gösterildiği, dolayısıyla bu raporda gereğince sergilenmediği iddiaları var. Bunlar, yabana atılır iddialar değil. Bunlar, bir gerçeği sergileyen ve hatta onaylayan iddialar. Savaş, tek gerçeğe, dünyanın yeni yönetim biçimine dönüşmüş bulunuyor. Oysa, 1990’dan sonra hiç böyle denmiyor, bol bol Soğuk Savaş’ın artık tarih olduğu, yeni bir barış çağının açıldığı masalları anlatılıyordu. Gördük. Bugün yaşanan, tam tersidir. Dünyayı kan gölüne çevirdiler. ??? Şaşılacak bir şey yok. Savaş dünyamızın tek gerçeği. Dünya para sistemi bile bunun üzerinde, yani en büyük ve rakipsiz emperyal gücün silahları üzerinde duruyor. Emperyal merkezlerin, özellikle de Washington’un denetiminde şimdilik düşük yoğunluklu bir dünya iç savaşı içindeyiz. Dünya iç savaşında bir tarafız. Farkında olmazsak belki “bitaraf” sanabileceğiz kendimizi, ama o zaman da daha hızla “bertaraf” olacağız. Yoksullardan, emekçilerden, dünyayı emekleriyle ayakta tutan sömürge halklarından yana çıkmazsak eğer, hep birlikte ortadan Pınar Sağ, ikinci albümüne Emekçi’nin türküsünün adını vermiş C Dünya İç Savaşı kaldırılacağımız ve yeryüzünde tam bir “maymunlar cehennemi”nin egemenliğini ilan edeceği kesindir. Fakat bu sistemin sürmesi ve işleyebilmesi için, yaşadığımız iç savaşın denetim altında tutulması, özellikle de metropollere sıçramasına engel olunması gerekiyor. Emperyal merkezlerin adeta karantinaya alınması, bunun içindir. ABD, Rusya, Fransa, İngiltere ve Çin, bu amaçla nükleer cephaneliklerini yenilemek zorunda. Binlerce nükleer başlığın modernize edilmesine başlıyorlar. Yoğunluk denetimi elden çıkabilir yani... Yüksek yoğunluklu bir iç savaş, denetimin tümüyle elden kaçması demektir. Dünya iç savaşı, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok bölgede, denetlenebilir, yani sadece küçük insanları perişan edip sürü haline getiren bir şiddet dengesizliğidir. Bu dengesizliğin düşük yoğunluklu çatışmalarla belki korunması mümkündür, ama yüksek yoğunluklu iç savaş hesapların altüst olmasına yol açabilir. ABD, nükleer harcamaları ve gizli servis giderlerinin de katılması halinde 590 milyar doları bulan askeri harcamasıyla, gerçekten de şu sıralarda dünyanın her köşesini denetiminde tutabilecek gibi görünüyor. Ama bu korkunç ve belirsizliklerin egemenliğindeki savaşta, kimin nerede olduğunu orta vadede bile kestirmenin olanağı yok. Sonra ne olacak? Kanlı bir bilmece, bu. ??? Avrupa’da, acaba bu korkunç acının kendisini de içeriden vuracağını fark edebilecek bir siyaset sınıfı var mı? Birleşmesini geçen hafta tamamlayan Sol Parti ve başta da Oskar Lafontaine, önce Almanya’da, halkı bu dipsiz uçuruma karşı uyararak yeni bir sayfa açmaya çalışıyor. Belki bu çabaların bir başarı garantisi yok. Ama kenarda bekleyerek bu iç savaşta hayatını yitirmeyenlerin de, “maymunlar cehenneminin” sıradan birer mensubu olarak ölümü beklemek dışında bir şansı yok. Biliyoruz. 7 Herkesin bir Kırmızı Gül’ü var Hatice TUNCER ınar Sağ, türkülere ve insanlara çok sıkı sarılmayı seviyor. “İyi ki türkü söylüyorum, iyi ki duygularımı türkülerle ifade ediyorum” diye sevgisini anlatırken, yüzyılların emanetini doğru taşıyabilmenin kaygılarını da beraberinde götürüyor. Omuzlarında Arif Sağ gibi bir ustanın gelini olmanın sorumluluğu olduğunun da farkında, ama 13 yaşından beri elinden bağlamayı düşürmemiş olmanın güvenini de hissettiriyor. İkinci albümü Kırmızı Gül’ü çıkarmanın telaşını yaşayan Pınar Sağ, sohbetimiz sırasında 2324 Haziran tarihlerinde Sıvas’ın Banaz ilçesindeki Pir Sultan Abdal Anma Etkinlikleri’nde vereceği konserin heyecanı içindeydi. Erzurum Aşkale kökenli bir ailenin kızı olan Pınar Sağ, İstanbul’da Çağlayan’da geçirdiği çocukluk yıllarını “Hayatımın en güzel dönemleri” diye anlatıyor. Annesi, bağlama çalamamasını yaşamında büyük eksiklik olarak hissettiği için Pınar’ı 13 yaşında bağlama kursuna göndermiş. Pınar, kursu başarıyla tamamlamakla kalmamış, henüz 16 yaşında iken halk eğitim merkezlerinde bağlama dersleri vermiş. 12 Eylül döneminde annesinin gözaltında kaldığı sürenin her bir gününü bir yıl gibi büyük acıyla geçiren Pınar’ın türkülerden yana tercihi de bu süreçte belirginleşmiş: “Türküler, annemin çevresindekilerin, yoldaşlarının verdiği bir görevdi aslında. Bana ‘Seni ya kaleminle ya da bağlamanla görmek istiyoruz’ demişlerdi.” E P Halay neşesi S ahne programlarında halaylarla dinleyicilerini coşturan Pınar Sağ, Kırmızı Gül’de de “Deriko’nun Düzleri”, “Karşıda Üzüm Kara”, “Dello” ve “Hele Meryem” halaylarından oluşan bir çeşitleme sunuyor: “İkinci çalışmamda, daha çok içselleştirdiğim türküleri okudum, daha kendim oldum aslında. Daha yolun çok başındayım. Halk müziğini benimseyenlere ‘bu bizim kız’ havasını hissettirmek önemliydi benim için.” Turna ve Toprak klipte ırmızı Gül’ün klibi yönetmen Salih Çetin tarafından Yedikule Zindanları’nda çekildi. BağlamaK nın yaşamının büyük bir bölümünü kaplamasının ifadesi olarak klipte bütün mekân bağlamalarla donatılmış. Pınar ve Tolga Sağ’ın biri kız biri erkek olan ikizleri Tuna ve Toprak’ı da klipte izleme şansını buluyoruz: “İlk albüm çalışmalarım sırasında ikiz bebeklerim düşmüştü. Evde yas havası vardı. Âşık Mahzuni’nin ‘Bebek’ türküsünü ağlaya ağlaya okumuştum. 5 ay geçmeden doktor yine ikizlerim olduğunu söyledi. Bazı insanlar kariyerim için bebek yapmamamı söyledi. Dünyanın hiçbir değeri benim çocuklarımın önüne geçemez. Gittiğim her konser, sahneye çıktığım her ilk türküde ilk düşündüğüm şey çocuklarım. Büyük şair Nâzım ‘En güzel aşk henüz yaşanmamış olandır’ diyor ya, ben de ‘En güzel aşk çocuklardır’ diyorum. Çocuklarımı büyütürken müziği yürütebilmemin en büyük yardımcılarının annem ve yeğenim olduğunu da söylemeliyim.” SOSYAL FARKLAR Pınar Sağ, ortaöğrenimini Florya’daki Tevfik Ercan Lisesi’nde sürdürdü. Arkadaşlarıyla farklı sosyal ortamlardan gelmenin uyumsuzluğunu yaşasa da felsefe ve edebiyat öğretmenlerinin destek verdiği Sağ, nota bildiği için okulun korosunu çalıştırmış, bağlama çalarak kendini göstermiş. Liseden sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Konservatuvarı Temel Bilimler Bölümü’nde eğitim gören Pınar Sağ, kendi ayakları üzerinde durmak istediği için babasının muhalefetine karşın türkü evlerinde sahne almaya başladı: “Haftada 4 gün barda gece üçlere kadar çalışıyordum, ertesi gün okula gidiyordum. Az da olsa kendin kazanmak zorundasın. Çünkü bu insanı hayata karşı daha dik tutuyor.” Pınar Sağ, konservatuvar eğitimi sürerken uzaktan akrabası olan Tolga Sağ’la tanıştı ve 2002’de evlendiler. Türkü evlerinde programlarını yürütürken bir yandan da albümü için hazırlandı. TÜRKÜ SÖYLEMEK LAZIM Pınar Sağ, 2003’te ASM’den çıkan ilk albümüne “Türkü Söylemek Lazım” adını vererek Anadolu’nun büyük kültürel emanetine saygısını ifade etmek istemiş. Arif Sağ gibi bir ustanın gelini olmanın sorumluluğunu da üzerinde taşıyordu: “Arif Sağ, ismini 50 yılda tırnaklarıyla kazıyarak hak etmiş. Onun ismiyle bir yerlere gelmeye kalkışmak çok büyük haksızlık olur. Hatalarımı üstleniyorum, ama olumlu yaptıklarım da bana aittir. 23 yaşında Tolga’yla evlendim ama ben 13 yaşında bağlama çalmaya başlamıştım.” “Arayı Arayı”, Yılmaz Çelik’in Zeynel Batar’dan derlediği “Dört Kardaşız” gibi türkülerle birlikte “Ekin İdim Oldum Harman”a da yer vererek halk müziğinin yenilikçi ustası Ruhi Su’ya saygısını ifade ediyor. “Selvi Revanım”, Hacı Bayrak’tan alınan bir deyiş. Orta Anadolu’dan oldukça hareketli anonim bir türkü olan “Mendilim Darda Kaldı”da elektrobağlamaları Tolga Sağ çalıyor. “Sevda Bağı”, Rıza Çağlayan’ın sevda üzerine bir bestesi. Zaralı Halil’in ünlü “Ellere Yar Ellere” türküsü ise albüme neşesiyle sıcaklık katıyor. Pınar Sağ, Ümmüşen’in Dost adlı eserine ayrı bir önem veriyor: “Ümmüşen benim için çok özel bir isim. Hep kadınların daha öncelikli olmalarını istedim. Kadın yazar, kadın besteci gibi özelliklerin başına kadın sö zünün eklenmesine karşıyım ama bir kadın olarak Ümmüşen’in 17 yaşında yazdığı ilk eseri benim için çok anlamlı.” cutsay@gmx.net Pınar Sağ: Çok olanı herkes paylaşır, önemli olan azı paylaşabilmek. Onun için türküler gönlümde yatan en büyük aşk oldu. Bu ülkenin dimdik durabilmesi için en büyük dayanağımız türküler. Bu kültürümüzden ödün verirsek çok şeyimizi kaybederiz. Almanya Türkleri ‘tedirgin’ ESSEN (Cumhuriyet) Türkiye Araştırmalar Merkezi (TAM) Vakfı’nın her yıl Kuzey Ren Vestfalya (KRV) Eyaleti’nden 1000 yetişkin Türk göçmenle gerçekleştirdiği “Türk göçmenlerin yaşam koşulları” anketlerinin sekizincisinin sonuçları Düsseldorf’ta Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti Basın Merkezi’nde gerçekleştirilen bir basın toplantısıyla Eyalet Uyum Bakanı Armin Laschet, TAM Direktörü Prof. Dr. Faruk Şen ve TAM Ampirik Araştırmalar Bölüm Başkanı Dr. Martina Sauer tarafından kamuoyuna duyuruldu. 1999’dan beri her yıl 1000 kişiyle gerçekleştirilen anketler göçmenlerin yaşam koşulları ve tercihlerindeki değişimleri zamansal düzlemde görülebilir kılıyor. Anket, son yıllarda Türk göçmenlerin kendilerine ilişkin politik havanın kötüleştiği yönündeki algılamalarını belgeliyor. Göçmenlere ilişkin politik havanın iyi ya da daha ziyade iyi olduğunu düşünenlerin oranı sadece yüzde 15 seviyesinde kalıyor. Politik alanda havanın iyileştiğini düşünenlerin oranı ise yüzde 5’de kalıyor. Ankete katılan göçmenlerin verdiği yanıtlar, ülkedeki genel ekonomik yükselişten bir ölçüde yararlanıldığını gösteriyor. Katılımcıların yaklaşık dörtte üçü ülkedeki genel ekonomik durumu kötü görürken, yüzde 16’sı ekonomik durumu kısmen iyi kısmen kötü, yüzde 6.7’si ise iyi görüyor. Buna karşın kendi kişisel koşullarını görenlerin oranı yüzde 33’e takabül ederken, yüzde 17.3 kendi durumunu iyi, yüzde 48.2 ise kısmen iyi kısmen kötü görüyor. İşini kaybetme endişesini taşıyanların bir önceki yıl yüzde 51.4 olan oranı yüzde 42.1’e gerilemiş bulunuyor. 17.2’ye gerilerken, kendini dindar olarak tanımlayanların oranı yüzde 53.8’den yüzde 50.9’a geriledi. Çok dindar olmadığını belirtenlerin oranı ise yüzde 18.9’dan yüzde 22.7’ye çıktı. Hiç dindar olmadığını söyleyenlerin oranı ise yüzde 5.1’den yüzde 4.5’e geriledi. Son dört yıldır gerileme kaydedilen Almanca seviyelerinde ilk kez 2006 yılında tekrar bir yükseliş görüldü. Almanca seviyesini iyi veya çok iyi olarak ifade edenlerin oranı yüzde 45.4’den yüzde 50.8’e yükseldi. Almancasını kötü olduğunu beyan edenlerin oranı ise yüzde 14.9’dan yüzde 15.3’e yükseldi. Çalışma yaşamına dahil olan göçmenlerin mesleki dağılımları gözlemlendiğinde yüzde 52.2 ile hâlâ çoğunluğun vasıfsız işçi statüsüyle yaşamlarını sürdürdükleri gözlendi. Buna karşın beyaz yakalıların oranı yüzde 19.9’a ulaştı. Büro çalışanlarının teşkil ettiği bu grubun 1999 yılındaki oranı yüzde 8.3 seviyesindeydi. KIRMIZI GÜL Pınar Sağ’ın İber Müzik tarafından yayımlanan ikinci albümü, adını Emekçi’nin çok sevilen “Kırmızı Gül” eserinden alıyor: “Herkesin hayatının bir noktasında beklediği ya da verdiği bir kırmızı gül var. Örneğin, doğum yaptığımda bir kırmızı gül görmek çok istedim karşımda. Emekçi’nin Kırmızıgül adlı eseri de onun sevenleri tarafından çok iyi bilinen, niteliği çok yoğun bir eser. Kırmızı Gül var olmanın, sorgulayabilmenin cesaretidir. Emekçi’nin siyasi kimliği çok önemlidir.” Pınar Sağ, Kırmızı Gül’de, Âşık Ali’den “Ezel Bahar Geldi”, Erguvanlı Muharrem Temiz’in derlediği slında çok güzel türkü söylemek, çok güzel bağlama çalmak marifet değil. Çekiç Ali’ler, Muharrem Ertaş’lar, Davut Sulari’lerin bulunduğu yerde kendime sanatçı diyemem, ancak aday olabilirim. Biz, onların ürettiklerini tüketiyoruz. Benim yaptığım şey, bu toplumun, bu gündemin koşulları içinde bunları dimdik ayakta onurluca devam ettirebilmek, yarınlara taşıyabilmek. ‘A ’ ’nin, son anayasa değişikliğiyDÜZ CHP le ilgili olarak Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru, bugünün gündeminin ilk sırasında olacak. Cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan seçilmesini öngören değişiklik teklifinin birinci maddesinin, anayasadaki 367 oy zorunluluğu koşuluna uyulmadan kabul edilmiş olması karşısında, ana muhalefet partisinin, yüksek mahkemeye yaptığı başvuru karşısında Başbakan’ın gösterdiği tepki, CNN Türk televizyonunda kendisiyle yapılan söyleşiye de yansımıştı. Erdoğan’a göre, CHP milletvekillerinin sorunu parlamentoda görüşmelere katılarak çözmek yerine yargıya gitmek yöntemini izlemiş olması neredeyse büyük bir kabahat sayılmalıdır. Başbakan’ın bu hukuku çiğneme mantığı, 22 Temmuz seçimlerinde oluşacak yeni parlamentoda, AKP şayet anayasayı tek başına değiştirecek sayısal gücü sağlayacak olursa yüksek mahkemenin, yasaların anayasaya aykırı olup olmadıklarını denetleme hakkını da tanımayacağının öncü haberlerini mi veriyor? AKP’nin böyle bir eğilimi, daha doğrusu ağır basan görüşü varsa, bunu genel başkanının ağzında eveleyip geveleyeceği yerde, seçim bildirgesine açık olarak koyması, seçmenden de buna göre icazet istemesini beklemesi gerekmez mi? Öylece anayasada bugün yer alan ve 1961’de gerçekleştirilmiş olan bir kilit hü YAZI ORHAN BİRGİT küm, 1924 koşullarına döndürülerek, yasama meclisinin çıkartacağı her yasa ve içtüzükle ilgili olarak alacağı her kararın, layüsel olacağı baştan kabul edilmiş olur. Öylelikle her ağzını açışta, Türkiye’nin laik, sosyal ve demokratik bir hukuk devleti olduğunu, bugünkü anayasamızın başlangıç ilkelerini bir hafız alışkanlığıyla tekrarlayan Erdoğan’ın, aslında o ilkelerdeki öteki kuralların yanı sıra hukuktan da ne anladığı ortaya çıkar. Bugün Türkiye’de yürütme erkinin başında bulunan bir politikacının, Anayasa Mahkemesi’ne bakış açısının yanında, o mahkemeyi ve elbette öteki yargı organlarında görev yapan kişiler için yaptığı değerlendirme ölçütleri de şaşırtıcıdır. Sadece Başbakan değil, Abdullah Gül de Cumhurbaşkanı seçiminde 367 oy aranmasını öngören anayasa hükmü için verilmiş olan kararı, önyargılı ve etkili çevrelerin baskısı altında görmekte ve göstermekte ısrarlıdır. Sıradan, deneyimsiz bir yargıca şu ya da Anayasayı Tanımayan Başbakan... bu biçimde etki yapılabileceği gibi bir kuşkuyu beslemek olağan sayılabilir. Yargı güvencesinin bu açıdan gerekli olduğu konusunda ısrarcı olunması da, bu nedenle sadece doğal değil; zorunlu da görülür. Ama, meslek yaşamlarının doruğuna gelmiş kimseler için, kendilerini hangi cumhurbaşkanının atadıklarını gösteren CV’lerden yola çıkarak ulaşılmak istenilen sonuçların, yurttaşların adalete ve hukuka olan güvenlerini ne ölçüde sarsacağının Başbakan ve arkadaşları farkında değil midir? CNN’deki son tartışmaya katılan gazeteciler, Erdoğan’ın bu konularda söyledikleri karşısında ya susmayı yeğlediler. Ya da bir arkadaşlarının Başbakana hak verdiğini açıklayan sözleri karşısında, kendisinden ayrıntılı ve kanıtlı bilgiler isteme gereğini bile duymadılar. AKP’nin seçim stratejisini belirleyenler; 363 milletvekili ile Cumhurbaşkanı seçilemeyişini, parti liderliğinin başta ana muhalefet partisi olmak üzere parlamentonun öteki kanatlarıyla anlaşma aramayışına bağlamak tan bilinçli bir şekilde kaçıyorlar. Dahası, o kaçışı parlamento dışında yaratmaya çalıştıkları bazı güçlerin etkisine mal ederek, kendilerini milli irade mağduru olarak yutturmaya kalkışıyorlar. Önlerine dikildiğini varsaydıkları barikatı aşmak için çözümü halkın doğrudan Cumhurbaşkanı seçmesini sağlayacak anayasa değişikliğinin yürürlüğe girmesinde görmek istiyorlar. Ama çıkarttıkları değişiklik yasasının ilk maddesinde, bugün değil;1982’de Danışma Meclisi tarafından kabul edilmiş olan anayasanın öngördüğü ünlü 367 oy koşuluna uyulmama gerçeği var. O gerçek Anayasa Mahkemesi’nin bugünkü kararına yansıyacak olursa, ErdoğanGül ikilisi yine kürsülere çıkacaklar ve yüksek mahkemeyi şaibe altına alarak yıpratma kampanyalarını, 22 Temmuz’un başlıca malzemesi olarak sakız haline dönüştürecekler. AKP’nin giderek kan kaybetmesi ve son CNN görüşmesinde ortaya atılan savların aksine Türkiye’nin 22 Temmuz’dan sonra koalisyon hükümetleriyle yönetileceğinin ortaya çıkmakta oluşu, Erdoğan ve stratejik müttefiklerinin hesaplarını altüst ediyor. Başbakan’ın şekerinin 400’ü bulduğuyla ilgili haber, eski tarihli de olsa günümüzün manşetlerinde boşuna yer almıyor. ÇİFT ÜLKELİ KİMLİK Kendilerine ülkesel bağlılıkları sorulan göçmenlerin yüzde 37.8’i Türkiye’yi, yüzde 21.8’i Almanya’yı işaret ederken, yüzde 30.2’si her iki ülkeye de kendini bağlı hissettiğini beyan etti. yüzde 9.5 ise her iki ülkeye de bağlılık hissetmediği yanıtını verdi. Türkiye’ye bağlılık bir önceki yılın yüzde 40.7’lik seviyesinden yüzde 38.7’ye gerilerken, Almanya’ya bağlılık da yüzde 22.9’dan yüzde 21.8’e düştü. Buna karşın her iki ülkeye bağlılık hissedenlerin oranı yüzde 28.9’dan yüzde 30.2 ye yükseldi. Farklı yaşam alanlarında en az bir kez ayrımcılığa uğradığı hissine kapılanların oranında bir önceki yıla göre gerileme kaydedilmesine karşın, Türk göçmenlerin yaklaşık dörtte üçü ayrımcılığa uğradığı hissini taşıyor. 2005 yılı sonunda derlenen veriler göçmenlerin yüzde 77.8’inin ayrımcılığa uğradığını ortaya koyarken, bu oran 2006 sonu itibariyle yüzde 73.8’e geriledi. DİNDARLIK AZALIYOR 11 Eylül sonrasında sürekli artış gösteren kendini dindar ve çok dindar olarak tanımlayanların oranı 2001’den bugüne kadar ilk kez düşüş gösterdi. Kendini çok dindar olarak tanımlayanların oranı yüzde 22.1’den yüzde obirgit?ekolay.net
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear