Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
10 Emekli diplomat, araştırmacı yazar Bilal Şimşir: C S TRATEJİ ‘Ödünün sonu gelmez’ Deniz BERKTAY rmeni iddiaları, her yıl Nisan ayında Türkiye’nin başını ağrıtmakla kalmıyor, içerden bazıları "bir özürden ne çıkar" yaklaşımını gündeme getiriyorlar. Emekli büyükelçi, araştırmacı yazar Bilal Şimşir, 1970’lerde bir terör sorunuyken, 1990’larda batılı ülkelerin parlamentolarında alınan kararlar sonucunda batıyla diplomatik kriz kaynağı haline gelen Ermeni Sorunu’na ilişkin sorularımıza şu yanıtları verdi: Tarihsel süreciyle birlikte gelinen noktada, Ermeni sorununa karşı Türkiye’nin politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Tarihteki Ermeni meselesi, Lozan Antlaşması’nda kapanmıştı. Biz de ondan sonra bu konuyla hiç ilgilenmemiştik. Zannediyorduk ki, biz geçmişin acılarını unutursak herkes de unutacak. Ama çok sonradan anladık ki, Ermeni milliyetçileri hiç de öyle davranmamış. 1950’lerde bazı Ermeniler, yayın organlarında, soykırım kelimesini kullanmışlarsa da, Türkiye bunların farkına varmamış. 1965’te, Ermeni Kilisesi’nin girişimiyle dünya çapında "soykırımın 50. yıldönümü etkinlikleri" düzenlendi ve sonra bazı ülkelerde sözde soykırım anıtlarının inşasına girişildi. Bütün bunlar, bizim dikkatimizi çekmedi. 1973’te Los Angeles’ta, bir Ermeni, bizim Başkonsolosumuzu ve yardımcısını öldürdüğünde bu olay, bizim kamuoyunda doğru şekilde algılanamadı; daha çok, ihtiyar ve meczup bir Ermeni’nin kişisel çılgınlığı olarak görüldü. Arkasından, 1975’te üst üste Viyana ve Paris büyükelçilerimiz şehit edildi. Asala, bu iki cinayetin sorumluluğunu üstlenerek ilk kez adını duyurdu. Fakat, bizde bazı yorumcular, hala, "bunu Ermeniler değil, Kıbrıs Rumları’nın EOKAB örgütü yapmıştır" diyorlardı. Biz, ancak bu cinayetlerin arkası gelip de sağda solda bazı Ermeni militanlar yakalanınca, bu işin Ermeniler’den kaynaklandığına ikna olduk. Bu döneme biz, tamamen hazırlıksız ve donanımsız girdik. Batıdaki gazeteler, diplomatlarımızın saldırıya uğramalarıyla ilgili haberleri verirken, olayın kendisini bir iki satırla geçiştiriyor, ondan sonra da uzun uzun Türklerin Ermenilere yaptığı "zulüm"den bahsediyordu. Bizim, iki kitap dışında, Ermeni iddialarına yanıt verebilecek E araştırma kitaplarımız yoktu. Diplomatlarımız öldürülürken, biz demeç verip duruyorduk, "kanı yerde kalmayacak", diye. Ama ASALA terörü bittikten sonra, bu sorunu yine unutuverdik. 1990’lara geldiğimizde, Batılı ülkeler, arka arkaya, sözde soykırımı tanıyan kararlar almaya başladılar. Bu kararlar, neden özellikle 1990’lı yıllarda ve neden özellikle bu ülkelerde alındı? Aslında bu olayların Lozan’dan 40 sene sonra gündeme gelmesi, bizim ortak pazara üye olma girişimimizle bağlantılıdır. Patriklerin yaptıkları çıkışlara ve olayların gelişme kronolojisine bakarsak, iki olay arasındaki bu birebir örtüşmeyi görürüz. ASALA suikastlarının esas idare edildiği yer, Paris’ti. Bu yüzden, Fransa’yla ilişkilerimiz, bir ara kopma noktasına geldi. Çoğu cezasız kalan bu cinayetler, en fazla Fransa ve Avusturya’da işlenmişti ve rastlantı mıdır bilmem, bugün AB’de Türkiye’nin üyeliğine en fazla karşı çıkan iki ülke de, Avusturya ve Fransa’dır. Biz, 1987’de AB’ye üyelik için resmen başvuruda bulunduk. O dönemden itibaren Avrupa, "bunlara ne kadar baskı yapabilirsek, kardır", diye düşünerek, ne kadar küflenmiş dosya varsa, raftan indirip karşımıza koymaya başladı. Özellikle Avrupa Parlamentosu, bu konuda kararlar aldı. Ama bizim gazeteler, bu kararları görmezden geliyor. Ya es geçiyorlar, ya da kırparak yayımlıyorlar. Haber ortaya çıktığı zaman da, "merak etmeyin, AP’nin kararı önemli değildir, esas olan komisyonun kararlarıdır," diyerek, bizim kamuoyunu yatıştırıyorlar. Fakat sonra bakıyoruz ki, AP’nin kabul ettiği bir karar, mesela beş yıl sonra, bu sefer komisyon kararı olarak karşımıza çıkıyor. Yani, komisyon, parlamento kararlarının hiç birini boş saymıyor. Avrupa Komisyonu bir karar kabul ettiği zaman, üyeliğe aday ülkelere, "madem ki AB’ye üye oluyorsunuz, öyleyse siz de bunları kabul edin" diye karşınıza dikiliyorlar. Hatta, Türkiye’nin köklü dostluğunun olduğu Polonya Parlamentosu bile bunun sonucunda sözde soykırımı tanıma kararı aldı. Öyle tahmin ediyorum ki, birliğe yeni girecek Romanya gibi ülkelere de bunu dayatacaklar. Bunu kaydedelim şimdiden. Şimdiki tehlike, ASALA dönemine göre daha ciddi. Çünkü bu konu, Türkiye’nin AB’ye girmesinin önünde engel gibi görünüyor. Birinci sıra şartlar arasında olmasa da, ikinci kategori şartlar arasında görünüyor. İşin en acı tarafı da başta ABD gibi devletler teröre karşı savaş ilan ediyorlar gerine gerine, ancak, Ermeni teröristlerin cezasız Asala militanları... kaldığını, hiç kimse hatırlamıyor. ABD’nin bu konudaki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? ABD, ikili oynuyor. Bir taraftan eyaletler bu konuda teşvik ediliyor, bir taraftan da merkezi hükümet, kongre’den çıkacak kararları son anda durduruyor. Bu, tam bir "tavşana kaç tazıya tut" politikasıdır. Türkiye’yi tamamen karşısına almadan, bu işi eyalet parlamentolarının işiymiş gibi gösteriyor. Burada da, şöyle bir tehlike var: Eğer ABD’deki eyaletlerin yarıdan bir fazlası sözde soykırımı tanıyan bir karar Bilal Şimşir alırsa, o zaman bu, eyaletlerin kararı olmaktan çıkıp, Washington’un kararı haline geliyor. Peki ABD, neden böyle yapıyor? Bazıları bunu oradaki Ermenilerin etkinliğine bağlıyor, ama aslında bu, çok daha geniş bir politikanın uzantısıdır. ABD de Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak istiyor ve bu konuda AB’den farkı yok. Sadece, kartlarını AB’ye göre daha kapalı oynuyor. Çünkü, Türkiye’yi tam karşısına alarak kaybetmek istemiyor. Ermeni sorunu konusunda son yıllarda Türkiye’de ortaya çıkan tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’de Ermenilere soykırım yapıldığını iddia eden çevrelerin iddiaları, tartışmaya bile değmeyecek durumda. Davet edildikleri ortak sempozyumlara katılmamaları da gösteriyor ki, yalanı savunmak kolay değil. Biz soykırım iddialarını yıllardan beri araştırıyoruz. Savaş propagandasıyla uluslararası hukukun nasıl ayaklar altına alındığını, yaptığım araştırmalarımda, gözlerimle gördüm. Malta’ya sürülen İttihatçı liderlerin suçtan hüküm giyip cezaya çarptırılamamaları, bizim daha 1921 yılında aklanmamız anlamına geliyor. Çünkü İngiliz başsavcılığı, "ben bu insanları hukuken itham edemem" dedi. Değil böyle bir mahkeme kurup da yargılayıp beraat ettirmek, bir hazırlık soruşturması dahi yapamadı. Çünkü, bu işin tamamen bir propaganda olduğu görülüyordu. Bütün arşivler ve imkanlar ellerinin altındayken mahkum edememişlerdi. Şimdi, bizdeki bu insanlar, anlatırken heyecanlanıyorum ama, neyle çıkacaklar bizim karşımıza? Hiçbirinin bu alanda ciddi bir tek çalışması yok ve Avrupa’ya yaranmak için laf ediyorlar. Ama Türk milleti, Türk kamuoyu bunlara notunu verecek. Bundan sonra gelişmelerin nasıl bir seyir izlemesi beklenebilir? Baskı yapmaya devam edecekler. Ancak burada AB’ye girmek için taviz vermeye kalkılırsa, bunun sonu gelmez. Sonunda biz, bu işin üstesinden geleceğiz.