Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
14 S A C H N kültür/sanat D E N 17 MART 2006 CUMA E KULE CANBAZI SUNAY AKIN Ölümsüzlüğü ‘Godot’ ile yakaladı Samuel Beckett’e tiyatro dünyasına güçlü bir giriş yaptıran ‘‘Godot’yu Beklerken’’ 5 Ocak 1953’te Paris’teki Babylone tiyatrosunda sahnelendi. O gün bugündür, Godot da Hamlet kadar ünlüdür. İrlandalı Yazar Samuel Beckett 1906’da doğdu, 1989’da öldü. 2006’da tam 100 yaşında. Bir başka deyişle, 2006 Beckett yılı. Büyük yazar, insanı ‘ölümlü’ olarak yaratan Tanrı’yla, onu ‘Godot’ya dönüştürerek hesaplaşmıştı. Godot, Beckett’i ‘ölümsüz’leştirdi. Viski Yerine Çay!.. den kalkar, anlattıklarının tasvirini çıkarırdı.’’ İstanbul’da müşterilere Kızılderilileri anlatan bir garson!.. Demiray biraz daha tanıtıyor bize kahramanını: ‘‘Yakaladığın gibi at tencereye o memleketteki kuşları, hemen kızart, haşla zevkine göre, derdi yemin üstüne yemin içerek. Arkasından da sırıta sırıta devam ederdi: Kızılderililerin tüy merakı yüzünden, zavallılar hep çıplak uçar Amerika semalarında.’’ İki güzel, daha doğrusu biri ‘‘güsel’’ şairin yazdıklarında da Kızılderili duyarlığına tanık oluruz. Bu iki şairin bir başka ortak özelliği şiir antolojilerine alınmayışlarıdır. Oysa zirvede yazdıkları şiirlerle And’olojilerde adları geçer. Biri, Soysal Ekinci’dir şairlerimizin: Bir taraf var bu savaşta Filistin’e gölge, Eskimo’ya ayan Kafese kıstırılmış vahşi bir hayvan gibi Ve günahlarından korkarak uzlaşma tanımayan O’dur işte SAM AMCA’yla iştutarken siyonizmin gökdelenlerinde kendi kıyımlarını iğrenerek seyreden azgınlaşmış sermaye Nostradamus’u aratmayan şiirler 11 Eylül saldırısından sonra Rıfat Ilgaz’ın ve Allen Ginsberg’in Nostradamus’u aratmayan şiirleri gelir gündeme... Kehanette bulunur gibi şiir yazmıştır her iki şair de. Ama, hiç kimse anımsamaz Soysal Ekinci’yi. Oysa, onun dizeleri, 11 Eylül saldırısının senaristini açıklar bizlere. Soysal Ekinci ‘‘1 numara’’lı şair olur, 1994 yılının Eylül ayında yayımlanan gazete ve dergilerde. Bir şairin intiharı iyi bir haberdir ne de olsa! İkinci şairimiz ise Metin Üstündağ’dır. Metüst, ‘‘Ordinaryüs’’ rütbeli bir biliminsanı değildir ama, Kızılderililer’in Türklerle akrabalığına kafayı aşırı takanlara ‘‘Hadi oradaniyus’’ diyen şu yorumuyla, ırkçıların karabulutlarına inat, insanlığın yarınını aydınlatmaktadır: ‘‘beyaz adam, kızılderili’ye viski yerine çay ikram etseydi, kızılderili de ateş suyu’na bayılmasaydı, bir uygarlık yok olmaya yüz tutar mıydı acaba’’ Kitapların sayfalarını çalılık gibi aralayıp içlerine gizlenen Kızılderililere göz kırptık bu sefer. Tam ‘‘bitti’’ diyecekken, kapağında ‘‘Ercümend Behzat Lav’’ adlı okunan kitap kımıldıyor: Sandık başında oy pusulası Birdir Yeni Dünya’nın Siyahı’yla Beyaz’ı Bir yanıl da sandığa yaklaş Biter ensende Beyaz’ın sopası Yaşasın İnsan Hakları Beyannamesi Sonsuz hürriyet içindeler Karası Kızılderilisi Melezi B AYŞEGÜL YÜKSEL S amuel Beckett 1906’da doğdu, 1989’da öldü. Bu yıl tam yüz yaşında... Yazarlık yaşamı boyunca sürekli olarak insanın yeryüzündeki yerini ve işlevini sorguladı. Ve tıpkı Shakespeare gibi, Tanrı’nın kendi suretinde yarattığı insanın ‘ölümlü’ oluşunun saçmalığı karşısındaki düş kırıklığını dile getirdi. Shakespeare, dinsel dogmaların bir oranda çözülüp dağıldığı modernöncesi dönemin insanıydı. Hamlet, ölümün ötesinde ne olduğunu bilmediği için kendini öldürmeyi göze alamadığını, bu nedenle dünyanın kahrına katlandığını söylüyordu. Ölmeden önceki son sözleri ise, ölünce düşünemeyecek, dolayısıyla da konuşamayacak oluşunu dile getiriyordu. Modern çağın sözcülerinden Beckett ise iki dünya savaşını yaşamış biri olarak, pek çok çağdaşı gibi, kullarına çektirilen acılara seyirci kalmış bir Tanrı’nın varlığını reddetmişti. Ancak, Tanrı’nın reddedilişi ile birlikte yaşam da saçmalaşıyordu. ‘Ölüm’ neydi, din kitaplarının söylediği gibi ‘sonsuz yaşama geçiş’ değilse? Yanıt yoktu. Bu nedenle Beckett, karakterlerini hiç öldürmedi; karakterlerin bedenleri çürüdüyse de bilinçleri yaşayıp gitti. Ölümünden kısa bir süre önce, kaldığı yaşlılar evinde görüştüğü bir gazeteci, Beckett’in yanından ayrılırken ‘Yine görüşürüz’ demişti. Beckett’in yanıtı şöyleydi: ‘Bir daha görüşeceğimizi hiç sanmıyorum. Bir ‘son’ olmalı...’ Beckett, Tanrı karşısındaki tutumunu, onu ‘sahne adı’ Godot olan bir komedyene dönüştürerek gösterdi. Godot, çağrışım zenginliği sınırsız bir kişilik olarak belleklere yer etti. Beckett’e tiyatro dünyasına güçlü bir giriş yaptıran ‘‘Godot’yu Beklerken’’ 5 Ocak 1953’te Paris’teki Babylone tiyatrosunda sahnelendi. O gün bugündür, Godot da Hamlet kadar ünlüdür. ‘‘Godot’yu Beklerken’’ trajik ve komiktir. ‘Kurban’ konumundaki ‘kahraman’larının, yaşamı terk etmekle ölümle buluşmak arasındaki dar geçitte oyalanışını dile getiren acınası/gülünesi bir ‘gösteri’ niteliği taşır. Gösterinin başoyuncusu, günlerce, aylarca, yıllarca, yüzyıllarca beklenen, ama verdiği sözü tutmayarak, hiç gelmeyen Godot’dur. GODOT’NUN KİMLİKLERİ Godot’yu Beklerken’’in başkişileri her şeyden önce iki oyuncudur. Vladimir ve Estragon’un giysileri çaptan düşmüş iki müzikhol/varyete oyuncusunu ya da iki sirk soytarısını, dahası, ünlü Şarlo’yu çağrıştırır. Bu ‘ikili’ birbirlerine Didi ve Gogo diye seslenirler. (Yarattıkları sahne tiplerinin adları belki de?) Tıpkı Şarlo gibi, oyun boyunca bizlere ‘insanoğlu’nun acınası/gülünç konumunu sergileyen ‘numara’lar sunarlar...Didi ve Gogo ıssız bir yolun kıyısında bir ağacın altında her akşam güneş batma dan buluşurlar. Çünkü Godot adlı biriyle randevuları vardır. Kimdir Godot? Oyundan anlaşıldığına göre, onları içinde bulundukları maddi ve manevi çöküntüden kurtaracak güçlü biri... Oyun boyunca iki kez yinelenen ve sayılamayacak kadar çok kez yinelendiği anlaşılan bu buluşmalarda Godot’nun gelmesi hem istenir, hem de ondan korkulur. Gizemli bir kişidir Godot. SÖZ VERAN AMA SÖZÜNÜ TUTMAYAN Hem ilişki kurulması gerekli, hem de çekinilecek biri... Belki Didi ile Gogo’ya yardım elini uzatacak zengin ve başarılı bir işadamı, belki adı sahne ismine benzediğine göre bu iki yıllanmış varyete oyuncusuna daha iyi iş olanakları sağlayabilecek ünlü ‘yıldız’lardan... Belki ünlü bir politikacı, belki bir mafya babası ya da tarikat lideri, belki de İngilizce adının çağrıştırdığı gibi, Tanrı’nın ta kendisi... Ancak, hangisi olursa olsun, güvenilmez biri. Söz veren, ama sözünü tutmayan... Godot’nun sözünü tutmayışı, randevuya bir türlü gelmeyişi, onun ‘bilinmezliği’ni ve insanlarda uyandırdığı korkuyla karışık ‘umudu’ ayakta tutar. Didi ve Gogo, Godot’yu beklemeyi bir yaşam biçimine dönüştürmüşlerdir. Tıpkı, durmadan piyango bileti alan umutseverler, beyaz atlı prensi bekleyerek yaşlanan romantik kadınlar, kendilerini kurtaracak ilacın er ya da geç bulunacağına inanan umarsız hastalar, savaş koşullarında yitirdiği oğlunu beklemekten yıllar geçmiş olsa bile bıkıp usanmayan anne, altıncı kız çocuktan sonra bile bir erkek çocuğa sahip olma beklentisini sürdüren baba gibi, Didi ve Gogo da ‘uzatmalı’ bir umudun peşindedir. Godot’yu beklemek yaşamın amacı olup çıkmıştır. öbreklerinden rahatsız olan Ahmet Haşim, 1932 yılında iyileşmek umuduyla Almanya’ya doğru yola çıkar. Trenle yapılan uzun bir yolculuğun ardından Frankfurt garına adım atar şair: ‘‘Çelikten, camdan ve mermerden yapılmış girişik ve boş güzelliğiyle ancak Belçikalı büyük şair Verhaeren’in şiirlerinin anlam verebileceği büyük istasyonun kocaman cam girişi altında, boş rıhtım üstünde iki yorgun gezginin ayak sesleri ne gülünç yankılar yapıyordu.’’ Ahmet Haşim’i Kızılderililer karşılamaz Frankfurt’ta. Aman efendim, ünlü yazar Karl May’ın serüvenlerindeki Amerika yerlilerinden bahsetmiyorum. Havaalanındaki Kızılderililere getirmek istiyorum sözü. Haşim’in de zaten Kızılderililer tarafından karşılanmamış olmasının nedeni, uçak yerine trenle varmasıdır Frankfurt’a. Hem zaten, havaalanından gelip geçen her yolcu göremez Kızılderilileri. Bunun için, Zeyyat Selimoğlu gibi görmeyi bilen bir yazar olmak gerekir: ‘‘ 6D, işte bu işaretin ardına takılıp yollara düşüyorum havalimanı binasında. Jeronimo’nun Hamburg uçağına doğru fırlattığı bir ok bu, beni yürüyen merdivenlerle yürütüyor; önce, yukarı tırmanıyorum, derken, aşağı indiriyor beni yeniden, dere tepe düz gidiyorum sonra; koştur dur bir okun ardından, sağa sap, sonra düz git, dikkat et, yanlış okun arkasına takılma, bu Frankfurt Havalimanı binasında tüm Kızılderili büyük şeflerin okları uçuşmada; dalgınlıkla yanlış bir okun ardına takıldın mı, bir insan seline kapılır da çıkmazlara, açmazlara düşersin, kimseden kimseye hayır yok bu uygarlık dünyasında, uygarlığın öbür adı yalnızlık; her insanın kendi bacağından asıldığı bir dünya!’’ ‘Kayıp İsimler Sözlüğü’ İstanbul’da, Kızılderilileri anlatan, onların izini süren bir kitap yazan, bir olur mu hiç, elinizdekiyle beraber iki kitap yayımlayan bir şair olarak, Sebahattin Demiray’ın ‘‘Kayıp İsimler Sözlüğü’’ adlı romanının, başucumdaki kitapların arasına konduğunu yazmalıyım. Kitabın sayfaları arasında, Kızılderililerden söz eden ‘‘Koço’’ göz kırpıyor bizlere: ‘‘Horozlu Lokantası’nda garsondu Koço. Lokanta tenhalaşıp, işi hafiflediğinde bir müşterinin karşısına oturur, Japon ve Çin memleketlerinden başlardı söze. Amerika’da gördüğü, at üstünde urganla yaban sığırı avlayan, belleri tabancalı çobanlardan; yüzlerini boyayıp, kafalarını havada uçan bin çeşit kuşun renkli tüyleriyle süsleyen, attıkları oklarla kasabaları ateşe veren, çobanların can düşmanı Kızılderililerden bahseder; kelimeler yeterli olmadığı vakit yerin N edir yaşamın amacı? Beckett’e göre ölmek için doğarız. ‘‘Godot’yu Beklerken’’in DidiGogo dışındaki kahramanları olan PozzoLucky ikilisinden Pozzo’nun dediği gibi ‘‘...bir gün doğduk, bir gün öleceğiz, aynı gün, aynı an... Bir ayağı mezarda dünyaya getirdiler bizi, güneş bir an parıldar, sonra yine gecedir.” Beckett’in yaşama süresi olarak belirlediği kısacık an, Godot’yu ‘bekleyen’ Didi ve Gogo bağlamında sonsuz bir sürece dönüştürülmüştür. Oyunda yansıyan ‘sonsuz zaman’ olgusu ‘bekleme’ olgusuyla ilintilidir. ‘Bekleyiş’, zamanı alabildiğine uzatır, bitmez tükenmez kılar. Bu nedenle, oyunu belki de en iyi an Zamanın göreceliği... layanlar ABD’deki St. Quentin Hapishanesi’nin mahkumları olmuştur. Godot, kimi için tahliye, kimi için idam günü, kimi içinse ziyaretçi anlamını taşıyordu belki de... Ama oyunu izleyen mahkumları daha çok, oyundaki bekleme olgusu, zamanın geçmeyişi, yaşam kavgasının dışına düşmüş kişiler için bir günün ötekinden farksız oluşu, bu tür kişilerin, önlerinde uzanan bomboş zamanı doldurmak için oynadıkları ‘oyun’lar ilgilendirmiş. Sonuç olarak da ‘‘Bu oyun bizim yaşamımızı anlatıyor’’ demişler. Beckett, kendi suretinde yarattığı insanları ‘ölümlü’ kılan ve onların başlarına gelenleri duyarsızca izleyen Tanrı’dan öcünü Godot’yu yaratarak almış. Godot, Beckett’i ‘ölümsüz’ kılmış. 2006’da tam yüz yaşında Beckett. ‘Yüz’lü yaşları hep kutlanacak... stanbul’un ‘Avrupa Kültür Başkenti’ adaylığında son dönemece geldik. Haftaya, uluslararası jüri İstanbul mu, Kiev mi, kararını verecek. Ondan sonra birkaç aylık bir politik süreç var. Avrupa Komisyonu’nun ve Avrupa Parlamentosu’nun onayı beklenecek. Tabii, İstanbul’un böyle bir sıfata ihtiyacı olup olmadığı tartışılabilir. Festivalleri, sergileri, konserleri ile Avrupa’nın kültür başkentlerinden geri kalan bir yanı yok İstanbul’un. Ama, bu kararın bazı somut yararları olacağına hiç kuşku yok. Sivilleşmeyi, yönetişim kavramını gündeme getirmek gibi... İstanbul, gençlerin büyük ilgi gösterdiği ‘!f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin ardından festivalsiz kalmıyor. Belgesel Sinemacılar Birliği’nin ‘1001 Atölye’ etkinliği, SİYAD ödül töreni derken, bugün de ‘Filmor Kadın Filmleri Festivali’ başlıyor. Sinemaseverler bir yandan nisan başındaki İstanbul Film Festivali’ni beklerken, bir yandan da piyasadaki filmlere yetişmeye çalışıyor. Önerebileceğim o kadar çok film var ki, birkaçını saymakla yetineyim: Michael Haneke’nin ‘Saklı’ adlı son filmi yılın en önemli yapıtlarından biri, belki de birincisi. George Clooney’nin ‘İyi Geceler, İyi Şanslar’ını, Woody Allen’ın İ KEDİ GÖZÜ VECDİ SAYAR Çağrı Bizden Merkezi’nde açılan Filiz Kutlar’ın ‘Hepsi Kadın / Tıpkı Benim Gibi’ adlı fotoğraf sergisi ve Milli Reasürans Galerisi’ndeki Balkan Naci İslimyeli sergisini ihmal etmeyin derim. ??? Geçen hafta sonu gerçekleşen Uluslararası PEN Cezaevindeki Yazarlar Komitesi’nin düzenlediği bir konferans, dünyanın farklı bölgelerinden 53 yazarı İstanbul’da buluşturdu. Bu tür toplantıların ülkemiz hakkındaki önyargıları kırmakta ne denli etkili olduğunu bir kez daha gördük. ??? Edebiyattan tiyatroya uzanırsak, önereceğim yeni oyunlar var, ama bunları bir başka zamana bırakıp, yeni çağrılarla devam etmek istiyorum. İstanbul’da Taksim Sahnesi bu ay kapanıyormuş. Ticaret, sanata egemen olmuş gene. Taksim Sahnemizi istiyoruz desek fayda eder mi dersiniz? Ankara’da çocukluk anılarımın önem ‘Maç Sayısı’ını, İstanbul Modern’deki Fellini fimlerini de kaçırmayın derim. Öyleyse, ilk çağrımız: Haydi sinemaya! ??? Tabii, sergileri ve tiyatroları da ihmal etmeye gelmez. İstanbul’da mevsim başından bu yana çok sayıda sergi açıldı. Darphane’de açılan (daha sonra Ankara ve İzmir’e uzanan) Cem Boyner’in ‘Uzaktaki Yakın, Yakındaki Uzak’ sergisinden Maçka Sanat Galerisi’ndeki Ali Konyalı, Pera Müzesi’ndeki H.C. Bresson ve Karşı Sanat’taki ‘World Press Photo’ sergilerine uzanan önemli fotoğraf etkinliklerini, Büyükelçi Daver Darende’nin İstanbul’u anlatan o sıcacık suluboyalarını, Hüseyin Çağlayan’ın iki galeriye yayılan etkileyici çalışmalarını sizlerle paylaşmaya vakit bulamadan, yeni sergiler çıkageldi: Yapı Kredi’deki Zühti Müritoğlu sergisi, ‘Dünya Kadınlar Günü’nde Fransız Kültür li bir mekânı, Yeni Sahne’yi de yıkacaklarmış. Bir imza kampanyası dolaşıyor tiyatro salonlarında şu sıralar. Belki sizin de önünüze gelir... Tiyatro salonları art arda kapanırken Mustafa ve Övül Avkıran’ın giriştiği ‘Garajtiyatro’ projesine destek vermek hepimizin boynunun borcu. Galatasaray garajının alt katında nicedir özlem duyduğumuz çağdaş bir tiyatro mekânı yaratmak için yola çıkan Avkıranlar’a destek verecek tiyatro sevdalılarının, avkiran?tnn.net adresine bir mesaj göndermeleri yeterli. Bir başka destek çağrısını da, 10. yılını kutlayan ‘Açık Radyo’ için yapmak isterim. Açın, Açık Radyo’yu; nasıl katkıda bulunabileceğinizi öğrenin... İstanbul’un, kültür sanat yaşamının canlılığını büyük ölçüde sivil girişimlere borçlu olduğunu biliyoruz. STK’lerin içinde bazıları var ki kamu kurumlarından daha fazla çalışıyor. Ama sayıları çok az... Haftaya, kültür sanat alanının örgütlenme sorunları üzerinde durmak istiyorum. Avrupa’nın kültür başkenti olmayı hedefliyorsak, önce kültür alanının demokratikleşmesi, yönetişim kavramının kamu kurumlarımızca benimsenmesi gerekiyor. Bunu sağlamanın önkoşulu da, sivil alanın güçlenmesi... vecdisayar?yahoo.com Türk müziği koruma altında Kültür Servisi Türkiye’de müzik kültürünün ve müzik müzesi tasarısının tanıtımına katkı sağlamak amacıyla düzenlenen ‘‘Türkiye’de Müzik Kültürü ve Müzik Müzesi Kongresi’’ 29 Mayıs’ta kapılarını açıyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Bilkent Üniversitesi işbirliğiyle İstanbul Askeri Müze’de 31 Mayıs’a kadar sürecek kongrede Türkiye’nin müzik kültürünü oluşturan unsurlar ele alınacak. 12 BİN YILLIK GEÇMİŞ... Yalnızca akademik sunumlarla değil, konser, sergi ve atölye çalışmalarıyla birlikte kapsamlı bir program hazırladıklarını belirten Bilkent Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Dr. Mehmet Kalpaklı, kongre sonrasında bir kitabın da yayımlanacağını söyledi. Kongrenin ana konuları arasında Türkiye Müzik Müzesi Projesi yer alıyor. Üsküdar’daki eski Tekel depolarını değerlendirerek burada Müzik Müzesi kurmayı düşündüklerini belirten KTB Müzik Müzesi Koordinatörü Oğuz Elbaş şunları söylüyor: TÜRKİYE’NİN FARKI... ‘‘Dünyada birçok yerde müzik müzesi kuruluyor. Türkiye’nin diğer ülkelerden farkı, arkeolojik olarak belli bir zenginliğe sahip olması. 12 bin yıllık geçmişe sahip çıkılarak bu kültürel zenginliğin tüm dünyaya tanıtılması gerekiyor. Bu amaçla başladığımız çalışmalarla binlerce yıllık ve bazıları dünyanın en eskileri olan çalgı aletleri ile belgeleri bir araya getiriyoruz. Müzede, dünyanın en eski bağlama ve zillerinin yanı sıra yaklaşık 10 bin yıl öncesine ait çalgılar da yer alacak.’’ Kongre süresince Topkapı Sarayı, Aya İrini ve Arkeoloji Müzesi’nde konserler verilecek.