23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

14 ŞUBAT 2010 / SAYI 1247 9 Michelangelo’nun mirasına tanıklık DENİZ ÜLKÜTEKİN ahadır Çolak ve Ümit Turgay Durgun’un hikâyesi kararlılık ve kendine inançla başlıyor, tarihe tanıklıkla bitiyor. Aslında bitmiyor. Onlar şimdi okullarını bitirip yeniden İtalya’ya dönmenin peşindeler. İtalya’da onları büyük bir şehir ya da rahat bir yaşantı beklemiyor. Seravezza’da Michelangelo’nun atölyesinde heykel yapmaya devam edecekler. İki heykeltıraş Çolak ve Durgun’un kafasına İtalya’ya gitme fikri okul bitirme projesini tamamlamak üzereyken gelmiş. Bahadır anlatıyor: “Projemize taş almak için Afyon’a gitmiştik. Orada çok büyük mermerler çıkarttırdık. Ancak alacak paramız yoktu. Biz de taşların hibe edilmesi için şehirde kapı kapı dolaştık. Sonra projelere başladık. Bir süre sonra iş zamanla yarış haline geldi. İşleri bitirebilirdik ama bizi tatmin eden bir şey olmayacaktı, sadece okulu tatmin edecekti. Bir gün Ümit yanına çağırdı, ‘Bir fikrim var, okulu uzatıyorum, birlikte İtalya’ya gidelim’ dedi. Ben de ‘Başkalarını tatmin edeceğime kendimi tatmin ederim’ diye düşündüm ve kabul ettim. Orada birbirimize bir dostluk sözü verdik. İkimiz de sözümüzden dönmeyecektik.” Ardından işlerini bırakmışlar. Ellerinde ne varsa alet çantalarına doldurup yol için hazırlıklara başlamışlar. Kararlarını destekleyen de olmuş, yanlış bulan da. Çağdaş Sanat Merkezi’ndeki hocaları Kemal Tufan’sa onları en çok destekleyen kişiymiş. “Kemal hoca hakkında birçok kişiden olumsuz sözler duyduk. Bunun sebebi bence Kemal hocayla birkaç iş yapanların hemen bir şeyler beklemeye başlaması. Bizimse hiç öyle bir ilişkimiz olmadı. İtalya’ya gitmek istediğimizi öğrenince de hemen onayladı.” Kemal Tufan, Carara bölgesindeki maden ocaklarına gitmeyi düşünen gençleri hemen yanı başındaki Seravezza’ya yönlendirmiş. Çolak ve Durgun da paralarını denkleştirip yola ADNAN BİNYAZAR Bahadır Çolak ve Ümit Turgay Demir iki genç Maskeler, yüzler tefan Zweig, Balzac incelemesinde (Can Yayınları), Belçika’dan İtalya’ya, Balzac’ın ününün bütün Avrupa’ya yayıldığını, Kızıl ile Kara’nın yazarı Stendhal’i ise yazın çevrelerinde bile az kişinin tanıdığını belirtir. Oysa bugün, Fransız romanı sözkonusu olduğunda Stendhal adı başlarda yer alıyor. Dünya yazınını da yakından izleyen Güven Turan’ın, Cumhuriyet Kitap’ta yayımlanan (28.01.10) Marcel Schwob üzerine yazısını (bu, Schwob’un Üç Roman (YKY) adıyla yayımlanan kitabının önsözüdür) okuyunca, nice yazarın ya da sanatçının, yaşadığı yıllarda tanınmadığına değinir. Kitapları, Kafka’nın ölümünden nice sonra yayımlanmıştır. Vincent van Gogh’un, birlikte yaşadığı kadının çocuğuna süt almak için birkaç gravürden başka bir şey satamadığını kardeşine yazdığı mektuplarda okumuştum. Yargıyı zaman verir; yerin yedi kat altına da sürülse, değeri olan, gün yüzüne çıkar. Düşünüyorum; Turan’ın araştırmasıyla yazınımızda da adı duyulan Schwob’un Üç Roman’ını okumasaydım kimbilir neler yitirmiş olacaktım... Schwob’dan etkilenmem, yalnızca onun yazma gücünden gelmiyor. Her yıl, birkaçının dışında, seks kışkırtıcılığı yapan, Batı’nın ucuz anlatılarına öykünen uydurma romanlar yazılıyor. Piyasayı dolduran bu tür romanların düzeysizliği, Schwob’un, insanı özünden yansıtan karakter yaratımıyla, önümüze nasıl bir dünya sürdüğü daha iyi anlaşılıyor. Schwob büyük sözler söyleme heveslisi olmadığı gibi, dünyayı değiştirme savında da değil. Çetrefil anlatı okyanuslarında kulaç atmaktan da kaçınıyor. O, sağlam bir kurguyla, masalsı söylemlerden, halk bilgeliğinden, B heykeltıraş. Yaşıtları olan meslektaşlarından farkları okul bitirme projelerini yarım bırakıp İtalya’nın yolunu tutmaları. İşlerine olan tutkuları sayesinde kendilerini Michelangelo’nun yeniden restore edilen atölyesinde, heykel yaparken bulmuşlar. S koyulmuşlar. Seravezza’da şans kapılarını çalmış ve karşılarına Nicolas Bertaux’la Cynthia Sah’ı, on yıldan fazla süredir Michelangelo’nun atölyesini restore etmekle uğraşan heykeltıraş çifti çıkarmış. Bahadır Çolak atölyeyi Rönesans döneminden kalma bir bina olarak tanımlıyor. Durgun’sa “Geri döndüğümüzde bile daha önce hiç girmediğimiz bir odayla karşılaşabiliriz” diyor. Tanıklıkları sırf gözlemle sınırlı değil, kısa bir sürede Bertaux ve Sah’la birlikte hem restorasyon hem de heykel çalışmalarına başlamışlar. Çolak’a göre Bertaux tam aradıkları usta; “bir kere ustaçırak ilişkisinde hiç egosu yok. Çoğu zaman bizden erken kalkıp atölyeyi açıyor ve en pis işi yaparak çalışmaya başlıyor. Bizi de çok sevdiler, aslında on günlüğüne gitmiştik ama orada kendileriyle kalmamızı istediler.” İlgilerini en çok çeken, işin restorasyon kısmı olmuş. “Atölyenin olanakları çok yüksek. Dışarıdan bir tek işçiler geliyor, alet edevat alınmıyor. Bir yerde su borusu değiştirilmesi gerekiyorsa onun kendi aleti var. Nicolas lüks bir hayat yaşamıyor. Belki Ferrari’ye binebilir ama o yatırımını atölyeye yapmayı tercih ediyor.” Bertaux’un iki arabası varmış, birini de orada bulundukları süre boyunca Çolak ve Durgun’a tahsis Ümit Turgay Durgun ve Bahadır Çolak. Fotoğraf: Vedat Arık etmiş. Hem eşya taşımaları hem Ümit Turgay Durgun’un figür kompozisyonu. de yeni yerler görmeleri için. “Bize çeşitli adresler veriyordu, bu yerleri daha çok bizim entelektüel birikimimizin artması için tavsiye ediyordu.” Bir keresinde Michelangelo’nun taşocağının olduğu Altasimo Dağı’na yolları düşmüş, yürüyerek üç saatte zirvesine ulaşılan bir dağ. Koca bir deliğin içinde sadece bir ocak varmış. “Michelangelo işte o delikten çıkarttığı taşları koca dağdan indirtiyormuş” diye anlatıyor Durgun hayretle. Tüm bu deneyimleri yaşamış olmalarına karşın ikisi de mütevazılıklarını koruyorlar. “Bu atölyeyi sanat dünyasına kazandıran ikimiz de değiliz. Bu işe öncü olan insanlar var. O kadar geniş imkânlar sağlanmış ki zaten oraya kim gitse bir şeyler yapardı.” Belki öyle ama başında dediğimiz gibi, kararlılık ve azim insanlar arasındaki farkı ortaya koymakta bazen belirleyici oluyor. Hem Çolak hem de Durgun aç kalma pahasına heykeltıraşlık mesleğine dört elle sarılmışlar. Çolak anlatıyor: “Okuldayken bir yandan çalışmam da gerekiyordu. Sonrasında her şeyi bıraktım ve aç kalma pahasına bir atölye açtım.” G çocuğun yarı gerçek, yarı kurgusal iç dünyasından beslenerek doğal bir anlatı ormanı yaratıyor. Onca masal okuyup yazmama karşın, Schwob’un Anatole France’a adadığı “Altın Maskeli Kral” anlatısı, beni söz bilgeliğinin en iyi örneklerinden biriyle karşılaştırdı. Bir masala şöyle başlandı mı, onun sonunun nereye varacağı başından bellidir: “Altın maskeli kral saatlerdir oturmakta olduğu kara tahtından kalktı ve kargaşanın nedenini sordu. Çünkü kapı muhafızları mızraklarını çatmıştı, birbirine çarpan demirlerin şakırtısı duyuluyordu. Bronz mangalın çevresinde sağda elli rahip, solda elli soytarı ayağa kalkmışlar ve kadınlar kralın önünde yarım daire halinde toplanmış ellerini kımıldatıyorlardı. Mangalın deliklerinden yansıyan pembe, koyu kırmızı alevler yüzlerdeki maskeleri ışıldatıyordu. Kadınlar, soytarılar ve rahipler, bir deri bir kemik kalmış kralı taklit etmek için yüzlerine ifadesi hiç değişmeyen gümüş, demir, bakır, ağaç ve kumaş maskeler takmışlardı.” Kendilerini gizleyip, içimize virüs gibi giren maskelilerin neler yaptıklarını anlatmaya yetiyor da artıyor bu kısacık alıntı? Maskeler bir kaldırılsın da görelim; yetki sahibi yeteneksizler, cüzamlarını gizleyenler, yetim hakkı yiyip ambarlarını dolduranlar nasıl bir bir ortaya çıkıyor!.. Maskeyi yüzlerden çekip parçalayanlar, darlıklara katlanmayı yazgı sayıp susmayanlar olacaktır... Çözüm ise Schwob’un şu şifresinde... “Yok et, yok et, yok et. İçindekini yok et, çevrendekini yok et. Kendi ruhuna ve başkalarına yer aç. Ruhlar, eski biçimleri, yılanların eski derilerini attıkları gibi atarlar.” G binyazar@gmail.com Kilolu bebek sağlıklı mı? T FİGEN ATALAY ürk anneleri bebeklerini besleme konusunda çok bilinçli değil. “Kilolu bebek sağlıklı olur” anlayışıyla yanlış beslenen bebekler, çok erken ek gıdalara başlatılıyor ve bu yüzden temel besinleri olması gereken süt gereksinimleri yeterince karşılanamıyor. Nişastalar, bisküviler, yemek sularıyla sağlıksız beslenen bebekler, “kof” kilolara sahip oluyorlar. Beş yıl önce kurulan “Milupa Anne Bebek Kulübü”nün, 300 bin anneye ulaşması nedeniyle bir basın toplantısı düzenlendi. Anneler ile yoğun bir iletişim halinde olan kulüp, Türkiye’de bebek beslenmesi konusunda da bazı verileri toplama olanağına sahip. Milupa Anne Bebek Kulübü uzmanlarına gelen soruların analizi, Türkiye’de annelerin bebek beslenmesi konusunda pek de doğru bilgiye sahip olmadığını ortaya koyuyor. Milupa Anne Bebek Kulübü Anne Danışma Hattı Yetkilisi Işıl Telkes, annelerin doğru bildiği yanlışları şöyle sıralıyor: G Kilolu bebek sağlıklı olur. G Erken dönemde ek gıdalara başlamazsa bebek sonra alışamaz. G Ek gıda döneminden itibaren bebeğin süt ihtiyacı eskisi kadar fazla değildir. G Ek gıda döneminden itibaren bebeğe verilen meyve ve sebzeler bağışıklık sistemini güçlendirmek için yeterli olur. G Ek gıda dönemine geçen bebek evde pişen yemekten yiyebilir; özel beslenmeye ihtiyaç duymaz. G Yetişkin yemekleri 5’inci veya 6’ncı aydan itibaren verilebilir. G Yemek suları faydalıdır. G İnek sütü sulandırılarak verilirse sakıncalı olmaz. Kilolu bebek sağlıklı bebek değildir. 46 aydan önce ek gıdalara başlamamak gerekir. Bebekler tatlı gıdalara alıştırılmamalı, sütün bebek için en büyük gereksinim olduğu unutulmamalı. DOĞRUSU HANGİSİ? Telkes, bebek beslenmesinin nasıl olması gerektiğini şöyle anlattı: “Özellikle 1 yaş sonrası bebeklerin büyümesi çok yavaşlıyor, bu nedenle bebekler daha az beslenmek istiyor, anneler ise bu durumu iştahsızlık olarak algılıyorlar. Bebeğin ne zaman, nerede, ne yiyeceğine aile; ne kadar yiyeceğine ise bebek karar vermelidir. 3N 1N kuralı beslenmede önemlidir. Miktar konusunda bebekler gereksiz zorlanıyor. Oysa gelişimin en önemli göstergesi bebeğin boy/kilo gelişiminin normal sınırlar içinde olmasıdır. 2. aydan itibaren bebeklerin bağışıklık sisteminin güçlenmesi için 500 ml anne sütü ya da devam sütü verilmelidir. Bebeklere 46 aylardan önce ek besinler veriliyor. Oysa 46 aylardan önce verilen ek besinler bebeklerin sindirim ve boşaltım organlarını yorar ve yük getirir. Erken dönemde ek gıdaya başlamak alerjik reaksiyonlara neden olur. 46 aylardan itibaren başlayan anneler, bebeğin ne yediğine değil de ne kadar yediğine bakıyor, bu da bebeklerin bisküvi, pirinç unu, nişasta gibi bol karbonhidrat içeren ama besin değeri düşük olan gıdalarla beslenmesine neden oluyor. Bunun sonucunda sağlıksız ve kof bir kilo alımı oluyor. Bebekler tatlı gıdalara alıştırılıyor, bu da bebeklerin beslenme alışkanlıklarının yanlış gelişmesine ve ileride obeziteye neden oluyor. Bebek beslenme standartlarına göre üretilmeyen ürünler (yetişkinler için uygun olanlar) 1 yaş öncesi bile verilebiliyor, oysa bu ürünler katkı maddesi, gereğinden fazla şeker ve tuz içerirler. Dünya Sağlık Örgütü tarafından kesinlikle ilk 1 yıl önerilmeyen inek sütü bebeklere erken dönemde verilmeye başlanıyor. Erken dönemde inek sütü kansızlık, gelişim gerilikleri yapabilir, bebeğin sindirim ve boşaltım sistemini yorar. Ek besin döneminde anne sütü veya devam sütü alımı önemsenmiyor. Ek besinler ön plana geçerek bebeğin temel beslenmesi olan süt ihtiyacı yeterli miktarda karşılanmıyor.” G HAKLAR VE ÖDEVLER “Çıtır Çıtır Felsefe” dizisinin 15. kitabı olan “Haklar ve Ödevler” çıktı. Brigitte Labbé’nin yazdığı kitap, eşitlik kavramını konu alıyor. Bir hakkın, ancak herkes aynısına sahipse gerçek bir hak olabileceğini; yoksa bunun, iyilik, ayrıcalık ya da kayırma olabileceği görüşüne yer verilen kitapta, “Ödevler neden var?”, “Haklarımızın sınırı nedir?” gibi sorulara yanıt aranıyor. G C M Y B C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear