22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

19 MAYIS 2006 CUMA P E R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z KULE CANBAZI SUNAY AKIN C 15 Enis BATUR Sınırlara doğru itilen türler YAĞMUR TAŞI HAKKINDA eyhan Erözçelik’in Yağmur Taşı başlıklı yeni şiir kitabıyla, yayımlandığı günlerde (Ekim 2004) bir öntanışma gerçekleştirmiş, kenara ayırmıştım. Bu kez dikkatli bir okumaya yöneldim, Hikmet Tanyu’nun Türklerde Taşla İlgili İnançlar (1968) başlıklı araştırması eşliğinde. Erözçelik, bir dizi derkenar notu düşmüş soldaki sayfalara, ama bir kaynakça vermemiş: Tanyu’nun kitabından yararlandı mı, yararlanmadıysa hangi kaynaklara başvurdu, yararlanmadıysa bunda bir gariplik yok mu (yalnız Yağmur Taşı’na 50 sayfayı aşkın bir bölüm ayırmış Tanyu), bu sorular okumam sırasında zihnimden uzaklaşmadı. lelim, kültürel damarı seçen de bir başkası değil, şiirinin yatağı olarak: Sorular en çok bundan. Yağmur Taşı’nın, bizim şiir tarihimizde az rastlanan bir özelliği olduğunu düşünüyorum: Parçaların yükü, yoğunluğu "bütün" ile orantılı görünmüyor. Bir ikisi dışında, kitaptaki tek tek şiirlerin çelimsiz, buna karşılık, bir araya, peşpeşe gelişlerinden doğan bütünlüğün güçlü olduğunu söylemeye çalışıyorum. "Değişik" bir kitap Yağmur Taşı; dilimizde, epeydir bu soydan bir kitapla, bir şiir kitabıyla karşılaşmadığımızı eklemek isterim. Taş, yağmur taşı, fal taşı, taş yapıştırma ya da terleyen taş. Tanyu’nun kitabı konunun sapına kadar poetik bir gizilgüç barındırdığını kanıtlayan örneklerle dolu. Yoğun kültürel, geçmişe sahip, imge ve simge alanı evrensel genişlik barındıran ‘konu’larda, şiire dışarıdan devşirilen malzeme, Cemal Süreya’nın deyişiyle bir ‘fırsat rantı’ yaratmıyor mu? Bilge Karasu’nun, Ece Ayhan’la ilgili biraz acımasız saptaması, "zaten ilginç olan"a yaslanma sorunu da işin bir başka yanı. Bu şüpheler okurken yanımızdadır; ama, bana öyle geliyor ki peşin kararlara yaslanmamalı, kural koyucu davranmamalıyız. lığı ‘yemek kültürü dergisi’ydi.Yemek ve Kültür’le tanışma seansında onu düşündüm: Mutfakla ilgili dergilerin hepsinde bir "yumuşaklık" egemen oluyor. Yemek tarifleri, lokanta yazıları, anekdotlar, sanat ve edebiyat alanından akanlar, hemen her ayrıntıda kendisini gösteriyor bu özellik. Şimdi bakınca çatılıyor kaşlarım: Doğru görünmüyor bana söz konusu yumuşaklık, çünkü yemek kültürü, her coğrafyada, uygarlıkta, aynı zamanda şiddet demektir. Televizyon kanalı Gourmet’de izliyoruz sözgelimi: Çinli aşçı kümese dalıyor, kaçışan tavuklardan birini yakalayıp boynunu o anda kırıyor; Fransız aşçı, güvercin kanını sos olarak kullanmak üzere ağır ağır akıtıyor; İtalyan, canlı ıstakozu kaynar suya daldırıyor. En seçkin lezzetlere en vandal yaklaşımlar eşlik ediyor bütün mutfaklarda. Yedinci sanat, bu şiddeti bir ölçüde tanımamızı sağlamıştır. Adını, yönetmenini unuttum, ünlü bir ‘aşçı cinayetleri’ filmi vardı, özgün yemekleriyle tanınmış meslektaşlarını tek tek ortadan kaldırıyordu bir aşçı. Güçlü bir film de, Marco Ferreri’nin Büyük Tıkınma’sıydı bu bağlamda: Hazzın arkasında bekleyen şiddete sokuluyordu o kült film. Ama asıl başyapıt Greenaway’den geldiydi: Aşçı, Karısı, Âşığı ve Hırsız bağışlamasız bir bakış getiriyordu mutfak dünyasına: Tutkunun kişiyi kanla dışkı arası bölüşünün öyküsü. Yemek ve Kültür’ün ilk sayısıyla aynı anda, Tahsin Yücel’in Mutfak Çıkmazı’nın üçüncü basımı yapıldı. 1963’te Varlık Yayınları’ndan çıkmıştı Yücel’in ilk romanı, ikinci basımını yıllar sonra Remzi’de ben gerçekleştirdiydim. Göründüğü kadar masum bir öykü değildir bu: Uyuşmazlığın sapkıya dönüşüm sürecinde özel bir uzam kimliğine bürünür mutfak. Yemek tutkusu büyüdüğünde, bütün tutku türlerinde olduğu gibi, kişiyi Toplum’dan ve Dünya’dan koparabilir. Burada da bir şiddet biçimiyle karşı karşıya kaldığımızı söyleyebiliriz mesafe zorlanmıştır. Yemek, şüphesiz bir estetik alanı. Her estetik gibi içinde sonsuz bir yılgı gizilgücü de barındırıyor. Marco Ferreri Kız Kulesi’nde 16 Mayıs... C S YEMEK VE KÜLTÜR Her örnek kendi bacağından asılmalı. Yağmur Taşı, beni ister istemez "Doku"ya (Perişey) götürdü önce, sonra da başka taş şiirlerine: Mallarmé’nin Poe şiirine, Pouillon’un şiirsel Yabanıl Taşlar’ına, Paz’ın Güneş Taşı’na, asıl Bonnefoy’ya, onun ‘yazılı taş’larına. Sormalıydım Bonnefoy’ya: Yazılıkaya’yı duymuş muydu? Biri çıkıp ‘Taş Şiirleri Antologyası’ hazırlamalı. Oysa, durmadan anlamsız Türk şiiri antologyaları yapılıyor. Mehmet H. Doğan’ın "Hece Taşları" antologyası onların yanında daha ışıltılı, doğurgan, sıcak bir iş değil mi? Posta Kutusu’na ağıt düzeli çok olmadı, Yemek ve Kültür çıkageldi. Tam da bunu söylemeye çalışıyordum: Bazı adamları durduramaz kimse koşullar ve sağırlık bile: Turgut Çeviker’de baştan beri büyük bir direniş gördük; bir tasarının önü tıkandığında, bir sonrakini devreye sokmayı başardı. Kaktüsler böyledir. Yemek ve Kültür, adı üstünde dergilerden. Ben de dalıp çıkmıştım aynı serüvene: 198788, A la Carte, yanılmıyorsam dokuz sayı çıkarabilmiştik; o derginin imzasız editör yazıları bana aittir. Kütüphanemde tek sayısı bile yok A la Carte’ın, yanlış anımsamıyorsam, altbaş Milan Kundera Bu soruları ahlaksal bir zeminden hareketle sormadığımı belirtmeliyim. Daha çok "teknik" bir düzlemden yola çıkıyorum burada. İzleksel yanı ağır basan bir kitap kurmuş şair: Yağmurtaşı ağırlıklı, ama "taş" imgesinin başka boyutlarına da uzanan bir çalışma göze çarpıyor kitabında iki fiili, ondandır, vurguluyorum: Taş’a ve yağmur taşına apaçık göndermelerle ilerliyor toplam. Böyle durumlarda, kaynaklarla ilintili sorular kaçınılmaz biçimde öne çıkar. Ama yineliyorum: Aşırı bir beslenme söz konusu değil Yağmur Taşı’nda; tam tersine, yaşamöyküsel kesitin öne çıktığı, kişisel mitologyanın kendini duyurduğu şiirlerle karşı karşıyayız. Gelge hares’in, içinde cansız bir kadın bedenini taşıdığı sandaldan, günlerdir kırmızı akan Boğaz’ın sularına, kanat vuran martılar gibi dokunan küreklerin sesi, askerlerin güvertelerde toplandığı tüm gemilerden duyulur. Atinalı askerlerin yüzleri, İstanbul’a saldıran Makedon savaşçı Philippe’nin donanmasını bozguna uğratmış olsalar da, gülmemektedir. Çünkü komutanları Chares, her savaşta kendisini yalnız bırakmayan karısı Damalis’i kaybetmiştir. Askerlerin sessizlik içinde izlediği ve küreklerini Chares’in çektiği sandalın burnu Kız Kulesi’ne dönüktür... Kız Kulesi’nin adacığına gömülen Damalis’in mezarına bir de kitabe konulur... Ve biz, o kitabede ne yazdığını, 1852 yılında İstanbul’a gelen Gautier’in, kenti anlatan kitabından öğreniriz. Kız Kulesi’ne çıkan Fransız şairin, tarihi eserin kimi gravürlerinde de görülen sütunun (ya da bacanın) hemen yanında Damalis’in mezarının bulunduğunu belirterek kitabede neler yazılı olduğunu kitabına alması, Damalis’in mezarının nerede olduğu tartışmasına da son noktayı koyar: ‘‘Ben, İnachus’un kızı, ineğin sureti değilim. Ve önümde serili Bosphore’a adını vermedim. İeneu’nun gaddarca nefreti onu eski zamanlarda, denizden öteye sürdü; ben ki burada, bu mezarda yatıyorum, ben bir ölü kadınım, Cerorops’un kızı, Chares’in karısıydım ve bu kahraman, Philippe’in gemileri savaşa geldiği zaman onunla beraber denizdeydim. O zamana kadar bana Boidion küçük inek denirdi. Şimdi ise Chares’in karısı olarak her iki kıtadan faydalanıyorum.’’ ‘SATIŞ MERKEZİ’ AÇILDI... Sürekli olarak Kız Kulesi’nin yağmalanmasını doğru bulanlara sorduğum, ama yanıtını alamadığım bir sorum var: Bergama tapınağını geri istiyoruz. İyi de, gidip ölçtük mü, Bergama tapınağı kaç metrekare inşaat alanı ediyor? Geri alınırsa, Kız Kulesi ihalesinde yazılı olduğu gibi ‘‘kafeterya ve satış merkezi’’ yapılmaya uygun mudur? Yoksa, bir tarihi eser olan Kız Kulesi’nin şanssızlığı, yurtdışına kaçırılmamış olması mıdır? Kız Kulesi’nin açılışı medyada geniş yer bulmuştu. ‘‘Çaya Kız Kulesi’ndeyiz..’’ türünden başlıklar eksik olmadı gazete sayfalarından. Oysa çayın, İstanbul seyredilerek içileceği en tatsız yer Kız Kulesi’dir. Çünkü, yalnızca orada çayınızı yudumlarken Kız Kulesi’nin güzelliğini göremezsiniz... İşgal yıllarında, Bağımsızlık uğruna her şeyi göze alarak Anadolu’ya geçen direnişçileri durdurmak isteyen İngilizler, Kız Kulesi’ni karakol olarak kullanmaya karar verirler. Bundan böyle, İstanbul limanından ayrılan her gemi önce Kız Kulesi’ne uğramak zorundadır... Kız Kulesi ‘‘satış merkezi’’ açıldı; Tekirdağ köfte 3 milyon TL... Emperyalistler, Damat Ferit Paşa’ya hazırladıkları listeleri su İtilip kakılan edebiyat lberto Manguel, yönettiği dizi için benden Kravat’ı istemedi aslında, bir "roman" istedi. Bu durum üzüyor beni: Dünya ölçeğinde öteleniyor, itilip kakılıyor öteki türler. Şiir’in, öykü’nün, deneme’nin önü tam anlamıyla kesilmedi belki, ama geniş çapta yolları daraltıldı. Alberto iyi örnek işte:Bir iki anlatı kitabı var, daha çok bir deneme yazarı, kurduğu dizide öyküye yer vermekte bile zorlanıyor Eduardo Berti’den duymuştum. Tecim bu kadar öne çıkmamalıydı. Yayınevlerinin önemlice bir bölümü sıradan olduklarını pekâlâ bildikleri romanları basmayı yeğliyorlar, çünkü sıradan bir roman iyi bir şiir, öykü, deneme kitabından genellikle daha fazla okur buluyor. Zengin Avrupa ülkelerinde üstelik ciddi destek de alıyor yayıncılar; destek çekilse iyiden iyiye zorlanacak şair, öykü yazarı, denemeci. Okur kitlesinin sıradan roman merakını, sanırım televizyon film ve dizilerinin ortalama düzeyi biçimlendirdi. Bir hikâyeye kapılıp gitmek is A tiyorlar, fazla zorlanmadan. Bundandır, her yıl yayımlanan birkaç güçlü roman da yalnızca nitelikli okuru ilgilendiriyor ötekiler ne yapsınlar Roubaud’nun romanlarını? Gene de, itiraf etmeli: En azından Avrupa’da, kitapları enikonu iyi okur bulan iyi romancılar yok değil: Nooteboom’dan Sebald’e, Calasso’dan Quignard’a. Şiirde, denemede dolaşım sınırlı. Ünlü ustalar, yaşlılıklarında kısıtlı okur çemberini kırıyorlar da, oraya gelesiye sorunlar ortak. Anlamakta güçlük çektiğim, öykünün durumu. AKINTIYA KARŞI KÜREK ÇEKMEK... Neden, çeyrek yüzyıl öncesine göre bu denli itelendi, roman önünde? Bizim edebiyatımızda da: Çok sıkı bir öykü yazarı olan Tahsin Yücel’e sormalı: Neden son yıllarda romana yapıyor bütün yatırımını? Bir vakitler, öyküden romana geçişi bir aşama olarak görenlere gülerdik, demek gülünecek bir şey yokmuş: Şimdi öyküye hiç uğramıyor neredeyse yeni yazar adayları; her biri kendisine hızla ün ve para kazandırmasını umduğu bir roman düşünün peşinde. Onlardan beklenen bu olduğuna göre haklılar da: Akıntıya karşı kürek çekmekte inat edecek olanlardan kaçı direnebilecek ki?"Eşik Cini"nde toplananlar bir tek. ‘Bir hikâyeye kapılıp gitmek istiyorlar’sa, denilebilir, "bir hikâye"ye de kapılabilirler (di). Öyle olmuyor işte: Öykü, sözdizimi ve ekonomisi, yapısal ve kurgusal özellikleri ile romandan ayrılıyor çoğu kez; düz okura yoğun, derişik, damıtık gelen boyutu, suskuya tanıdığı payın yüksekliği nedeniyle alıp uçan halısında sürüklemiyor onu. Kaç iyi romancının iyi öykü yazdığına, kaç güçlü öykü yazarının sıkı romancı olduğuna tanık olabiliyoruz? Bire bir bağlantı kurulmamalı aralarında. Gene de, kurulmasa bile kurcalanmalı! Sözgelimi Milan Kundera: Romanı bana kalırsa olduğundan yüksek bir hizaya taşımak için güzelim deneme kitapları yazıyor. Gülünesi Aşklar tek öykü kitabı ve sonraki romanlarının bütün tohumlarını içinde barındırıyor. Neden öykü sanatını, deneme yazma sanatını yüceltmiyor, Şiir sanatını ironiyle ele alıyor da, roman sanatının handiyse telaşla, bekinerek savunusunu üstleniyor? Bana öyle geliyor ki, güçlü romanların yazılıyor olması, romanın eğlence sektörünün kollarından biri haline getirilmesini engelleyemediği için bu savunma gerekli görünüyor Kundera’ya. Haftanın Kitabı: Apuleius / Başkalaşımlar/ Kabalcı / 689 s. narlar. Listelerde, Mustafa Kemal Paşa’nın çağrısına uyan insanlar vardır. Refi Cevat Ulunay, listede adı geçenler için Alemdar gazetesinde şunları yazar: ‘‘Koparılması gereken bu kafalar, kütükler üzerinde kesilip, günlerce ibret taşında kalmalı’’... Parçalanan bedenlerinden koparılarak, açıkta bırakılacak etleri üzerinde, sineklerin günlerce uçuşacağı tehdidi, Kuvayı Milliyecileri yollarından geri döndüremez... Kız Kulesi ‘‘satış merkezi’’ açıldı; et döner 3 milyon TL!.. İngiliz askerler, Kız Kulesi’nde durdurulan her gemiye çıkarak arama yaparlar. Listelerde adı olan ya da davranışlarını şüpheli gördükleri her insanı vapurdan yaka paça indirip, kulenin günışığı görmeyen odalarında işkence yapıp, sorguya çekerler. Yakalanan bir direnişçiye, bekletilen gemide başka arkadaşlarının olup olmadığı sorulur. Acıdan bayılan olursa, yüzüne su atılır... Kız Kulesi ‘‘satış merkezi’’ açıldı; su 500 bin TL!.. Kokuşmuş, emperyalist ülkelerin ellerinde oyuncak olmuş yoz bir saltanat anlayışına karşı, bağımsız, sömürüye karşı direnen yeni bir ülkenin umudunu taşıyan nice yürek, son nefesini vermek uğruna da olsa, düşlerini satmamak için sorgulandığı kulede direnir. Onların tek dilekleri, çobanların kavallarından çıkan özgürlük ezgilerinin her mevsim dağlarda yankılandığı bir ülkeydi... Kız Kulesi ‘‘satış merkezi’’ açıldı; çoban ve mevsim salata 1 milyon 500 bin TL!.. Kız Kulesi’nde durdurulup yolcularının sorguya çekildiği sayısız gemiden biri de, 1919 yılının 16 Mayıs günü demir alır İstanbul’dan. ‘‘Bandırma’’ adlı gemideki yolculardan biri, o günü şöyle anlatır, Nutuk adlı kitabında: ‘‘Kaptana yola çıkmak için emir verdimse de Kız Kulesi açıklarında muayeneye tabi tutulduk. Birkaç yabancı subay ve asker bizi yoklayacaklardı’’... Kız Kulesi ‘‘satış merkezi’’ açıldı; hamburger 1 milyon 500 bin TL!.. 19 Mayıs’ta Bandırma’dan söz edilecek, Mustafa Kemal Paşa’dan... Koca koca adamlar protokol sırasıyla çelenkler bırakacaklar anıtlara... Merak ediyorum, saygı duruşunda bulunanlardan kaçı Kız Kulesi’ne yapılanları akıllarına getirip, saygı duruşu sırasında utanacaklar!?. Tarihe sahip çıkmak, müzelerin önemi düşmez dillerinden... Pöh! Hepsi palavra... Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’nda ölmemiş olsaydı o tarihi eseri de bunlar otel yaparlardı! Yalan mı?.. Cebinde, Kız Kulesi’nde kurduğumuz Şiir Cumhuriyeti’nin kimliğini taşıyan bir çocuk, tüm kapılarını çalıyor İstanbul’un... Metin Eloğlu’nun ‘‘Yitikçi’’ adlı şiirinden çıkma bir çocuk: Hadi git azıcık İstanbul iste Kosunlar o denizi bir çanağa Bir çıkına elesinler o günlerimi O yazdan Üsküdar’dan ne kaldıysa Elif’ten Doldur ceplerine Onlarda yoksa komşularda vardır Tanırlar sevinirler Beni bay Metin gönderdi, de Şen Saat/ Murat Yalçın/ Defne Yayınevi/ 128 s. Şen Saat’te Murat Yalçın’ın 20032005 yılları arasında yazdığı on dokuz öykü ve ‘Canlı Doğa Albümü’ başlığı altında yazdığı sekiz metin yer alıyor. Kır ve kent dekoru içinde, yalnızlık, ölüm, zaman, korku, melankoli, sevgi ve dostluk gibi temaların öne çıktığı bu kitapta, yer yer karamizaha varan ironik bir hüzün göze çarpıyor. Murat Yalçın yalnızlık duygusunu, insandaki çocuksu yabanılın, bu karanlık yüzün ortaya çıkışını ve bilinçaltı oyunlarının neredeyse bir eğlenceye dönüşmesini okurun tanıklığına sunuyor. Koku/ Radhika Jha/ Çeviren: Alev Bulut/ Defne Yayınevi/ 372 s. Kenya’da doğan Leyla Patel, Paris'in tutkulu dünyası içinde Salkımı Hüzünler’de Aras’ın öyküleri yer alıyor. Anarşist Banker/ Fernando Pessoa/ Çeviren: Işık Ergüden/ Can Yayınları/ 88 s. kendini arayan genç bir Hint kadını. Babası Nairobi İsyanı’nda ölünce Paris’teki akrabalarının yanına gönderilen Leyla, evinden, annesinden ve ikiz kardeşlerinden ayrılmanın acısını sürekli yanında taşır. Amcasının Hindistan bakkalında çalışmaya başlar, ama Paris’i keşfetme tutkusuyla Hint göçmen topluluğundan uzaklaşır. Yeni şehrinin dilini, dünyasını öğrendikten ve yaşadıklarından sonra kendini güvende hissetmediğini fark eder. Zengin bir adamın yanında çocuk bakıcısı ve metres olarak yaşadıktan sonra da, Leyla'nın yaşamı birlikte olup sevdiği ya da düş kırıklığı yaşadığı erkeklerle karşılaştıktan sonra değişmeye başlar… Kara Üzüm Salkımı Hüzünler/ Nursel Aras/ İlke Yay./ 96 s. Iğdır’da doğan Nursel Aras, Van Kız İlk Öğretmen Okulu’nu bitirerek on beş yaşında öğretmen oldu. Daha sonra Anadolu Üniversitesi’nde Eğitim Ön Lisans Programı’nı tamamladı. Uzun yıllar İstanbul’da çalıştıktan sonra Bursa’ya yerleşen yazar, Bursa Kitap Evi tarafından düzenlenen Yücel Balku Öykü Atölyesi’ne devam etti. ‘Kara Üzüm 20. yüzyıl edebiyatının en ilginç kişiliklerinden Fernando Pessoa, kendi adının yanı sıra kendisinin farklı yanlarını yansıtan hayalî şairlerin adlarıyla yazdığı yapıtlarıyla dünyanın en gizemli şairlerinden, yazarlarından biridir. 1935 yılında ölen Pessoa, ancak ölümünden bir yıl sonra, olağanüstü zengin düş dünyasıyla üne erişti. Yazarın şiirleri dışında sağlığında yayımlanan biricik anlatısı olan ‘Anarşist Banker’de, iki arkadaşın bir yemek sonrasında başlayan sohbeti, okuru ‘burjuva toplumu’nun derinliklerine sürüklüyor. Gülsin Onay Avrupa turnesinde Kültür Servisi ‘Devlet sanatçısı’ ve ‘Bilkent konuk sanatçısı’ unvanına sahip dünyaca ünlü piyanistimiz Gülsin Onay mayıs ve haziran aylarında gerçekleştireceği konserlerle dünyanın dört bir yanındaki hayranlarına seslenecek. Sanatçı mayıs ayında Şam, Ankara, İstanbul, Londra, Polonya’da konserler verecek. Ardından haziran ayında, Almanya’da bir turne gerçekleştirecek. Almanya’nın kuzeyinde çeşitli kentlerde Eckehard Stier yönetimindeki Neue Lausitzer Philarmonie eşliğinde Çaykovski’nin ‘1. Piyano Konçertosu’nu dört kez seslendirecek. Resitallerinde Mozart’ın 250. yılı nedeniyle ölümsüz bestecinin yapıtlarına yer verecek olan sanatçımız yaz sezonunda birçok festivale de katılacak. Tüm kıtalarda 53 farklı ülkenin başlıca müzik merkezlerinde hem resital hem de dünyanın önde gelen orkestralarının çoğu ile birlikte konserler verdi. Gülsin Onay’ın tüm dönem ve tarzları kapsayan geniş bir solo ve konçerto repertuvarı bulunmakta.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear