22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

14 Çatışma SAİT FAİK ABASIYANIK C öykü 19 MAYIS 2006 CUMA ESİNTİLER ZEYNEP ORAL Ç ürümeden çok önce, galiba kokuşmadan da evvel, ölümle dirim arasında geçen kavganın sonundaki boşlukta; birtakım ecza şişelerinin küçüklü büyüklü, sıra sıra dizildikleri, ağızlarını açıp bekleştikleri zamanı; ötekisi ile; sıcacık bir oda ve bir sepet içinde kokmaya, bir kurt yüzünden bozulmaya, delirmeye, canlanmaya hazırlandıkları zaman parçası ile karıştırıyorum. Burnuma yıldızlardan, çamurdan, tohumdan, yosundan, denizden, albümin ve asit parçalarından güzel diyebileceğim bir koku; taze balıkların taze kokusu daha meme emmemiş, yıkanmamış çocuk kokusu, süt kokusu, bir genç saç kokusu geliyor. Bu ölüm ve doğum rüyası içinde şafak atıyor. Kalkıyorum. Kollarıma uykusuzluğumun hırkasını geçiriyorum. Dar geliyor. Şafak söküyor, aynadaki yüzüme saldırıyorum, bakıyorum. Birdenbire viyaklayarak bir çocuk doğuyor. Birdenbire; saniyelerle seneler birbirine karışmış bir halde büyüyor. On beş, on altı yaşlarında güzel bir erkek çocuk oluyor. Elleri fildişinden... Avuçlarını açıyor; dört nasırı var. ‘‘Kürek çekmeden oldu’’ diyor, ‘‘küreği bırakırsam bir ay içinde nasır namına bir şey kalmaz.’’ Fildişinden uzun parmaklı ellerini çeviriyor. Kıpkırmızı, tütüyorlar. ‘‘Kartopu mu oynadın?’’ diyorum. Dişlerindeki aydınlığı gözlerinin ve kaşlarının karası kesiyor. Alnının sakin mermerinin soğuk, buz gibi, yapışan buz gibiliğinden kabarmış dudağının çatlamış kırmızısını elime sürüyor. ‘‘Babacığım’’ diyor, ‘‘beni affet!’’ Kadın siyahlar giymiş, beyaz yüzünün etleri durmuş, çizgileri durmuş, onun da alnının beyaz mermeri çizgi çizgi durmuş bir zaman parçası her yerinde, elbisesinde bile durmuş. Balık pulundan gözleri var. Avucunun derisi kedi dilinden. Nefes alışında tüy sıcaklığı ile kar soğukluğu, uzun uzun bacaklarındaki büyük ve çıplak ayaklarda çatlak çatlak sarı ve ölü bir ikinci, bir üçüncü deri; oğlan çocuğunun yanında durmuş... Çocuk, ‘‘Baba, affet! Ölmüş anama acı!’’ Çocuk da, babası da, bir kenarda gözlerini açmış onlara bakan bir başka adam da ölmüş ananın, çocuğun yanındaki yerine telaşsız bakıyorlar. Görüyorlar bu üç kişi de o garip, fosfordan, böcekten, kardan ve kıştan, balık pulundan, mermerden ve buzdan, sıcaktan ve soğuktan kadını. Ama baba adam bir silkinişte bu yalancı yokluğu, var gibi bir şiddetle kafasından iter itmez kadın yoktu ki kaybolsun. Ama çocuk, affedilmek için yanında Üç Bomba Yetmez... nımsıyorum: Yıllar önceydi. 70’li yılların sonları.. 1978’in sonu ya da 1979’un başı olmalı... Günün birinde, bir akşamüstü bir güruh insan ellerinde sopalar bizim gazetenin önüne gelmiş, bağırıp çağırıyordu. O zamanlar, ‘bizim gazete’ dediğim Milliyet’ti. Cağaloğlu’ndaki binanın önüne gelip, sopaları havaya sallayıp haykırarak küfrettiler, hakaret ettiler. Abdi Bey hepimizi camlardan uzaklaştırdı, sakin olmamızı sağladı. Bağırıp çağıran, nutuklar çeken güruh, ellerindeki Milliyet gazetelerini yakıp defolup gitti. Onlar gittikten sonra bizleri korumak üzere polis çıkageldi. (O zaman öyleydi, olan olduktan sonra polis gelirdi... Ama şimdi konumuz bu değil... Şimdiki konumuza dönüyorum:) Anımsıyorum: Ertesi sabah Türkiye’nin bütün gazeteleri birinci sayfalarında Milliyet’e yapılan saldırıyı lanetliyordu! Sağcısı solcusu, faşisti komünisti, rakip olanı ya da destekçisi, dostu ya da düşmanı, hepsi ama hepsi bu iğrenç saldırıyı gündeme getiriyor, lanetliyor, toplumdan ve yetkililerden hesap soruyordu. Üstelik o gün bomba falan da atılmamıştı... Bugüne dönüyorum: Ne oldu? Bize ne oldu? Ne değişti? O gün bugün ülkemde nelerin değiştiğini çok iyi biliyorum. Sorum o değil... Sorum, duyarlığımıza ne oldu? Nasıl bu denli duyarsız olduk... Bana dokunmayan yılan bin yaşasın mı? Benmerkeziyetçilik mi? Oh! Beter olsunlar mı? Vurdumduymazlık mı? Aymazlık mı? Üzerimize ölü toprağı mı serpildi? Çıkarcılık gözleri mi kararttı? 5 Mayıs Cuma akşamı gazetemize birinci bombalı saldırı yapıldı. Ertesi gün, daha ertesi gün Türk basınında koca bir tıssssss... 10 Mayıs Çarşamba akşamı gazetemize ikinci bombalı saldırı yapıldı. Ertesi gün, ya bir ya iki gazete, iç sayfalarda küçük haberler arasında, neredeyse gözlerden iyice gizleyerek verdi haberi... Gerisinde yine koca bir tısssssss... Asıl görevi haber vermek olan, olması gereken gazeteler için bu bombalı saldırıların ‘haber’ değeri yoktu anlaşılan... 11 Mayıs Perşembe günü tam da Nilgün Cerrahoğlu’yla bu duyarsızlığı, bu ayıbı, basınımızın bu utanç verici durumunu konuştuğumuz, anlamaya çalıştığımız sıralarda, gazetemize ‘‘Allahu ekber’’ sesleri arasında üçüncü bombalı saldırı yapılıyordu. Ertesi gün, üçüncü bombalı saldırıdan ve ilkinin üzerinden aradan altı gün geçtikten sonra daha çok gazete bu olayda en nihayet ‘haber’ değeri görüp sayfalarına taşıyordu. Hepsi değil elbet... Bir bölümü... Doğrusu, en az bombalar kadar, bu tutumun da içimi acıttığını söylemek zorundayım. Cumhuriyet gibi bir gazeteyi susturmaya üç bomba yetmez... Cumhuriyeti yok sayma çabalarının da bir işe yarayacağına doğrusu ben inanmıyorum. Ne diyorsunuz dostlar, meslek etiğini, meslek ahlakını sorgulamak için çok mu geç kaldık acaba?.. ??? Ahlak dedim de... Cuma günü tam bu yazıyı yazmıştım ki, ajans haberlerinde İstanbul Emniyet Müdürü’nün bir açıklamasını duydum: Hani lise öğrencisi bir kızın etek boyunu beğenmediği için kızı döven ve merdivenlerden iten polis memuru olayı var ya, o memur hakkında soruşturma başlatıldığını açıklıyordu. Ancak arada şöyle bir cümle de söyledi: ‘‘Elbet polis adli ve idari görevinin yanı sıra ahlaka mugayir ve adaba uymayan olaylara da müdahale edebilir...’’ Kulaklarıma inanamadım! Durumun vahametini görüyor musunuz!.. Benim sokaktaki kılığımın, yürüyüş biçimimin, yüzümdeki gülümsemenin, saçımın başımın ‘‘ahlaka mugayir ve adaba uymayan’’ olup olmadığına yanımdan geçen, karşıma çıkan polis memuru karar verecek! Uyan Türkiye uyaaaaaaaan! Üsküdar’da sabah oldu!.. A Soldan Sağa: Sait Faik, Behçet Necatigil, Naim Tirali, İskender Fikret Akdora. (Fotoğraflar: ARA GÜLER CUMHURİYET ARŞİVİ) yarattığı ve babasına, babasının yanındaki şahide tutup gösterdiği kadının kendi kendisi de görüp de inanmadığı kadının bir hamlede üstünden atlayıveriyor. Çocukla babası arasındaki şahit daha fazla duramıyor. Kadının arkasına düşüyor, aşktan kudurmuş gibi bir gülüşle gidiyor. Kalıyorlar baba oğul yalnız... Baba şimdi birtakım ecza şişelerinin küçüklü büyüklü sıra sıra yanı başına dizildikleri ve ağızlarını açıp bekleştikleri zamanla, ötekisini; bir kurt yüzünden bozulmaya başlayan zaman parçasını birbirine karıştırıp hatırlıyor. Çocuğun burnuna yıldızlardan, çamurdan, tohumdan, albümin ve asit parçalarından bir taze ve belirsiz balık kokusuna, çok uzaklardan alınmış bir deniz kokusuna benzeyen bir koku geliyor. Bu sefer yeşile çalan bir yüz, sarı eller, kırmızı tüylerle bir şeytan gibi dünyanın üstüne güneş kapanıyor. ‘‘Baba! Baba!’’ diye sesleniyor çocuk. Ses PORTRE / SAİT FAİK ABASIYANIK almayınca çekiliyor bir kayanın arkasına. Baba ancak bir çalılığa yüzükoyun uzanabilecek vakit buluyor. Sessiz, mavi, durgun bir gecenin ortasında bir silah patlıyor. Sabaha kadar çalılıklardan ve kayalardan silah sesleri geliyor... ??? Ben evlenmedim. Tabii çocuğum da olmadı. Ama varsa... Olabilir a. Benim kurdum bir ölmeyecek yerde saklanıp beklemiş ve bir beyaz kadının içinde büyümüştür. O kadını hayal meyal görüyorum. Ben o zamanlar İstanbul Lisesi’nde talebe idim. Gülhane Parkı’nda tanışmıştık. Zor başlamıştı sevgimiz. Ama sonra, onun tarafından gelen, gitgide büyüyen ve benim sevgimi miniminicik eden bir aşkla bitmişti. Orada, Kuruçeşme’deki koruda, ağaçların altına yatardım. Ben bir hayalet kadar zayıf, beyaz mavi gözlü, on altı yaşında lacivert elbiseli, çarliston pantolonlu, papyon kravatlı, şık fesli, nahif bir mektepli efendi idim. O yeşil gözlüydü. Çocuğumun yanında göründüğü gibi koyu siyah gözlü değildi. Siyahlar da giymezdi. Yanakları kırmızı kırmızıydı. Sarı, kırmızı S ait Faik, 1906 Adapazarı doğumludur. İlk eğitimini Adapazarı’nda, liseyi İstanbul Erkek Lisesi’nde başlayıp Bursa Erkek Lisesi’nde tamamlamış, iki yıl İstanbul Sait Faik, Darülfünunu çok sevdiği Edebiyat köpeği ile Fakültesi’ne birlikte. devam ettikten sonra 1930 yılında Fransa’da yine edebiyat fakültesine yazılmıştı. Onun içki ve avare yaşamla tanışması bu yıllara denk düşer. Ama, asıl başıboş yaşamı babasının ölümü ile birlikte (1939) başlar. Ailesinin isteği üzerine girdiği ticaret işlerinde kısa sürede iflas ettikten sonra başladığı, Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebi’ndeki Türkçe öğretmenliği de uzun sürmemiştir. Bir ara gazeteciliği denediyse de, kendini bütünüyle yazmaya ve gönlünce yaşamaya verdi. Düşük telif ücretlerinden dolayı eline az bir para geçmesine rağmen, ailesinden kalan miras sayesinde sıkıntı çekmedi. Burgaz Adası’ndaki eski köşkte annesi ile birlikte yaşadı. 1948 yılında siroz hastalığına yakalandı. 1954 yılında öldü. Sait Faik Türk öykücülüğünün en önde gelen isimlerinden birisidir. saçları vardı. Bir perşembe akşamı mektepten çıkmış eve dönüyordum. Bizden iki sınıf daha büyük bir sınıftan bir çocuk yanıma yaklaştı. Bana bak, dedi bana, seni bir daha .......la görmeyeyim. (Ah, o kızın adı neydi? Neydi yarabbi? Tuu Allah kahretsin! Nasıl hatırlamam. Nasıl olur, nasıl olur?) Güldüm. Öteki çocuğun yüzü sapsarı oldu. Deli gibi etrafına bakındı. Kavga çıkaracak sandım. Görünürde kimseler yoktu. Sana yalvarırım, diye diz çöktü çamurun içine. Sen onu almazsın. Ben evleneceğim. Sen olmasan bu iş çoktan olacaktı. Ben okumayacağım. Bizim dükkânımız var; orada çalışacağım. Hemen evleneceğiz. Yapma, n’olur? Bak biliyorum yarın randevunuz var. Koruya gideceksiniz. Gitmeyiver. Ne olur? Ne kaybedersin? Sen zevkini sürdün. Bırak. Sen başkasını da bulursun ama gidersen bak... Dedi kaldı. ‘‘Karışmam’’ diye tehdit edemedi. Gözleri yaş içinde idi. Peki anam dedim, peki. Vallahi gitmeyeceğim. Sözümü tuttum. Gitmedim. Belki de tehdit edemediği için korkmuştum. Hatırlamıyorum. O zamanlar şimdiki gibi güzel insan yüzüne bile candan bakmaya korkanlardan değildim. Otuz sene geçti aradan. Ama ben hep, değil değil çok az, on senede bir kere sabah uykusundan böyle uyanır, karımı, çocuğumu (hep on altı yaşında görürüm oğlumu) görürüm. Karım ölmüştür. Çocuğumla silah silaha geliriz. Neden o benden af diler? Bilmem. Sonra neden bir kayanın arkasına çekilir ve ateş eder? Bilmem. Ama böyle sabahlarımda kırlara çıkar, bir kadın ve bir çocukla akşamlara dek uğraşır dururum. Deniz, Ada’nın kıyılarını yer durur. Uzaktan motor sesleri duyarım. Bir kır kahvesinin sandalyesinde yüzüm sapsarı, her gören, ‘‘Sana ne oldu böyle yahu?’’ diye sorunca çileden çıkarak, kimseye görünmemeye çalışarak dolaşırım. Sonra otuz yaşlarında elli yaşında gözüken Evkaf’ta tahsildarlık eden bir adamcağız görür gibi olurum. Türbede tramvay bekliyor ve sabırsızlanıyordur. Kim görmüştü geçenlerde onu, unuttum. Sana benzeyen bir adam gördük. Elinde yırtık bir evrak çantası vardı. Senin gibi bitkin, yorgundu. Suratından düşen bir parça oluyordu. Hatta bir aralık nereye böyle diyecek olduk. Baktık ki suratın bozuk, vazgeçtik. Yanımızdan geçerken ‘‘Müsaade buyurun’’ deyince adama dikkatli baktık... Sen değilsin. Ama yine de sana benziyordu. Ne tramvayında gördünüz, dedim. Edirnekapı tramvayında, dediler. Boş bulundum: Odur muhakkak, dedim. Kimdir diye sordular ama söylemedim; sanki o olduğuna eminmişim gibi. Hiç canım, dedim, ben de gördüm de o adamı. Evkaf’ta tahsildarmış. Az daha ben bile, ‘‘Ne arıyorsun buralarda’’ diyecektim, ‘‘Mehmet, oğlum?’’ Kervansaray, (2), 8 Mart 1952. www.zeyneporal.com faks: +90 0 212 257 16 50
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear