01 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

PAZAR EKİ 7 CMYK 17 EYLÜL 2006 / SAYI 1069 7 Yönetmen Yüksel Aksu’nun “Dondurmam Gaymak” filmi, yerel bir manifesto sayılabilir. Çünkü filmin derdi Batı’nın taşraya bakışındaki karanlığı silip neşeli yüzünü izlettirmek. Bu yüzden filmin galası Muğla’da yapıldı. Sadece bir oyuncusunun profesyonel olduğu filmi için “İnsanların eğlenmesini istiyorum” diyor Aksu, “Sonra da bana Allah senden razı olsun, desinler”... Dondurmam Gaymak Yazı ve fotoğraflar: Candeğer Muradoğlu GÖKÇE AKÇELİK Bu müzikte ney yok! Aylin Ünal ntalya Altın Portakal Film Festivali’nde yarışan dokuz filmden biri de Özer Kızıltan’ın yönettiği “Takva”. Filmin müzikleri ise müzik tutkusunu Replikas’la dile getiren Gökçe Akçelik’e ait. Gökçe, 2001’den beri kişisel müzik projeleriyle de kendisini ifade ediyor. “Takva”nın müziklerini üstlenmesi, bir başka filmin “Maruf”un çekimleri sırasında ortaya atılıyor. “Yeni Sinemacılar”dan Önder Çakar sadece bir fikir halinde olan “Takva”dan söz ediyor, birlikte düşünüp, birlikte konuşuyorlar... “Önder Çakar hikâyeyi yazıyordu” diyor Akçelik. “Her şey net gibiydi. İlk başta müzikleri benim yapacağımı düşünmüyorduk, sadece Önder yakınındaki bir müzisyen olarak, müziklerle ilgili benden fikir alıyordu. Sonraları benim düşündüklerimle filmin altyapısının birbirine paralel olduğunu gördük. En sonunda o noktaya geldi, ‘sen yap’ dediler”... Peki, nasıl bir müzik çıktı ortaya? Filmin önüne geçmeyen, onun anlattığını destekleyen bir müzik çıktı. Takva, geleneksel bir İstanbul mahallesinde doğan ve 30 yıldır aynı yerde yaşayan Muharrem’in hikâyesi. Muharrem, kendisini olabildiğince modern dünyanın dışında tutmaya çalışsa da yavaş yavaş da olsa modern yaşamın içine giriyor ve kendini adadığı değerler bir bir yıkılmaya başlıyor. Allah korkusuyla akıl sağlığı da zedelenmeye başlıyor. Film, Muharrem’in bu iç çatışması üzerine kuruluyor. Film, ana karakterin içinde bulunduğu ruh haline paralel olarak acı veren karmaşayı taşıyor. Böylelikle seyirciye de Muharrem’in hem iç hem de toplum içindeki çatışmasını hissettiriyor. Bunu yaparken, birtakım klişelerden kaçınıyor. Gökçe de müziği yaparken bu tarz basmakalıp numaralardan uzak durduğunu anlatıyor: A Y üksel Aksu’ya “Külah dondurma mı, çubuk dondurma mı” diye soruyorum. İki dondurmanın rekabetini yönettiği “Dondurmam Gaymak” filmindeki Ali Usta’nın repliğiyle yanıtlıyor: Bu çubuk dondurmanın nesi var? Nesi var ki... Su, şeker ve gıda boyası... “Dondurmam Gaymak”, Yüksel Aksu’nun ilk uzun metrajlı filmi. O da ilklerin yönetmeni. Filmde dondurmacı Ali Usta’yı oynayan Turan Özdemir dışındaki oyuncuların hepsi amatör ve Muğlalı. Filmin galası doğduğu şehir Muğla’da yapıldı, ilk kez orada gösterime girdi. Yani film farklı bir dağıtım tarzıyla yerel bir hareket olarak yola çıktı. “Dondurmam Gaymak”, İstanbul Film Festivali’nde gördüğü ilginin ve orada aldığı Jüri Özel Ödülü’nün ardından geçen hafta da Aydın’ın Köşk ilçesinde seyirciyle buluştu. Güzergâhın böyle çizilmesinin elbette bir amacı var. Yüksel Aksu, filmin yolculuğunu bir tiyatro kumpanyası gibi küçük şehirleri dolaşarak başlatmak istemiş. Sloganı ise “Kışın kömür taşıyan kamyonlar, yazın film makarası taşısın”. Köşk’teki bu özel gösterimde Yüksel Aksu, oyuncular ve filmin oyuncu koçu Mehmet Ali Alabora’ya Köşk halkı da eşlik etti. Yüksel Aksu, filmde tanınmamış kişileri oynatmasının nedenini şöyle açıklıyor: “Bence herkesin içinde sanatçı ruhu var. Yaşadığımız çağ uzmanlaşmış cahiller yaratıyor. Sanat ve sanatçılık yaşamdan yalıtılarak bir uzmanlık alanına hapsediliyor. Oysa oyun hayatın her yerinde ve her insan doğal olarak bir oyuncu.” Bu düşüncesi yapımcılar tarafından reddedilince çareyi bağımsız yapımcılarla çalışmakta bulmuş. Böylece İtalyan gerçekçiler gibi “nahif oyuncu estetiğini yakalayarak sahici ve saf bir film ortaya çıkarma” fikrini hayata geçirebilmiş. Filmin çekim öyküsü oldukça ilginç. Oynayacak karakterlerin aranmasına 2003’te başlanıyor. Halka hoparlörlerle çağrı yapılıyor: “Muğla’da ‘Dondurmam Gaymak’ filmi çekilecektir, artiz olmak isteyenler gelsin”. Dört bin kişi başvuruyor, seçilemeyenlerden Yönetmen Yüksel Aksu ile oyuncusu Gülnihal Demir ve sol üstte “dondurma çetesi”... bazıları küsüyor. Seçilen adaylar Mehmet Ali Alabora tarafından eğitiliyor, Alabora’ya sorarsanız, o kimseyi eğitmemiş, çünkü oyuncuların arasından en az 100’ü sinema eğitimi almış biri kadar bilgili çıkmış. “Oyuncuları çalıştırmak için gittim, ama onlar sayesinde uzun zamandır öğrendiğim şeyleri uygulayacak bir alan buldum” demesi bu yüzden... İstanbul’dan ibaret kaldı. Aynılaşmaya karşıyım. Yerel şiveyi kullanmam, kültürel hegemonyaya karşı Anadolu mizahını göstermeye çalışmam bu yüzden” diyor. Aksu’nun Batılıların ortalama Türkiye algısına da itirazı var: “Batılıların algısında taşra halkı, kan davası güden, onu bunu kesen, kavgacı insanlardan oluşuyor. Bense neşeli bir taşra hayatımız olduğunu göstermeye çalıştım. Onların Anadolu’nun küçük bir beldesinde, küçük insanların yaptığı büyük filmi fark etmelerini istiyorum.” Yüksel Aksu’ya hayli şenlikli ve ilgi gören bu ilk filminden beklentisini sorduğumuzda filmdeki mizaha uygun cevap veriyor: “İnsanların eğlenmesini istiyorum. Eğlenirken de ‘ondan Allah bin kere razı olsun’ desinler, yeter.” [email protected] NEŞELİ TAŞRA HAYATI... Filmin senaryosu da Aksu’ya ait. Memleketi Muğla’da yıllarca dondurma çıraklığı yapan Aksu, kendi hayatından bir kesiti senaryolaştırıyor, tam usta olacakken kendi deyimiyle “lanet üniversiteyi” kazanıyor. Hikâyesinin taşra hayatını, “küçük insanları” anlatması tesadüf değil. “Özellikle son 10 yılda Türkiye, Datça Belediyesi’nin duvarlarını Atıf Yılmaz’ın film afişleri süslüyor. Orhan Alkaya ve Leyla Özalp, dostları Atıf Yılmaz için açılan sergiyi gezerken... Fotoğraf: VEDAT ARIK ??? Orhan Alkaya: Atıf Yılmaz, kurtulmak için çok çalıştığım entelektüel zampara rolünü bana yapıştıran, sözü bir türlü geri çevrilemez ağabeyimdi. Filmleri, Türkiye’nin sosyal analizi ve kültürel tarihini anlamlı kılabilmek için de çok önemli. O her devrin adamı değil, her devrin yönetmenidir. İflah olmaz bir statü karşıtı olduğu için her türlü statü nesnesini kendisine oyuncak edinmişti. Türkiye’deki erkeksi anlayışa ağır biçimde müdahale eden feminizme “Ah Belinda”, “Adı Vasfiye” filmleriyle katkıda bulundu. Erdal Özyağcılar: Atıf ağabey çok yaşam dolu bir insandı. Sekiz filminde oynadım, üstelik dördünde oynarken konservatuvardan daha yeni mezun olmuştum. Bu yüzden bu filmler benim için çok önemli. Atıf Hoca, benim gibi daha pek çok konservatuvardan yeni mezun gence küçük de olsa rol vererek, bize büyük bir deneyim kazandırdı. Eğer biz buralardaysak, önümüzü açan Yılmaz’dır. Mehmet Esen: Kadınları çok sever ve onlara çok güvenirdi. Hep onlarla ilgili film yaptı, çünkü bu ülke düzelirse kadınlarla birlikte düzelecekti. “Ben ölsem, hayatıma giren kaç kadın cenazeme gelir” diye düşündüm, fazla bir rakama ulaşamadım, ama Yılmaz’ın hayatına giren bütün kadınlar cenazesindeydi. En son “Eğreti Gelin”de birlikte olduk. Arayıp, “Küçük bir rol var” dedi, ben de hemen kabul ettim. Çünkü o Atıf Yılmaz’dı ve rolün önemi yoktu. Ragıp Yavuz: Atıf ağabeyle boyunca hasbelkader kurduğumuz 32 yıllık bir dostluk içinde pek çok anı biriktirdik. O, insanı en iyi anlatan sanatçılardan biridir. Bilmeye, sormaya, öğrenmeye hazırlıksız insana, özellikle de egosu yüksek sanatçı grubuna, onların hazırlıksız olduğunu bilerek bir şeyler anlatırdı. Çünkü o insanı anlatmakta usta olduğu kadar, insanı anlamakta da ustaydı. Leyla Özalp: Ustam Atıf Yılmaz’a 11 filmde asistanlık yaptım. Maddi mirasının reddi ve borcu üzerine medyanın saygısızca Yılmaz’ı zedelemesinden büyük üzüntü duydum. 55 yılda Türk sinemasına 116 film, üçdört tane dizi, 36 senaryo bıraktı. Dostlarına, sinemacılara, ailesine hep baktı. Hep birilerinin borçlarını ödedi, hep sıfır noktasına geri döndü ve yeniden başladı. Ölüm döşeğinde bir sonraki filminin senaryosunu anlatarak, aramızdan ayrıldı. Hastalığı döneminde yakınlarının da gözünden kaçmış bir vergi borcu büyüyerek, 400 milyar gibi bir meblağa ulaştı. Hastalığında sahip olduğu tek evi satarak, borcunun büyük bir kısmını ödedi ve her ay 25 milyar ödemeye çalıştı. Hasta yatağında son günlerini hastane masrafının çok olabileceği üzüntüsüyle geçirdi. Bu, Atıf Yılmaz’ın utancı değil, bizim utancımız, bu ülkenin utancı. Ondan öğrendiğim çok önemli üç şey var, biri insanları ve işini sevmek. İkincisi düşünmek, üçüncüsü ise düşündüğünü ifade etmek. Sanatçı egosunu hiçbir zaman ön plana çıkarmadan, her filmi ekibi ile paylaşarak herkesin tat almasını ve yaratıcı olarak yaptığı işe katılmasını ondan öğrendim. “Sonuçta her şey karmaşık. Film de tek taraflı ya da sürekli beyaz bir renk üzerinden giden bir konuyu anlatmıyor. Müziklerimiz de öyle. Film boyunca hiç ney sesi duyulmuyor. Bu çok ciddi bir şekilde verdiğimiz karardı. Çünkü neyin İslami hayatta bir sembolü var, ama her müziğin içinde ney olması şimdilerde moda. Bu, biraz da kendimizi Batı’ya egzotik bir ülke olarak pazarlama stratejisinden kaynaklanıyor. Herkes de bunu kabullenmiş görünüyor. Hatta, devlet politikası bile böyle. İslami hayat, tasavvuf denince çok belirli birtakım klişeler ortaya çıkıyor. Halbuki bu kadar basit değil. Bu klişelere girmeyelim, insanlar, gerçekten ne olup bittiğini anlayabilsinler istedik. Bu yüzden müzikte oryantalizmden uzak durmak çok önemliydi...” Genellikle elektronik ortamda bilgisayar yardımıyla yapılan müzikte, temel malzeme olarak zikir törenlerinde veya tarikatlarda olduğu gibi sadece vurmalılar kullanılıyor, bir kez de insan sesine yer veriliyor. Sesler bölünüp parçalanıyor. Ney de var aslında, ama bozulmuş olarak... Takva’nın müzikleri ilk dinleyişte Replikas’ın ilk albümü “Dadaruhi”deki bazı parçaları akla getiriyor olsa da Gökçe aradaki farkı şöyle anlatıyor: “Açıkçası ilk albümdeki durumla bu durum farklı. Çünkü, o zaman Okay Temiz’in zikir albümü bizi çok etkilemişti. Sonra da o müziğin döngüsel, garip durumu yani dinlediğimiz Batı müziğinden farklı hali ilgimizi çekti. Müziğe ses olarak yaklaştık sadece. Takva için hazırlanan müzikte ise böyle bir durum yok. Yani bu müziği yapmamın nedeni, ondan etkilenmem değil, filmin ihtiyacı olan melodinin bu olduğunu bilmem oldu.” 10 yaşında, Barkın Engin’le başlıyor müziğe Gökçe. Replikas’ın temelleri de bu yıllarda atılıyor. Her zaman, nasıl hissediyorsa öyle müzik yapıyor, müziği, “Kendisini ifade edebilmenin yegâne yolu” olarak tanımlıyor. Replikas’la “İki Genç Kız” ve “Maruf”un müziklerini yapmaları deneyim kazandırsa da tek başına “Takva”nın müziklerini yaparken zorlandığını söylüyor. “Replikas olarak hep duygularımızla müzik yaptık. Bu sefer müzik spontane değil de, her saniyesi hesaplanarak ortaya çıktı. Çünkü sahneler üzerinden düşündüğünde, ona göre müzik yaptığında ve bunu filmin içinde birleştirdiğinde filmin bütününde müziğin bir anlamı olamayabiliyor. Bu yüzden kendimden şüpheye düşüp sürekli soru sordum, birçok şeyi çöpe attım” diyor. Gökçe için uzun süren zor bir çalışma olsa da, sonuçta ortaya çıkan işten bütün ekip memnun.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear