Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
16 ODAK NOKTASI AHMET CEMAL C yorumlar 17 MART 2006 CUMA olan bu suçlamada kendisine başkaldıranları İslamdan önceki ‘‘cahiliye’’ döneminin cahil insanları olarak görüp haşlıyor. Oysa tarafsız tarihçilerin belirttiğine göre, İslamın doğuşundan önce belirli bir uygarlığı yaratan bu dönemin insanları, yönetime karşı düşündüklerini özgürce söyleme geleneğini geliştirmişlerdi (*). Arabistan’ın bu ‘‘cahiliye’’ dönemi halkları yıl boyu süren, sonunda Mekke’de ‘‘hac’’ olayı ile biten türlü kentlerdeki panayırları aynı zamanda bir kültür buluşmasına dönüştürüyorlardı. Bu panayırlarda kadınların da katıldığı şiir yazma, şiir okuma oturumları, yarışları düzenleniyor, söz söyleme yeteneğini geliştirmiş kişiler de her konudaki görüşlerini uzun uzun anlatma fırsatı buluyorlardı. İnsanlar bu konuşmalarını yüksekçe bir yere çıkıp bir bastona dayanarak yapıyorlardı ki bu biçimin daha sonra İslamda ‘‘hutbe’’ olarak düzenlendiği belirtilir. Bu durumda Erdoğan’ın, iktidarına karşı gelenleri ‘‘cahiliye’’ suçlamasıyla değerlendirmesi çelişkilidir, anlamsızdır. ‘‘Ulülemr’e itaat’’ten uzaklaşma arttıkça ki durum bunu gösteriyor Başbakan’ın canı daha da sıkılacaktır. (*) Dr. Neşet Çağatay, İslamdan Önce Arap Tarihi, Ankara, 1957. B ‘Burada Işık Var’ O yun Atölyesi’nde, Emin İgüs Dörtlüsü’nün ‘‘Anadolu Ezgileri’’ başlıklı konserinin ikinci bölümünü dinlemek için salona giriyorum. Önümden orta yaşlı bir çift yürüyor. Hanım, Oyun Atölyesi’ne atıfta bulunarak: ‘‘Ne güzel bir yer yarattılar burada!’’ diyor. Eşi, yanıtlıyor: ‘‘Evet, burada ışık var!’’ Evet, orada gerçekten ışık var. Ama bu, yalnızca tiyatronun sihirli ışığı değil. O mekânda müziğin kulakları ve beyni aydınlatan ışığı da parlaklıkta tiyatronunkinden geri kalmıyor. Yalnızca son on günde burada dinlediğim konserleri anımsıyorum: Bağlama, ney, tanbur ve divan sazlarıyla DEM Müzik Topluluğu (Okan Murat Öztürk, Dr. Murat Salim Tokaç, Cenk Güray), perküsyonlarıyla, keman, ud, piyano ve kontrabaslarıyla Engin Gürkey Ensemble (Engin Gürkey, Turay Dinleyen, Yiğit Özatalay, Özgür Salıcı, Türker Çolak) ve son olarak da bağlama, bas gitar, vurmalı çalgılar ve danslarıyla Emin İgüs Dörtlüsü (Emin İgüs, Eylem Pelit, Ahmet Özbilen, Alev Akçin). Hepsi de gerek Türk klasik müziğinin, gerekse Türk halk müziğinin zenginliklerini kısmen yepyeni varyasyonlarla, icra tarzlarıyla daha da boyutlandırarak gözler önüne seren konserler ve topluluklar. ??? Evet, biraz önce andığım beyin deyişiyle, burada gerçekten ışık var. Aslında salona girerken bu sözü duyduğum anda, Brecht’in ‘‘Galilei’nin Yaşamı’’nda, ‘‘Gökyüzü nasıl?’’ sorusuna Galilei’nin verdiği yanıtı anımsıyorum: ‘‘Aydınlık!’’ Oyun Atölyesi’nin, kuruluşundan bu yana tüm konuklarına sunduğu türden bir aydınlık. Ama benim için olayın hüzün verici yanı, bu ışıktan yararlanmalarını, o aydınlığa atılmalarını istediğim bir kesime orada hemen hiç rastlamayışım. Örneğin biraz yukarıda andığım konserlere gelen müzik ve tiyatro öğrencilerinin sayısı neredeyse yok denilebilecek kadar az. Yani: Uğraşları yaşamları boyunca müzik olacak olanlar, müzik sanatçısı adayları, kendi iklimlerinin, içinde yoğruldukları kültürün müziğini ve o müzikteki gelişmeleri bunca umursamamakta, görmezlikten gelmede hiçbir sakınca görmüyorlar. Onlar gibi, gelecekte tiyatro sahnelerinden, sonuçta bu iklimin, bu kültürün insanlarına eğer yabancı düşmek istemiyorlarsayine bu kültürün diliyle seslenecek olan, bu dille seslenmek yükümlülüğü altında bulunan tiyatro sanatçısı adayları da, içinden geldikleri kültürün dilinin en değerli öğelerinden biri olan bu müziği bunca önemsememeyi, çok ağır sonuçlar doğuracak bir eksiklik olarak algılamıyorlar. ??? İsterlerse, bu konserlerin çoğuna her gün genelde bir paketten fazlasını içtikleri sigaranın üç paketine verdikleri para karşılığında girebilirler. Ama zaten bütün mesele, bu noktada bir gereksinimin gereksinim olarak algılanmaması. Daha önce çeşitli yazılarımda vurgulamıştım: Günümüzde Türk sanatının bence en önemli ve birincil sorunu, bu sanatın kendi kültüründen, dolayısıyla da o kültürün insanlarından kopukluğu ve uzaklığıdır. Yukarıda yapmaya çalıştığım döküm, bu kopukluğun en azından yakın gelecekte de sürüp gideceğini çok açık biçimde gösteriyor. Özendiği biçimlerin potasında kendi kültüründen kaynaklanma içerikleri bilginin ve deneyimin rehberliğinde yoğuramayan bir sanat, sanat olma niteliğini er geç yitirmeye yargılıdır. Kısacası, Oyun Atölyesi’nde ışık var; ama sanatımızın en azından yakın gelecekteki göğü, epeyce karanlık... acem20?hotmail.com ahmetcemal?superonline.com aşbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, iktidarlarını eleştiren halktan bireyleri, kurumları, sivil toplum örgütlerini, muhalefeti, basını vö. ‘‘ulan!’’ sözcüğüne varan argo bir dille azarlamasının nedenleri konuşulup yazılarak gündemdeki yerini koruyor. Çünkü Başbakan bu tutumunu inişli çıkışlı olarak sürdürüyor; örneğin trafik sorunu ile ilgili olarak İstanbul’da açılacak tünellere karşı görüş bildiren basına ‘‘Siz alikıran başkesen misiniz?’’ deyiverdi. Başbakan’ın gittikçe derinleşen kızgınlığı ve bunu hiçbir başbakana yakışmayacak bir biçemle (üslup) dışavurumu hakkında türlü saptamalar basında yer alıyor. Kimisi bu durumu Başbakan’ın kısa sürede zengin olmasına, dolayısıyla halkı aşağı görmesine bağladı. Kimileri bu tutumu özellikle dilini Kasımpaşalı olmasının, Kasımpaşa kültürüyle yetişmesinin ürünü olarak gördü. Yine kimisi, bu karşı gelişlerin iktidarlarını sarsacağı korkusunun Başbakan’ın içinde büyümeye başladığından kaynaklandığını söyledi. Bundan dolayı kimileri de Başbakan’ın sinirlerinin yıpranıp gerildiği görüşünü dile getirdi. Bütün bu olasılıkların payı olduğu yadsınamaz; dahası, basının ‘‘yalaka’’ bölümünün, bu söylemin GÖRÜŞ MERİÇ VELİDEDEOĞLU ‘Ulülemr’e Başkaldırı... karşılıklı danışmaların yapılacağı toplantılar olduğunu dile getirip ‘‘Meşveret’’ görevini Meclis’in yaptığını belirtir, ‘‘Ulülemr’’e de artık gerek kalmadığını açıkça söyler. Oysa Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘‘Meşveret’’i danışmanlarıyla yaparak yerine getirdiği iktidarın başı olarak ‘‘Ulülemr’e itaat’’i de bütün ülkeden topluca beklediği görülüyor. Kendisini tam bir ‘‘Ulülemr’’ olarak algıladığından, iktidarının verdiği buyrukların, yaptırımların konuşulup tartışılmasını, eleştirilmesini, hele hele yadsınmasını bir türlü kabullenemiyor, kontrolünü elden kaçırıyor. Takındığı ‘‘Ulülemr’’ kimliğinden aldığı kuvvetle durmadan ‘‘Ben Başbakanım!’’ diye haykırıyor; her işin kendinde bittiğini, son sözü kendisinin söyleyeceğini vurgulaya vurgulaya dile getirme gereksinimini duyuyor. Ülkedeki patlamaların oluşturduğu karşı koyuşları susturmak için yaptığı azarlamalara şimdi ‘‘cahiliye’’ suçlamasını da ekledi. Aldığı dinsel eğitimin bir ürünü LONDRA GÜNLÜĞÜ MUSTAFA K. ERDEMOL Başbakan’a yakıştığını ileri sürmesinin ya da Recep Tayyip Erdoğan yerine Ahmedinejad gibi birinin gelmesinin asıl sorun olacağı tehdidini savurmasının bile etkisi olduğu söylenebilir. Ama bütün bunların yanında, Başbakan’ın her şeyden önce bir imam olduğu, köklü bir dinsel eğitim aldığı unutulmamalıdır. Dolayısıyla kendisinin İslamda ‘‘hükümet etme’’nin temelinde yatan ve en belirgin ilke olan ‘‘Ulülemr’e itaat’’ bilinciyle yetiştiği anımsanmalıdır. Bu kavramı en iyi anlatan, Cumhuriyet hükümetinin ilk Adalet Bakanı Seyit Bey’dir. Seyit Bey, İslamda yönetime ait iki temel kural bulunduğunu, bunun ilkinin ‘‘Ulülemr’e itaat’’, ötekinin de ‘‘meşveret’’ olduğunu TBMM’nin halifeliği kaldıran oturumunda yaptığı uzun konuşmasında açıklamıştır. Açıklamasında ‘‘Ulülemr’’in halifelerin bir nitemi olup ülkeyi yönetmek için verdikleri buyrukları içerdiğini, başkoşulun bunlara ‘‘itaat’’ olduğu ‘‘Meşveret’’in ise Blair Tarikat Kursun!.. rtık bu açıklamasından sonra Tony Blair’in yapacağı şey, kendi adını taşıyan bir tarikat kurmak olmalıdır. Çünkü İngiltere Başbakanı, günahlarının hesabını Allah’a havale ederek, başta kendi ülkesindeki olmak üzere dünya üzerindeki ‘‘beşeri’’ adalet kavramına itibar etmediğini açıklamış bulunmaktadır. ‘‘Irak konusundaki tavrım için beni Allah yargılayabilir’’ diyen, ‘‘Bu kararları vermemde Hıristiyanlık değerleri etkili olmuştur’’ diye de ekleyen başbakan, 14’üncü yüzyıl ortasında başlayıp çok uzun sürmüş bir geleneği yeniden çağdaş dünyamızda pekâlâ başlatabilir. Hakkıdır. Söz konusu yüzyılda Avrupa’da moda, hükümdarların kendilerine bir tarikat kurmalarıydı. Büyük ortaçağ tarihçisi Huizinga, Fransa Kralı Jean’ın 1351’de ‘‘NostreDame de la Noble Maison Şövalyeleri’’ tarikatını kurduğunu yazar. Her önemli gün için bile bir tarikatın kurulduğu garip bir çağdı o çağ. Louis de Bourbon adlı bir soylu, İngiliz hapishanelerinden kurtuluşu onuruna bir tarikat kuruvermiştir örneğin. Hıristiyanlık değerlerini, belli ki bir başka ülke toprağını işgal etmede referans alabilecek kadar kendine yontma gücü olan Blair’in, örneğin ‘‘Irak Şövalyeleri’’ gibi meselenin ruhuna pek de uygun bir adla tarikat kuracak kadar da gücü olmalıdır. A ÇİZMEDEN YUKARI MUSA KART HÜKÜMDAR OLMAK YETMEZ Egemen olmak, hükümdar olmak yetmez elbette. Alıklaştırılmış, ne diyorsanız her dediğinizde bir keramet olduğuna inandırılmış bir de halka ihtiyacınız var. O da tamamlandı mı, siz de kendi tarikatınızı kurabilirsiniz rahatlıkla. Böyle bir halk var; ‘‘Ben Allah’ın misyonunu yerine getiriyorum’’ diyen Bush’ta gerçekten keramet olduğuna inanan Amerikan halkından söz ediyorum. Bir Ortadoğulu davranışı gibi geliyor Blair’in yaptığı. Artık herkesçe malum olan günahlarına ilişkin söyledikleriyle, Allah’ı ete, kemiğe büründürerek onu hesap verilecek sıradan bir yargıca dönüştürme tavrı bizde de çok yaygındır, bilirsiniz. Hırsızlığı ayyuka çıkmış densiz politikacı, ‘‘Ben hesabımı Allah’a veririm’’ diyerek inandığı Allah’ı neredeyse bir suç ortağı haline getirmekten çekinmez. Çünkü dini terbiyesi yoktur. Bu hesabı Allah’ın dünyevi mantıkla sormayacağı gerçeğini, kendi uğursuz konumu için kullanmak, dini terbiyeden yoksun olmak demektir. Blair’in Allah’a hesap vereceğini söylemesi, Allah’a inancının ifadesi olmaktan çok, bence, bu dini terbiyeden yoksun olmasıyla ilgilidir. ÖNCE KUL HAKKINI VERSİN musakart@yahoo.com Y enikapı’da Marmara rayı ve metro çalışmalarının yapıldığı yerde orijinal haliyle bir liman bulundu. Kentin içinde olması nedeni ile oldukça büyük bir alan diyebiliriz. Kentte arkeoloji çalışması yapmak zor. Anadolu’da arkeoloji çalışması yaparken kazının dışında farklı maddelere rastlamak güç. Oysa buradaki çalışmalar sırasında soda şişesi, kola kapağı ve yağ kandilleri iç içe. Alan müthiş, manzara müthiş. Tarihin büyüsü içeri girdiğiniz andan itibaren sizi bir mıknatıs gibi kendine çekiyor. Arkeologlar şu ana kadar 8 tane gemi bulmuşlar. 16 tane yağ kandili (farklı yüzyıllara ait), tarak ve ayakkabılar da cabası. Başka bir bölümde 9 tane kafatası bulunmuş, vücutlara rastlanmamış. Kafataslarının Samatya’daki suçlular metropolü ile bir bağlantısı olduğu üzerinde duruluyor. Gemilerden 4 tanesi daha yüzeyde, onların altında 25 metre GÖRÜŞ AYLİN KOTİL 4. Yüzyıla Dokunmak... nos’un suruna ilk defa rastlanmış olması dünyanın ilgisini buraya çekmiş durumda. Yabancı arkeologlar ve basın buralara gelmiş. Dediğim gibi burası Marmara rayı ve metro çalışmaları sırasında bulunmuş. İmar ve İskân Bakanlığı kazı çalışması bittikten sonra eserlerin kaldırılıp kendi projelerinin hayata geçirilmesini istiyor. endi projeleri de bittikten sonra eserlerin tekrar yerine konabileceği söylenmiş. Oysa buranın koruma altına alınması gerekiyor. Çünkü Konstantinos’un suruna ilk defa rastlanmış. Tek teselli Anıtlar Kurulu’nun da uzunluğunda bir tekne var. Üstünde de eşek ölüsü. Bu durum arkeologların aklına bir tsunami sonrası teknelerin limana vurmuş olabileceği ihtimalini getirmiş. Bu ihtimalin araştırmasına da başlanmış. Manzara gerçekten büyüleyici. Birkaç yüzyılı bir arada görebiliyorsunuz. Hatta gezerken öyle bir an geliyor ki, 19. yüzyıla ait eserlere gereken önemi veremiyorsunuz. Çünkü burada tüm dünyanın ilgisini çeken gemilerin de dışında esas başka bir şey var. 4. yüzyılda Konstantinos’un surunun başlangıcı bulunmuş bu kazılarda. Onun hemen üstünde 5. yüzyıl Theodosius suru var. Konstanti K eserlerin korunma altına alınması görüşünde olması. Yaşadığımız yerde evlerimize bu kadar yakın bir kazı çalışması var. Ve belki de yarım saatlik bir yolun sonunda 4. yüzyıla el sürebilme lüksüne sahip bir şehirde (İstanbul’da oturanlar için söylüyorum) yaşamaktayız. Sizlere tavsiyem, gidip bu muhteşem yeri görün. Çalışmalar devam ettiği için izinle girebiliyorsunuz. Ancak emin olun ki değer. Yüzyılların içinde kaybolup giderken her şeye rağmen İstanbul’un bizlere neden güzel göründüğünü bir kez daha anlayabiliyorsunuz. Ancak bir küçük tavsiyem daha olacak. Burayı gezdikten sonra, gününüzün devamında başka program yapmayın. Öylesine büyülenerek çıkıyorsunuz ki, orada geçirdiğiniz her anı özümsemek ihtiyacı hissediyorsunuz. İyi pazarlar. aylin@kotilsarigul.com O smanlıcaTürkçe sözlüklerde ‘‘mugalata’’ sözcüğünün açıklaması şöyle: Yanıltmak için, yanıltacak yolda söz söyleme. ‘‘Mugalata’’, yanlış, kurala uymayan söz anlamındaki Arapça ‘‘galat’’ sözcüğünden türetilmiş. Ben henüz çok da ‘‘eski’’ biri değilim 68 kuşağının, bilemediniz 60 yıllar Türkiyesi’nin delikanlılarındanım. Fakat ‘‘mugalata’’ sözcüğünü bilirim. Birbirimize, yeri geldiğinde ‘‘mugalata yapma’’, ‘‘mugalata yapıyorsun’’ dediğimizi anımsarım... Bugünün kuşakları bu sözcüğü bilmezler. Bunun gibi, pek çok sözcüğü (ve kavramı) bilmedikleri gibi. (Gerçi, tam karşılığı sayılamazsa da, Frenkçe demagoji sözcüğü günümüzde ‘‘mugalata’’ yerine kullanılabilir, kullanılıyor da. Rahmetli Tahsin Saraç’ın çok değerli FransızcaTürkçe sözlüğünde demagojinin mükemmel bir açıklaması var: (Laf ebeliği, lafa boğmak, vb...) Sözcüğün bilinmiyor ya da kullanılmıyor olması, kavramın ortadan kalkmış olmasını gerektirmiyor. Günümüz Türkiyesi’nde ‘‘mugalata’’ yapmanın, yani yanıltıcı yolda, yanıltmak için söz söylemenin, bir konuyu ve kavramı saptırmak için lafa boğmanın, laf ebeliği yapmanın örneklerine, iktidardaki parti yöneticilerinin ve en başta da Başbakan’ın konuşmalarında sıkça rastlıyoruz. ‘‘Ulema’’ kavramına değin CUMA ATAOL BEHRAMOĞLU ‘Mugalata’ etmekte olan kişidir. ‘‘Mugalata’’ yapmanın çok parlak bir örneğini, yıllar önce, bugünkü iktidar kadrosunun ağabeylerinden, bir dönemin Refah Partili milletvekillerinden Şevki Yılmaz adlı kişi vermişti... Bu ‘‘zat’’ın, bir TV programında, Reha Muhtar’la ‘‘diyalog’’larını unutamam... Reha Muhtar, bu kişinin etkili olduğu, şimdi adını anımsamadığım bir kamu kurulu diğim ‘‘ukala’’ başlıklı bir yazımda bunu örneklemiştim ve ‘‘muhatap’’larımdan çıt çıkmamıştı... ??? Fakat aynı iktidar kadrosu içinde ‘‘mugalata’’nın öyle bir ‘‘usta’’sı var ki eline kimse su dökemez... Bu ‘‘mugalata’’ ustası, Türkiye’de ulusal eğitimin gelmiş geçmiş en büyük talihsizliği olarak günümüzde Milli Eğitim Bakanlığı koltuğunu işgal şunda ‘‘Yılmaz’’ soyadlıların göze batacak ölçüde artmış olmasının nedenini sorduğunda aldığı yanıt aşağı yukarı şöyleydi: Türkiye’de kırk bin köy muhtarı var Sayın Muhtar, ben size bunun nedenini soruyor muyum... Reha Muhtar gibi gerçekten çok zeki (ve canı isterse ‘‘mugalata’’nın da dik âlâsını da yapabilecek bir kişinin) bu eşsiz ‘‘mugalata’’ örneği karşısında ağzının nasıl açık kaldığı ve söyleyecek söz bulamadığı şu andaymış gibi gözlerimin önünde... ??? Günümüzde ulusal eğitimden sorumlu olan kişi, ağızları açık bırakacak ‘‘mugalata’’ örneklerini birbiri arkasına sı ralıyor. Bunları burada yinelemeye tek bir sütun değil sütunlar yetmez. Lafı uzatmaya ne gerek ne de yerim var. Evrim kuramının (ya da Newton’ın, Galileo’nun, Einsteın’ın ‘‘kuram’’larının) kuram oluşuyla Yaradılış Kuramı arasındaki benzerlik ilişkisi, Reha Muhtar’ın muhtarlığıyla köy muhtarları arasındaki benzerlik ilişkisi gibi bir şeydir. Ve bu benzerlik ilişkisini kuran kişi, binlerce, yüz binlerce, milyonlarca kez maalesef, günümüz Türkiyesi’nde ulusal eğitimin tepesinde bulunmaktadır... ??? ‘‘Ulemacı’’, ‘‘yumurtacı’’, ‘‘mugalatacı’’... Böyle kişiler her yerde ve her zaman vardır ve olacak... Gerçekten içten bir dindar olsaydı İngiltere Başbakanı, kul olarak Allah’a vereceği, kimseyi ilgilendirmeyecek olan günahını dile getirmeyip kendisi gibi Iraklıların da bir Allah’ı olabileceğini düşünüp önce kul hakkını beşeri mahkemelerde teslim etmeliydi. Bu, Blair gibi dindar (!) politikacıların değil, dinsiz imansız Castro gibi adamların alabileceği bir tavırmış demek ki. Küba devrimine ilişkin olarak, kendisine hesap soran da yokken ‘‘Tarih beni beraat ettirecektir!’’ diyerek varsa hatalarının acısını çeken insanların yargısına sığınmıştır Castro. Tarihin yargısının dinden daha keskin olduğunu bilme tutumudur bu. Blair’in, elbette tarihinden de esinlendiği ilginç bir savunmadır yaptığı. Rudyard Kipling’den esinlenmiş de olabilir diye düşünüyorum. ‘‘Britanya’nın Doğu’ya ışık götürmesi, ilahi bir görevdir’’ diyerek yayılmacılığa dini kılık giydirmede, şair Kipling pek bir maharetliydi. Kipling’den bu yana değişen, egemenlerin kılık kıyafetidir sadece, anımsatırım. Blair, başka herhangi bir kanıta gerek duyulmayacak biçimde kendisini Irak konusunda suçlu hissediyor. Beni ilgilendiren tarafı budur. Allah’la ilgili bölümünü, samimi iman etmişlerle, dinlerinin referans gösterilmesine herhalde razı olmamaları gereken kilise yetkilileri düşünsün. Blair, günahlarının hesabının verileceği makam konusunda kendi tercihini kullanma gibi bir hakka sahip değildir. Değil midir ki suçlu olduğunu hissetmektedir, bunu önce kendi kamuoyunun vicdanında aklanma fırsatı saymalıdır. Bunun yolu da insanlığa, tarihe hesap vermekten geçer. İnsanlık, hukuku, dinin kurallarından ayırmak için az mücadele vermedi. Kimi ülkelerde din kurallarının hukuk yerine geçtiği düşünülürse, bu mücadele daha uzun yıllar süreceğe benziyor. İngiltere, aydınlanma düşüncesinin önemli merkezlerinden biri. Bu ülkede hukuk, dini, toplum yaşamını düzenlemekten uzaklaştırmıştır sanırdım ben.Bireylerin vicdanlarına değil, yapıp ettiklerine müdahale hakkı hukukundur. Hesabını Allah’a vereceğini söyleyen Blair böyle yapmakla, dünyevi anlamda somut bir ceza önermeyen ilahi adaleti öne çıkarmış, böylelikle toplumsal adalet duygusunu zedelemiştir. Yine de varsayalım ki, Blair Allah’ın huzurunda böyle bir hesap verecektir. Orada mutlaka Iraklıların da olacağını bilmesi gerekmez mi?