Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
5 OCAK 2007 CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Süngü, beyaz ölüme karşı koyamadı Erdoğan AYDIN Sarıkamış harekatının başladığı günlerde, 83. Alay Komutanı Ziya Yergök, 25 Aralık günü Kolordu Birinci Şube Müdürü Kurmay Binbaşı Merzifonlu Ömer Lütfü Bey ile gerçekleşen diyalogunu şöyle aktarır: “Ne emir getirdiniz, söyleyin yazalım. Azizim, bundan sonra erzak ve cephane beklemeyeceksiniz. Düşmanı süngü hücumu ile tepeleyeceksiniz. Onun için cephaneye ihtiyacınız kalmayacak. Erzakınız da tekalifi Harbiye (savaş vergisi) usulü ile mülkümüzde köylümüzden, düşman arazisinde düşman ambarlarından ve düşman köylerinden sağlanacaktır. Yakında gideceğiniz istikamet bildirilecektir. Şaka etme, hiç cephanesiz harp edilir mi? Süngünün de sırası vardır. Sırası gelince elbette ki süngü hücumu da yapılır. Şaka etmek için bir sebep yok. Başkomutanlığın emri böyledir, ne yapalım. Ağır ve yapılmayacak teklifle dahi karşılaşsak yapmaya çalışacağız. Gideceğiniz istikametten yük ve binek hayvanları bile zor geçer. Her taraf karla kaplı. Araba kolları, sahra topları Oltu üzerinden sevk edilecektir. Sözün kısası kendiniz kendi başınızın çaresine bakacaksınız, dedi ve ayrıldı” (Tuğgeneral Ziya Yergök’ün Anıları, Sarıkamış’tan Esarete, s. 94). Bu şaka gibi anlatım Harekâtın gerçeğiydi aslında. Gerçekten de başlarının çaresine bakmak zorunda kalacaklardı; ama halktan alacak şey olmadığı gibi düşman ambarı ve köylerine de ulaşılamayacaklar, ‘General Kış’ nedeniyle süngülerini bile kullanamayacaklar, birer birer donacaklardı! Nitekim Yergök, harekât sırasındaki yol gözlemlerini şöyle aktaracaktır: “Fırka yürüyüşü çok üzüntü vericiydi. Asker tek kolda, bir metreden fazla karlar içinde düşe kalka ilerliyordu. Hava –15, 20 derece, askerin sırt çantalarının ağrılığı 3035 kilogramdı. Ağır yükün altında zahmet çeken askerler ter içinde kalıyorlar, dinlenmek için yol kenarlarına oturuyorlardı. Asıl felaket bu zaman başlıyordu. Aklı başından gitmiş, canından bezmiş, bitkin bu insanlar, tüfekleri bacaklarının arasında yere çömeliyor, öylece donup kalıyor, mübalağa olmasın ama bu görüntüleriyle korkuluk taşlarını andırıyorlardı. Napolyon Ordusunun 1814’te Moskova Seferindeki felaket aklıma geldi. Aynı akıbete uğramamamız için dua ettim. ...herkes yorgun, herkes bitkin, herkes nefsini kurtarmaya çalışıyordu. Gittiğimiz yoldan dün gece 29. ve 17. fırkalar geçmiş olduğu için donan askerlerin çoğu da onlara aitti.” (s.101) Hârekatı, “Enver Paşanın acelesinden doğan felaket” diye niteleyen bir önceki kolun subaylarından Kurmay Yarbay Köprülü Şerif İlden ise, anılarında çok daha sansürsüz davranacaktı: “29. ve 17. Tümenler düşmana ulaşmadan önce Enver’in şeytani, melun ve sefil hevesi uğruna gereksiz yere, hiçbir zorunluluk olmadan, bir deneme uğruna mahvedilmişlerdi. “Bu gece Enver bana yaylaya çıkarken ‘Bizim askerin gece hücumu yapabileceğini sanmıyordum!’ demişti. Demek ki bu adam kış ortasında bilinmez ormanlarda ve dağlarda gece yarısı koca bir (29.) tümenle kumar oynuyordu. Oysa ki bu Tümen Azap savaşlarında ne kahramanca savaşmıştı. Yine Bulgar hücumlarına karşı Çatalca’da nasıl özverili olarak göğüs germişti. Tümeni Bulgarlar ve Ruslar ezememişlerdi. Fakat Enver didiklemeyi, yemeyi başarmıştı” (Sarıkamış, s.220) Ziya Yergök, Enver Paşa için, “askerlerimizi anlamamış, ordumuzu tanımamıştı. Düşman ordusunu hiç tanımamıştı. Böyle bir komutanın komuta ettiği ordunun akıbeti de tabiidir ki böyle olur” derken, Şerif İlden ise, “beceriksizlik ve bilgisizliğini sert disiplinle örten” adam diye söz ettiği Enver için, “...şu 510 yıla sığdırdığı cinayet ve hiyanetleri belki Sirus’un zulüm ve baskısından çoktur” diyecekti. Çok mu duygusal yargılar bunlar diye sorulabilir; tabii, ama bunun için, 90 bin canın meşruiyetten yoksun bir şekilde ölüme yollanmasını sorundan saymamak gerek! Oysa gerek İlden, gerekse de Yergök, o cehennemi AB’nin Üçüncü Sınıf Yolcuları let konularında koruma önlemleri getirebileceğini bildirdi. AB’nin en temel ilkelerinden biri olan dolaşım özgürlüğü bu iki yeni üye için kısıtlandı bile. Ne Romen ne de Bulgar işçiler İtalya, Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda, Avusturya, Danimarka, Macaristan, İrlanda ve Belçika’ya çalışmak için gidemeyecek. ??? AB ülkelerinin bazılarının kendi aralarında sınırlarını kaldırdıkları Schengen Bölgesi’ne bu iki üyenin katılımından ise şu noktada söz bile edilmiyor. Daha önce katılan 10 üyenin Schengen’e 2007’nin sonunda katılmalarının ardından yeni üyelere “belki” bir tarih verilebilirmiş. İki ülkenin avro bölgesine katılması ise yüksek enflasyon oranları nedeniyle kısa vadede mümkün görünmüyor. Uzmanlara göre Bükreş 2014, Sofya ise 2012’de avroya geçebilir. ??? AB’nin karar mekanizmasında büyük ve eski üyelerin ağırlıkları olduğu gerçeği yadsınamaz. Genişlemeye giderek soğuyan bu ülkelerin tutumları ticaret ve dolaşım özgürlüklerinin kısıtlanmasıyla birleşince 2004’te katılan on ülke doğal olarak kendilerini ikinci sınıf üye gibi görmeye başladı. Bu durumda AB’ye yarım yamalak üye yapılan Bulgaristan ve Romanya’nın kendilerini üçüncü sınıf üye olarak görmelerine şaşmamalı. AB bu bol sınıflı genişleme fikrine giderek daha olumlu bakmaya başladı. AB içinde Türkiye’ye üçüncü sınıfı çok görenler de var. Sakın bize trenin kazan dairesi kalmasın! elcpoy?yahoo.fr C 13 2007’ye biraz daha AB, büyümüş olarak girdi. Daha teknik bir terimle “genişlemiş” olarak. Bulgaristan ve Romanya’nın katılımıyla 27 üyeye ulaşan AB, artık Nice Antlaşması’nın sınırlarında geziyor. Yeni bir anayasa ya da antlaşma olmadan AB ne kurumsal ne mali ne de siyasi anlamda verimli bir biçimde çalışabilir. Bulgaristan ve Romanya’nın katılımları ise 2004’te katılan10 yeni üyeyi henüz hazmedememiş AB’nin işini pek de kolaylaştıracağa benzemiyor. Ne ki AB kendi genişlemesine yönelik siyasi kararlar verme yolunu seçiyor. ??? Bulgaristan ve Romanya AB üyeliği için hazır mıydı? Bu sorunun tartışmasız yanıtı “hayır” olmalı. Bu iki ülke yargı sistemi, yolsuzluk ve örgütlü suçlarla mücadele, mali kontrol mekanizmaları ve tarım konularında AB’nin getirdiği koşulları yerine getirebilmiş değil. Romanya ve Bulgaristan’da aylık ortalama gelir 160 ila 200 avro arasında değişiyor. AB’nin en fakir ülkeleri sınıfına giren bu iki ülkede devlet kurumlarındaki yolsuzluk öyle fazla ki AB Komisyonu üye olduktan sonra bile bu iki yeni üyeye yönelik 6 aylık ilerleme raporları hazırlamayı sürdürecek. ??? AB bu iki eski komünist ülkenin katılımını 2008 yılına erteleme konusunda bir hayli tereddüt etti. Sonunda genişlemeye yönelik olumsuz bir mesaj vermemek amacıyla Bulgaristan ve Romanya’ya bol “koruma önlemli” bir üyelik sunma yoluna gidildi. AB Komisyonu bu iki ülkenin katılımından başlayarak üç yıl süresince ekonomik, iç pazar ve ada intiharı, başta askerlerinin gözleri önünde birbir donup gitmesi olmak üzere her ayrıntısında bizzat yaşamış insanlar. İLGİNÇ FİKİRLER! General Von Sanders’in anıları, Yergök ve İlden’i tamamlar: “Rusların ilerlemesi, Hasan İzzet Paşanın müdahalesi ile hemen tamamen durduruldu. Şartlara uygun ve memnunluk uyandırıcı bir durum, ne çare ki Enver Paşanın hırsını tahrik etti. 6 Kasımda Enver Paşa, odama çıkageldi ve aynı akşam bir savaş gemisiyle Trabzon’a hareket edeceğini haber verdi. Oradan da 3. Orduya geçecekti. “Enver Paşa, elindeki haritanın üzerine 3. Orduya yaptıracağı bir hareketin krokisini çizdi. Buna göre Enver Paşa, anayol istikametinde ve cepheden 11. Kolordu ile Rusları oyalarken, diğer iki kolordu (9. ve 10. Kolordular) sola doğru ve dağlar Sarıkamış felaketinden sonra Sanders, Enver Paşanın kurmay başkanı sıfatıyla Kafkasya’ya gidip büyük bir yenilgiye neden olan yurttaşı Von Bronsart’ın, görevden alınarak cezalandırılmasını ister: “Bu görevden alınarak bir birliğe komutan olarak atanmasını istedim. Bunu Enver Paşaya yazdım, Alman makamlarına da bildirdim” der. Ama bu talebi yanıtlanmayacaktır bile. Çünkü Bronsart’ın, Kafkas yenilgisinin sorumlusu olarak görevden alınacağı yerde Enver Paşanın Osmanlı ordularını yönetmeye devam etmesi olanağı kalmayacaktı. Oysa Onun Almanya’nın ‘yüksek çıkarları’ adına Osmanlı ordularını yönetmeye devam etmesi gerekiyordu. Kuşkusuz “Enver’in Napolyonvari olduğu kadar gerçekçilikten de uzak hırsları” artık Alman yönetiminde de netleşmiştir; ama “Alman Yüksek Komutası ve Kayzer II. Wilhem’in beklentilerinin çok ötesine geçmiş yiğitler, bugün hürriyet ve namus için dövüşeceklerdi. Şu hürriyet ve namus mücadelesinde birinin bile ölmesine zor razı olduğumuz o ordularca Türke nasıl kıydınız’ ” (A. Müderrisoğlu, Sarıkamış Dramı, s.478) Evet, bu sürecin kavranması gereken asıl püf noktası tam da buradaydı. İttihatçı zihniyetin sordurmak istemediği asıl soru da bu. Diğer sorunları öne sürerek kendi gerçek niteliğinin görülmesi engellenmektedir. Oysa Enver ile Bronsart öncülüğünde çizilen strateji ve tabii bu stratejiye halkı yedeklemek için üretilen, “Düşmanın ülkesi viran olacak / Türkiye büyüyüp Turan olacak” (Ziya Gökalp) ajitasyonlarının faturası korkunç olacaktı. Bu fatura sadece ülkenin en kutsal varlığı olan halkın kırımı ile sınırlı kalmayacak, aynı zamanda Çarlık Rusya’sına karşı bu toprakları savunulamaz hale getirecekti. ‘Napolyoncuk’ Enver Paşa evresini Napolyon’un resim ve heykelleriyle süsleyen, Ona öykünen, rakiplerinin ‘Napolyoncuk!’ diye ad taktıkları Enver Paşa, Napolyon’un Rusya’ya yönelik trajik seferini Sarıkamış’ta adeta yineleyecektir. Tabii her tekerrürde olduğu gibi, bu ikincinin sonuçları korkunç olacaktır. Bu kapsamda Sarıkamış macerasının yıldönümünde yapılması gereken, kahramanlık menkıbeleri yazmak değil, öncelikle bu sorumsuzluğun sorumlusunu mahkum etmek olmalı. Bir ülkenin en kutsal değeri halkı ve halkın en kıymetli varlığı olan gençlerini yayılmacı bir macera uğruna, üstelik asgari önlemleri bile almadan ölüme gönderen zihniyetleri mahkum etmek, benzeri maceralara karşı kapıları kapatmak anlamında da zorunlu. Bu sorumluluk, aynı zamanda dondurulan 90 bin insanımızın ruhlarını şad etmenin de zorunlu gereği. Onların arkasından kahramanlık nutukları atmak, yapılabilecek en kolay şeyi yaparak sorumluluktan kaçmak ve tabii o insanlarımızın kemiklerini sızlatmaktır. Oysa onlara saygı ve tabii yurtseverlik, halkın yaşama ve güvenlik hakkına saygıdan, kimseye saldırmamaktan, saldırganlara karşı da ülkesini korumak iradesinden geçmektedir. Türkler hakkını arıyor Ailelerinin Limasol’daki mallarının iadesini talep eden dört kardeşin AİHM’ye başvurusunun, “Türklerin itibarının iadesi” anlamında kabul edilmesi gerektiği belirtiliyor. Dava açılırsa AİHM’nin bu konudaki objektifliğinin de sınanacağı dile getiriliyor. ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Girne’deki evini 1974 yılından bu yana kullanamadığı için Türkiye’den 1.2 milyon Avro tazminat kazanan Tinita Louzidu’nun ardından şimdi de KKTC’li Türkler Rum kesiminde kalan mallarını geri almak için harekete geçti. KKTC’li Hasan Hüseyin Çakartaş, Nejla Çağış, Mümin Çakartaş ve Gökçen Bayer isimli dört kardeş, ailelerinin Güney Kıbrıs’taki 15 dönüm bağ ile 15 dükkânlı iş hanının kendilerine iadesi, uğradıkları maddi ve manevi zararın karşılanması için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurdu. Başvuru, Rum kesimindeki iç hukuk yollarının tükenmesinin ardından yapılırken kardeşlerin avukatı Aslı Aksu, başvuru dilekçesinde müvekkillerinin Limasol’daki mallarının iadesini talep etti. Kardeşler, başvurunun kabul edilmesi durumunda en az 7 milyon Avro’luk maddi ve manevi tazminat davası açacak. Başvurunun, “Türklerin itibarının iadesi” anlamında kabul edilmesi gerektiği belirtilirken, davanın açılması halinde AİHM’nin bu konudaki objektifliğinin sınanacağı dile getirildi. Bunun yanı sıra, KKTC’nin, Maraş’taki vakıf mallarına el koydukları için Rumlar aleyhine AİHM’ye dava açma hakkı da bulunuyor. Gazimagosa Kaza Mahkemesi, geçen yıllarda verdiği bir karar ile Maraş’ın Osmanlı vakıf arazisi olduğunu ortaya koymuştu. 1974 öncesinde Limasol’un önde gelen zenginleri arasında yer alan fabrikatör bir ailenin çocukları olduğunu, Gökçen Bayer’in eşinin Rumlar tarafından kaçırıldığını ve kayıp eşinden halen haber alamadığını, Mümin Çakartaş’ın o dönem işkence gördüğünü, Hasan Hüseyin Çakartaş’ın İngiltere’ye kaçarak bu ülkenin vatandaşlığına geçtiğini, Nejla Çağış’ın ise o dönemde gizlice KKTC’ye girdiğini anlattı. Aksu’ya göre bu kişilerin ailesinin mal varlığı savaş sonrasında ellerinden alındı. Aksu, dosyanın, mülkiyetlerin iadesi konusunda AİHM’ye yapılan ilk başvuru olduğuna dikkati çekti. Aksu, bugüne kadar AİHM’ye hep Rum vatandaşlarının KKTC’deki toprakları ve gayrimenkulleri için dava açtığını ve kazandıklarını belirterek KKTC makamlarının ise Rumların KKTC’deki malları için “Mal Tazmin Komisyonu’’ kurduklarını, Rumların mallarına ilişkin taleplerini bu komisyon aracılığıyla karşıladıklarını söyledi. Ç üzerinden günlerce devam edecek bir yürüyüşle Sarıkamış’ta Rusların yan tarafını ve arasını çevirecek, sonra da 3. Ordu Kars’ı zaptedecekti. “Bundan birkaç gün önce, Türk karargahında bulunan bir Alman subayı, planlanan, soldan çevirme hareketini anlatmış ve ben de hareketin başarı ihtimalini araştırmıştım. Kanaatim oydu ki, bu hareket imkansız değilse bile çok güçtü. Haritalardan ve diğer kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre, yollar, çok dar dağ yollarından ve çok yükseklerden geçen ve ancak yayaların gidebilecekleri patikalardan ibaretti. Bu zamanlarda da ihtimal kar ile örtülüydüler. Bu şartlar altında cephane ve yiyecek nakliyatının eldeki vasıtalarla nasıl yapılabileceği dahi, başlıbaşına bir meseleydi. “Ben görevim icabı, bu önemli meselelerle Enver Paşanın dikkatini çektim. O cevaben bütün bu konuların incelendiğini, yol keşiflerinin yapıldığını ve o tarihe kadar diğer keşiflerin de tamamlanacağını söyledi. Konuşmamızın sonunda hatalı ve dikkat çekici fikirler ortaya attı. Bana, ileride Afganistan üzerinden Hindistan’a yürüyeceğini bile söyleyerek veda etti. Söz konusu harekat, Enver Paşanın başkomutanlığı altında ve 3. Ordu tarafından yapıldı ve bu ordunun imhasıyla sonuçlandı. Dünya harbinde ilk imha edilen Türk ordusu bu oldu.” (Türkiye’de Beş Yıl, s.51) olan katkısına” (A.L. Macfie, Osmanlının Son Yılları) ihtiyaç büyüktür. Tam da bu nedenle Sarıkamış katliamının bu iki sorumlusu, sırtlarını birbirlerine ve birlikte Alman İmparatorluğuna dayayarak durumdan sıyırırlar. Anadolu’nun ölüme yollanan çocuklarının sorumluluğu, Enver’in umurunda olmadığına göre, Bronsart ve Alman Genel Kurmayının hiç umurunda olmayacaktır. ÜRKİYE BÜYÜYÜP TURAN OLACAK! Falih Rıfkı Atay, Kurtuluş Savaşı günlerinde Akşam gazetesinde, Ankara Hükümetini ele geçirmeye niyetlenen İttihatçıları yeriyor ve şöyle diyordu: “... bugün o hataların yıktığı memleketin harabesi ve toprak yıkıntısı üstünde, bize biraz hürriyet kazandırmak ve yalnız Anadolu’yu, İzmir’i, İstanbul’u, Edirne’yi kurtarmak için çarpışan Mustafa Kemal Paşa; Doğu Anadolu harap olmasaydı ve eğer yalnızca kumandanların hatası yüzünden ölüp gidenler sağ olsaydılar, bugün Yunanlıları denize dökmüş olacaktı. Şimdi Mustafa Kemal Paşa, Hafız Hakkı’nın mezarı ile Enver Paşanın ara sıra Doğu Anadolu’nun harabeleri arkasından beliren hayaletine karşı yumruklarını sıkıp sorsa ve dese ki: ‘Dostlar, siz ne yaptınız? Türklerin yaşamak ve ölmek için vatana lazım oldukları gün bugündü. Doğu Anadolu’yu aradık taradık, her yıkıntı arasında bir insan iskeleti çıkıyor. Bu kemik olan T Rusya’nın limanlarını bombalayarak savaşı Anadolu’ya çekenler, maceracı bir saldırı stratejisi ile Rus emperyalizminin Anadolu’nun içlerine doğru ilerlemesini mümkün kılacaktı. Özetle Anadolu’nun işgali, Rusya’nın niyetinden önce bu niyeti mümkün kılan İttihatçıların, maceracı ve Alman işbirlikçisi politikaları ekseninde sorgulanmak zorunda. Üstelik kendi halkının evlatlarını böylesi bir pervasızlıkla telef ederek Anadolu’yu savunmasız hale getiren İttihatçılar, ardından Osmanlıya iyice yabancılaştırdıkları Ermenileri sürüp katlederek, ‘vatan savunması’ görüntüsü altında Ermenilerden kurtulma yoluna gideceklerdi. Dışarıda savaş, içeride savaşı da tek yol kılacaktı. Böylece kendi ülkesi ve halkına karşı işlenen suçlara, bir de sivil Ermenilere karşı suçlar eklenecekti. Adeta elindeki tek araç çekiç olanların, üstelik bir kısmının nedeni kendisi oldukları sorunları ha bire çekiç sallayarak ‘çözme’ girişimleri ile karşı karşıyayız. Tuğgeneral Ziya Yergök’ün ifadesiyle “Eğer Ruslar Sarıkamış galibiyetini kazandıktan sonra bizi takip etselerdi, ellerini kollarını sallayarak bütün Doğu Anadolu’yu istila edeceklerdi.” Fakat onlar, Enver Paşadan farklı bir genelkurmay zihniyetiyle böyle yapmayacak; önce yaralarını sarıp hazırlıklarını bitirecek ve tabii kışın geçmesini bekledikten sonra, Trabzon’dan Muş’a kadar Doğu Anadolu’yu parça parça ele geçireceklerdi. ‘YÜZLERCE MÜRACAAT VAR’ Dünya kamuoyunun 1974 yılında Kıbrıs’ta yaşanan olaylarda hep Rumların mağdur olduğunu düşündüğünü ifade eden avukat Aslı Aksu, o dönemde Kıbrıslı Türklerin de mağdur olduğunu ve haklarının ihlal edildiğini belirtti. Aksu, yüzlerce Kıbrıslı Türk’ün, Rum kesimindeki malları için AİHM’ye başvuru yapılması konusunda kendisine müracaat ettiğini, bu kişiler adına da önümüzdeki günlerde gerekli süreci başlatacağını kaydetti. KARDEŞLERİN HİKÂYESİ Avukat Aksu, müvekkillerinin,