01 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

PAZAR EKİ 11 CMYK 17 EYLÜL 2006 / SAYI 1069 11 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Adalar’da neler oluyor? Ataol Behramoğlu A dalar diye yazdığımda bunun “Prens Adaları” demek olduğunu okurlarım artık biliyor. İstanbul’un yanı başındaki mucizeden söz ediyorum. Ağustosta yurtiçi yurtdışı yolculukları derken Büyükada’yı ihmal ettik... Ama artık Adaların en güzel mevsimi diye bilinen ve gerçekten de öyle olan güz başlangıcında, Eylülün ilk günlerinde yine Ada’mızdayız... Principo’nun önünde bu sabah deniz, bir arkadaşın deyimiyle, akvaryum berraklığındaydı. Bir gece önce de yine Principo’nun önündeki park alanında bir kitap şöleni vardı... Sadece Büyükadalı değil Prens Adaları’nın tümünden yazarlar, okurlarıyla buluştular... İlk kitabının (öyküler toplamının) basımevinden çıkışı tam da o güne rastlayan eşim Hülya için, sözcüğün tam anlamıyla bir şölen oldu bu... Yine son günlerde yayımlanan üçüncü kitabı “Büyükada’nın Solmayan Fotoğrafları” ve üst üste yeni basım yapan kitaplarıyla artık ünlü bir yazar olarak edebiyat dünyamızda yerini alan “Adalar vakanivüsü” (Fıstık) Ahmet ve değerli eşi Aynur Tanrıverdi’nin hazırladığı mezeler, akordeonda Hayk ve kemanda Tekin dostlarımızın geceyi şenlendiren vals ezgileriyle, Principo’daki bu ilk Adalar Kitap Şöleni belleklerimizden kolay kolay silinmeyecek... (Şölenin kotarılmasında ZaferNuran Ataylan çiftinin büyük emeğine Adalılar olarak teşekkür borçluyuz. İnanıyorum ki gelecek yıllarda Principo Adalar Kitap Şöleni gelenekselleşecek...) Akvaryum berraklığındaki suları kucaklarken kimi kez denizanalarıyla karşılaşmayı kanıksamış olsak da, denizlerimiz içinde kıvamını en çok sevdiğim güzelim Marmara az sonra mazot lekeleri ve çerçöp içinde kalınca, insan hakarete uğramış gibi oluyor... Bu kötülüğü yapan teknelere, düşman sularında seyrederken bile bunu yapmamak, sintineyi boşaltmanın bir başka yolunu bulmak gerektiğini nasıl anlatmalı... Yoksa kasten mi, kötülük olsun diye mi yapıyorlar? Lale Devri çocukları değiliz, ama... Yazı ve fotoğraf: Ezel Urul M iniaturk’teyiz. Onlarca tarihi yapının minyatür maketlerinin arasında gözümüz “Zaman Makinesi”ne çarpıyor. Evet! Yanlış duymadınız Miniaturk’te Efes Antik Kenti, Çırağan Sarayı, Galatasaray Lisesi gibi maketlerin yanı sıra, bir de Zaman Makinesi var. Çevresinde toplananlar merakla bu gizemi çözmeye çalışıyor. Biz de merak ediyoruz; yanıt, sahne ve kostüm tasarımcısı Özlem Arıkan ve kameraman ve ışık tasarımcısı Alpay Serbez’den geliyor. İkiliden projelerini anlatmalarını istedik: Bilimkurguya meraklı afacan çocuklar mıydınız? Özlem Arıkan: Sanırım öyleydik. Alpay benden biraz daha fazla olsa gerek. En önemlisi beraber çok verimli çalışıyoruz. Bir şeyler yaratabiliyoruz. Zaman Makinesi’ni tasarlarken nereden yola çıktınız? Alpay Serbez: Bilmem hatırlar mısınız? Eskiden içine renkli diaların yerleştirildiği, düğmesine bastıkça resimlerin değiştiği basit stereograf makinelerini andıran oyuncaklarımız vardı. Zaman Makinesi’nin tasarımı bu teme le dayanıyor. Biz de bu çocukluk oyuncağımızı bambaşka bir konseptle günümüze taşımaya çalıştık. Projeyi tasarlarken temel amacınız neydi? Nelere dikkat ettiniz? Ö. Arıkan: İnsanları tarihte küçük bir yolculuğa çıkarırken farkında olmadan bilgi edinmelerini de sağlamak istedik. Bir tür şehir mobilyası olarak tasarladık ve her şeyden önce İstanbul’a yakışır bir dış görünüş sağlamaya çalıştık. Projeyi ne kadar sürede gerçekleştirdiniz? Hangi aşamalardan geçildi? A. Serbez: Fikir aşaması ile birlikte bir yıl olduğunu söyleyebiliriz. İlk etapta konsepti geliştirdikten sonra Kültür AŞ’ye götürdük. Projeyi destelediler ve bir Zaman Makinesi’ni Miniaturk’e yerleştirebileceklerini belirttiler. Biz de deneme amaçlı bir prototip makine yapmaya başladık. Ö. Arıkan: Miniaturk çevresinde eskiden günümüze ulaşabilmiş bir yapı olmadığından, biz de Haliç’in en şatafatlı dönemi olan Lale Devri’ne gitmeye karar verdik. Zaman Makinemizle, Padişah 3. Ahmed’in “biniş” adı verilen kayık sefasını ve dönemin tüm görselişitsel ayrıntılarını araştırdık. Dönemin mekân, kostüm ve yaşantısı hakkındaki görsel malzemeyi ve makinenin konacağı yerin belirlediğimiz bakış açısından çekilmiş fotoğraflarını ressamımız yüksek mimar Nejdet Çatak’a kompoze etmesi için teslim ettik. Yapılan resmi bilgisayarda Alpay üç boyutlu hale getirdi. Daha sonra, resmin kompozisyonuna ve dönemin koşullarına uygun düşen; kayıkçıların nidaları, esnaf sesleri, halkın tepkileri, doğa sesleri gibi işitsel malzemelerin de montajını yapıp makineye ekledik. Bu proje başka yerlerde de denenebilir mi? A. Serbez: Evet yapılabilir. Projemiz Zaman Makinesi’nin dürbününün günümüzde yöneldiği herhangi bir açıdan görülen mekânın veya manzaranın geçmiş çağlardaki halini, ses efektleriyle de destekleyip sunmaya yönelik. Örneğin; Çanakkale siperlerine de bir zaman makinesi koyulabilir, çok daha etkili kılınabilir. Efes’e yada ören yerlerine... İstanbul’un, yurdun hatta dünyanın dört bir yanında tarihe pencere açan küçük zaman makineleri kimi heyecanlandırmaz ki? Peki geleceği gösteren zaman makineleri yapılabilir mi? A. Serbez: Geçmiş somut delillere dayandığından üzerinde çalışabiliyoruz. Ancak gelecekle ilgili aynı şeyi söylemek mümkün değil. Geleceği gösteren bir Zaman Makinesi de yapılabilir elbette, ama bu bizim hayallerimizi içerir. Herkesin kendine ait bir gelecek hayali var ve bunlara müdahale etmek doğru olmaz. Ne tür tepkiler alıyorsunuz? Ö. Arıkan: Tepkiler genel olarak olumlu. Görsel malzemenin ses efektleriyle desteklenmesi insanları etkiliyor. Zaman Makinemizde yer alan dürbündeki düğme çevrildiğinde yaklaşan resim ve sonuçta 3. Ahmed’le göz göze gelinmesi farklı bir enstantane. Çocuklardan başlayarak her yaşta insana hitap ettiğinden çok değişik yaklaşımlarla da karşılaşabiliyoruz. Çocuklar Zasi’ye (Zaman Makinesi’ne aralarında taktıkları isim) tırmanmayı da seviyorlar mesela... [email protected] Eylül güneşinin aydınlattığı bu güzel hafta sonu, çam ağaçları arasındaki asfalt yoldan, tarihi Rum yetimhanesinin önünden, öğleyin belki bir şeyler yemek üzere Luna Parka doğru yürürken, hemen sağımızda, Heybeli’nin arkasında, güzeller güzeli Burgaz’ın kelleşmiş tepesini görüyorum ve içim her seferinde olduğu gibi yine cız ediyor... Yangından önce, bence Adaların en güzeliydi Burgaz... Şimdi, saçları yolunmuş, işkence görmüş bir küçük kız çocuğu gibi görünüyor gözüme ve üzüntümden, utancımdan yüzüne bakamıyorum... Bu eşsiz güzelliği koruyamadığımız için yazıklar olsun bize... Şimdi, şu anda, arasından geçmekte olduğumuz şu ormanı tutuşturmaya, bir psikopatın, bir vicdansızın, bir alçağın ya da yine onlarla eş değersizlikte bir dikkatsizin tek bir kibriti yetebilir diye düşünüyorum... Adalar, değil bir ilçe belediyesine, Büyük kent belediyesine bile bırakılamayacak kadar önemli... Adalar uluslararası, tarihsel değerde gözbebeğimiz... Her türlü tehlikeye, kötülüğe, felakete karşı, korunma önlemleri var mı? Sözgelimi, ormanları belli aralıklarla denetleyen devriye kolları çıkarılması çok mu güç? Adalarda neler olup bittiğini yazarken Emine Çiğdem Tugay’ın büyük çabasından söz etmemek olmaz. Bu arkadaşımız internetteki “Adalar Postası” sitesi yolu ile “Adalarda usulsüz ve uygunsuz motorlu taşıt” kullanımından, iskele binasının tarihi dokusuyla bağdaşmayan “çelik güneş tentesi”ne, “gizli gizli hazırlanmakta olan imar planları”na kadar, Prens Adaları’nı yok edecek, onları karşı sahilin bir uzantısı durumuna getirecek girişimlere karşı tüm görevlileri, hepimizi uyarıyor. Kendisine buradan teşekkür ediyor, kaygılarında yalnız olmadığını bilmesini istiyor, konuyla yürekten ilgili herkesin bu siteye girerek Emine Çiğdem Tugay’la güç birliği yapmasını diliyorum... 17 Eylül 2006’da deniz otobüsü ve vapurların bu yılki yaz tarifesi sona eriyor... Bundan önceki görüşmelerimizden, önerilerimizden ders çıkarılmadıysa ve en çok nüfusa sahip Büyükada başta olmak üzere Adalar ve Adalılar yine İstanbul’dan tecrit edileceklerse, Adalar hiç hak etmedikleri bir ıssızlığa terk edilecekse, Büyükşehir Belediyesi en ağır eleştirilerimize ve gerektiğinde de yasal hak arayışlarımıza hazır olmalı... [email protected] “Aynı yerde, iki ayrı zamanda olabilmek”. Bu fikir kimi heyecanlandırmaz ki? Ancak bu bir hayalden öteye gitmez diye düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Miniaturk’te Özlem Arıkan ve Alpay Serbez’in eseri, çocukların “Zasi” adını verdikleri “Zaman Makinesi” sizi Lale Devri’ne götürüyor... Mesela fatura falan yatıramazlar, anlamazlar çünkü. Nerden yatırılır onu da bilmezler. Ev ya da yemek alışverişi de yapmazlar, çünkü taşıyamazlar onca torbayı. Hep yorgun olurlar, bütün gün spor salonları, kuaför, o mağaza, bu mağaza gezerler. Akşama yemek yapmaya fırsat bulamazlar. Akşam eşleri eve geldiğinde bugün nereye yemeğe gidelim, diye sorarlar. En kötü ihtimal dışardan yemek söylerler. Zayıf kadınlar doğurdukları çocuğa bakacak gücü de kendilerinde bulamazlar, pamuklar içinde yaşamaya alışmışlardır bir kere. Kendilerini hep altın tepsi içinde sunarlar. Huysuzluk da ederler, ama bu erkeğin hoşuna gider, çünkü kadın ona muhtaçtır, söylenmeyen güçlü kadının aksine. Hiçbir şeyi beğenmedikleri gibi devamlı da mutsuzdurlar. Pek teşekkür etmezler, kıskançlık krizlerini de severler. Kocasının ve sevgilisinin hayatlarını karartırlar. Erkekler bu kadınları asla terk edemezler. Çünkü o güçsüz, kırılgan bir kadındır. Ayrılırsa kurda kuzuya yem olur. Koruyup kollanmalıdır her an o! Zayıf kadınlar hiç çökmez, buruşmaz ve yıpranmazlar. Ancak işin ilginç yanı her zaman daha değerli olanlar da onlardır. Ve geride kalan güçlü kadınlar tüm bunların nasıl gerçekleşebildiğine sadece bakakalırlar. [email protected] Güçlü kadınlar... Aylin Kotil G üçlü kadınlar vardır, her işlerini kendileri halletmeye çalışan. Anne babaları tarafından böyle yetiştirilen. Onlar kendi paralarını kendileri kazanmak isterler. Evdeki tüm tamirat, tadilat işlerinden anlarlar. Bir erkeğe mecbur kalmadan hayatlarını da devam ettirebilirler. Faturalarını kendileri yatırırlar. Hemen hemen tüm işlerini kendileri yaparlar. Hatta etraflarının yükünü de üstlenirler. Özgürlüğü severler, dik durmayı da, güçlüdürler çünkü. Âşık olduklarında hissederek yaşarlar. Aşklarına kurallar koymadıkları gibi büyük beklentilere de girmezler. Sevdiklerine problem çıkarmazlar. Bütün gün çalışıp durduktan sonra, akşamları yorgun da olsalar sevgilileri buluşalım dediğinde, hemencecik hazırlanıp sevgililerinin onları evden almalarına gerek kalmadan, o her neredeyse onun olduğu yere giderler. Çoğu zaman sevgililerinin ya da kocalarının haberi bile olmaz yaşadıkları sıkıntıdan, yansıtmazlar çünkü. Para var mı, işyerinde sıkıntı mı oldu, birine canı mı sıkıldı, hiç bunlarla yormazlar birlikte oldukları erkeği. Çünkü istemezler kimse onlara acısın. Sonra da bir bakarlar ki, bu kadar dik durmanın ve sorun çıkarmamanın karşılığında gerçekten de kimse onlara acımaz. Bu durum zamanla gelenekselleşir ve acınmama ile sorun çıkarmama hali yaşam tarzına dönüşür. Eskaza dayanamayıp sorunlarını paylaşmaya kalksalar, bu sefer de sorunlu kadın, kaprisli kadın, tahammül edilmez kadın damgasını yerler. Bu yüzden de terk edildiklerinde bile hiç seslerini çıkarmaz bu güçlü kadınlar! Terk eden erkek de bilir onun ne kadar güçlü olduğunu ve onsuz da yaşayabileceğini, içinde yaşadığı fırtınalardan bihaber. Sonra bir dosttan, eşten ya da tanıdıktan duyarlardı ki onu terk eden adam gitmiş erkeğe muhtaç yaşamak zorunda olan biriyle beraber olmaya başlamış. Erkekler çok severler böyle kadınları. Birinin onlara muhtaç olduğunu görmek birçok duygusunu okşar erkeğin. Onlara kendini erkek gibi hissettirir! Bu zayıf kadınlar erkeklere bağımlıdır.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear