Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
PAZAR EKİ 5 CMYK 17 EYLÜL 2006 / SAYI 1069 5 ??? Santiago’dan bu kez kuzeye doğru yola çıktım. İlk durağım La Serena’ydı. İlk valisi “Tüm yapılar kolonyel tarzda olsun!” diye buyurunca, sanki Karayiplere ait bir mimari Şili’ye kondurulmuş. 50 km. uzunluğundaki Elqui Vadisi, Şili şarapçılığının görebildiğim tek örneğiydi. Bağ işçileri bağların kıyısındaki derme çatma gecekondularda, bağ sahipleri de yüksek duvarların ardındaki malikanelerinde yaşıyorlar. 1946 yılında Nobel kazanan şair Gabriela Mistral’in bir vahayı andıran tek kişilik huzurlu mezarı da yine burada. Şili coğrafi açıdan gerçekten çarpıcı! Vadide hüküm süren Akdeniz ikliminin sadece doksan km. uzağında, yüksek basınç sistemleri okyanustan gelen serin havayı sıradağlarda sıkıştırıp alçak bulutlar oluşturuyor, bulutlar yağmur yağdıramıyor ama kıyı şeridini yerli dilinde “la camancaha” adı verilen ağır, serpintili, kasvetli bir sis basıyor ve bu rutubetli hava buraya özgü makiyi andıran bir bitki örtüsünün yetişmesine olanak sağlıyor. Verimli bağlarla bir tür “nemli çöl” bir arada! La Serena’dan sonra maden kentleri Copiapo ve Antofagasta’yı durak yaparak çöle, San Pedro de Atacama’ya çıktım. Bu kentler çevredeki bakır madenlerinin bir anlamda “yatakhanesi” olan, tekinsiz, belediye hizmetlerinin esamesinin okunmadığı, biriki büyük otel dışında kıraç tepelerin eteklerine yayılmış gecekondulardan oluşan, belli ki insanların benimsemeden ve sevmeden, sırf ekmek parası kazanmak uğruna yaşadığı, altın ve gümüş devrinin parıltısını çoktan yitirmiş dekadan mekânlar. İnsanlar 18. yüzyılda altın, gümüş ve bakır madenlerinin peşinde buraya gelmişler hatta bir tür “Altına Hücüm” devri yaşanmış. Yine yörede çıkan nitrat da, 1930’lardan sonra sentetiği keşfedilene kadar Avrupa’nın barut ve gübre yapımında başrol oynamış. Sonra gümüş ve altın tükenmiş, nitrat gözden düşmüş ve ABD ile Avrupa kökenli şirketler sömürdükleri toprakları terk etmişler. İşsiz kalan yığınlar kafalarında daha adil bir düzen ve komünizm düşüncesiyle toprağın verimli olduğu güneye inmişler. Böylece ilk kez Marksist bir devlet adamı, Salvador Allende seçimle iktidara gelmiş. 1973’teki ABD destekli darbenin ardından General Pinochet, bu kez aynı yığınları askeri cemselere doldurarak, susuz bir ölüme terk etmek için Atacama topraklarına geri göndermiş. Pisagua Mezarlığı’nda çölde aç, susuz ölüme terk edilenler adına sembolik bir çukur ve bronz bir plaka var. Grev çadırlarının ucu bucağının görülmediği bir madenci grevine tanık oldum. Chiloè Adası’nda, iktidardaki hükümetin seçim sözü olan köprü inşaatının iptal edilmesi üzerine, otobüslerin grev yaparak adanın anakarayla bağını kestikleri düşünülür ve buna Arjantin’le yaşanan enerji kriziyle, öğrenci ayaklanması da eklenirse, çiçeği burnunda Bachelet’nin çok da keyifli günler geçirmediği söylenebilir. San Pedro tam Bolivya sınırında. Gümrüğe yarı çıplak adamların neşeli Latin havaları eşliğinde çalıştığı bir hurdalıktan geçilerek varılıyor. Yollar toprak. Tek katlı kerpiç binaların çoğu ortalarında ateş yanan turistik lokantalar, seyahat acentaları ve pansiyonlar. Bir et ve balık cenneti olması gereken Şili mutfağı, San Pedro’ya varana dek kayış gibi etleri, sası balıkları ve sağlık bakanlığı hükmü gereği illâ ki pişmiş kabuklularıyla tam bir hayal kırıklığıyken, burada birden her şey leziz ve değişik oluveriyor! Kasabada 4X4’ler, at ve bisiklet üzerinde insanlar tozu dumana katıyor. San Pedro de Atacama bir kanaletten akan kahverengi, cılız bir suyla cana kavuşuyor; gece yarısı devreden çıkarılan bir jeneratörle beslenen tuhaf sokak lambalarının, toz duman arasında her şeyi hayaletimsi ve gerçek dışı bir görünüme büründüren ölgün ışığıyla aydınlanıyor. BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ BİRLEŞİN... Arlette Laguiller, Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yine aday. Geçen seçimde yüzde beş oy alan Laguiller yine seçilemeyeceğinin farkında, ama sözünü söylemek, sosyalist talepleri yinelemek ona yetiyor. Kendini işçilerden yana bir AB destekçisi olarak tanımlıyor. Eskimeyen, eskimeyecek olan o sloganı kullanıyor: Bütün ülkelerin işçileri birleşin! Küreselleşmeye karşı üçüncü dünyada olduğu kadar Avrupa’da da milliyetçi bir başkaldırı yükseliyor. Fransız halkının AB anayasasını onaylamamasını bir milliyetçi çıkış olarak okumak da mümkün. Siz hem Fransa’da hem Avrupa’da milliyetçiliğin güçlendiği, daha da güçleneceği düşüncesine katılıyor musunuz, böyle bir tehlike sizce nasıl bertaraf edilebilir? Evet, küreselleşmenin zararlarına karşı ulusalcı bir tepkinin geliştiğinden bahsetmek mümkün. Ancak, Fransa’da AB anayasasının referandum sonucu reddedilmesinin tek nedeni bu değil. Bu ‘hayır’ oyu basitçe hükümete ve onun politikasına ve AB’nin yapısına karşı değil de daha çok o yapının uygulanış biçimine karşı gelen bir oydu. Çünkü o anayasada her şey ticarete ve kapitallere engelsiz geçiş vermek için düzenlenmişti. Ücretler, sosyal haklar ve iş yasası iptidai şartlara göre düzenlenmişti. Ben, işçilerden yana bir AB destekçisiyim, özellikle en yoksul ülkelerin işçilerinin ücretlerini ve çalışma şartlarını zengin ülkelerdeki işçilerin şartlarına yaklaştıracak bir AB’den yanayım. Ancak birliğin Avrupa işçilerinin mücadelesinden yana olduğunu sanmıyorum. Zira ulusalcı dalganın yarattığı tehlikeyi bertaraf etmek için bir başka perspektife ihtiyaç var. Bana göre bu yeni perspektif işçilerin mücadelesini anlamakla, onların haklarını savunmakla ve toplumu değiştirmekle mümkün olabilir. Bu da uluslar arası bir çaba gerektiriyor. İşçi hareketi uluslararası değerler bulmalı ve bu değerler onların olmalı, “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” diyebilmeliler. AB konusu açılmışken, Türkiye’nin de AB’ye girmesinden yana olduğumu söylemek istiyorum. Bu benim için Türkiye’nin üyelik konusuyla açığa çıkan ulusalcı önyargı ve reflekslerle mücadelenin somut bir yolu aynı zamanda. GÖÇMEN BAŞKALDIRISI Kitabınızda Fransa’nın Kuzey Afrika ve Cezayir katliamlarından, sömürgelerinden söz ediyorsunuz... Fransa’nın bu konuda halka ve kendine söylediği entegrasyon yalanını geçen aylarda yaşanan göçmen başkaldırısı kustu diyebiliriz. Bu entegrasyonun yalan olduğu kadar bir “masal” da olduğunu Fransızlar gördü mü? Banliyölerde meydana gelen olaylar bir entegrasyon sorunundan kaynaklanmıyor. Bu sosyal bir sorun. Bazı mahallelerdeki durumun iyice kötüleşmesi, işsizlik, hükümetlerin o mahallelerdeki kamu hizmetleriyle ilgilenmemesi ve eğitim sorunu o olayların çıkmasına neden oldu. Bu mahallelerdeki nüfusun önemlice kısmı göçmenlerden oluşuyor. Le Pen ya da İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy “Bu göçmen sorunu, göçmenler entegre olmak istemiyor” diyor. Ama bu bir yalan. Gerçeği saklamak için söyledikleri, oradaki durumun kötüleşmesindeki sorumluluklarını gizlemek için söyledikleri bir yalan. Credit Lyonnais Bankası’nda 40 yıl memur olarak çalışmışsınız. Memurluk yaşamınız boyunca ve emekli olduktan sonra bir devrimci olarak aktif mücadele içinde bulunmuşsunuz. 40 yıl boyunca bir an için yorulmadan ve kapitalizmin bayıltıcı spreyinden etkilenmeden nasıl durdunuz? Kapitalist işyerinin hissedarları kazancı paylaşır, banka çalışanları bu kazançtan yararlanamaz, bu yüzden bankacılıkta ‘kariyer’ dediğiniz şeyin çerçevesi çok büyük değil. Yani 40 yıl boyunca ben de diğerleri gibi bir çalışandım. Politik ve sendikalı bir militandım. Kavgalara, grevlere katıldım ve sorumluluklar aldım. Benim kişisel kariyerim buydu, bu kariyer bana servet getirmedi, ama başka tatminler yaşattı. İşyerimdeki ve ülkemdeki yoldaşlarımın saygısını kazandım. Onların kavgalarında faydalı oldum, bu da beni mutlu etmeye yetti. Nilüfer Zengin rlette Laguiller Fransa’da, 2002’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde beşin üstünde oy almıştı, şimdi 2007 seçimlerine hazırlanıyor. “Benim Komünizmim” adlı kitabı Agora Kitaplığı’ndan çıkan Laguiller, Crédit Lyonnais’de 40 yıl memur olarak çalışmış. Bu “yoldaş”ın komünizmin olanakları, küreselleşme ve kapitalist yozlaşma üzerine söylediklerinden etkilenmemek mümkün değil. Laguiller, sıradan bir işçi ruhuyla 40 yıldır verdiği mücadeleyi anlattı: Birçok komünist ve sosyalist tarafından bile iflas etmiş bir rejim olarak görülüyor, ama sizin gelecek tasarımınızda yine komünizm var... Kapitalizmi ise iflasın eşiğinde görüyorsunuz. Küreselleşmeyi, buna bağlı olarak geçmişte Balkanlar, Afganistan, bugün ise Ortadoğu’da yaşananları nasıl değerlendirmeliyiz? Bir çelişkinin derinleşmesi mi, kapitalizmin kendine yeni yollar ve alanlar yaratması mı? Kapitalist sistemin taraftarları bize her gün komünizmin iflas ettiğini söyleyerek, kendi sistemlerinin her an tanık olduğumuz zayıflıklarından kaçmaya çalışıyorlar. Kapitalist sistem bize günbegün bir ekonomik ve finansal düzensizlik gösterisi sunuyor, küçük bir zümrenin zenginliğinin durmadan arttığını, yoksul sayısız insanın yoksulluğunun giderek üst sınıra vardığını izliyoruz. Sonu gelmeyen krizlerin, kıtlığın, savaşların ve çevre yıkımının kaynağında işte bu eşitsizlik yatıyor. Bu saçma sistemin insanlık için olabilecek en iyi sistem olduğuna nasıl inanırlar ya da bizden buna inanmamızı nasıl isteyebilirler? Sosyalist ekonomi böyle bir ekonomik eşitsizliğe neden olmadan ve üretimi sağlayan maddi gücü ve insan gücünü ziyan etmeden ve evreni yerle bir etmeden, ihtiyaçların karşılanmasını sağlar. Kürselleşmeye gelince, dünya ölçeğinde akılcı bir ekonomi organizasyonuna, nüfusun ihtiyaçlarına cevap verecek bir ekonomik yapıya, dolayısıyla sosyalizme ve komünizme gereksinim duyulduğunu ortaya koyuyor. Balkanlar’dan Afganistan’a, Irak’a ve Ortadoğu’ya, büyük kapitalist ülkelerin saldırgan politikalarına şahit oluyoruz. Bu günlerde ABD’nin ve onun korumasındaki İsrail’in yaptıkları da bu saldırgan politikaların bir örneği. Aynı şey Fransa için de geçerli... A ATACAMA ÖLDÜRÜYOR, SAKLIYOR... İklimi nedeniyle tüm yılı turizm sezonu olarak yaşayan bu kasabada sırt çantalı gezginler sokakları mesken tutmuş, her işlerini açıkta görüyorlardı. Hiçbir üretimin yapılmadığı, en yakın kent Calama’nın iki saat uzaklıkta olduğu kasabanın tek geçim kaynağı turizm. Çok az Atacameña’nın yaşadığı San Pedro’nun işgücü hep dışarlıklılar; yakışıklı, haşin görünümlü, atletik erkekler, çöl güneşinden tenleri kayış gibi olmuş kınalı saçlı güzel kadınlar; kavruk, yerli hatlarıyla Bolivyalı ve Perulular. Bu nedenle kazanılan para San Pedro’nun altyapısı için harcanmıyormuş, bu yüzden sokaklar toprak, su cılız, ışık ölgünmüş. Atacameñalar mutfaklarını, kültürlerini ve mallarını korumak için uğraşıyorlar ama çoğu mutfak kapanmış, kültürel girişimler ve el sanatlarıysa pek ilgi görmüyor. Gündüz güneşli bir yirmi derecenin gece yerini eksi onlara bıraktığı San Pedro’da da ısıtma yok. Hiçbir sağlık hizmetinin olmadığı kasabada Belçikalı cizvit rahibi Le Paige’nin önderliğinde yapılan kazılarda çıkanların sergilendiği, yerlilerin tarihine ve yaşamına ilişkin derinlikli bilgi veren, küçük fakat çok iyi düzenlenmiş bir müze var. Yörenin havası öylesine kuru ki, insan içindeki tüm suyun çekildiğini hissediyor. Kırk yıl önce kaybolan bir yolcu geçen yıl, eti kemiklerine yapışarak mumyalaşmış şekilde, yanında dönemin parası ve belgeleriyle, gezinti yapan turistlerce rastlantı eseri bulunmuş! Atacama her şeyi öldürüyor, saklıyor ve geri veriyor. Yöre önce Atacameñalar ve kuzeyen gelen İnkalar, sonra da İnkalar ve İspanyollar arasında müthiş savaşlara sahne olan Quitor harabeleri, dar kenarlı bir V biçimindeki Ölüm Vadisi, gün batımını izlemek için özel turların düzenlendiği, ay yüzeyini andıran Ay Vadisi, El Tatio termal suları, Flamingo Doğal Parkı, 4500 metredeki volkanik gölleri, 5916 metredeki Licanbur Volkanı, devasa Atacama Tuz Gölü, kendine özgü doğası ve faunasıyla çok özel bir turistik çekim alanı. Bunun yanı sıra koşullar ve yükseklik açısından zahmetli olsa da, Bolivya’ya üç günlük yolculuklar yapmak da mümkün. And dağlarının öte yanındaki bu ince, uzun ülke, hüzünlü ve canayakın halkının ruhuna dokunmak isteyenler kadar dünyanın bittiği topraklarda gezinmek isteyen doğa aşıkları için de çekici bir yer. Yeter ki bu acılı halkı hissedebilin ve Şili’nin bakir güzelliğine gereken saygıyı gösterin. [email protected] KOMÜNİST, DEVRİMCİ VE ULUSLARARASI Latin Amerika’da solun yükselişinden sonra sizin adaylığınız solculara umutlu bir soluk aldırdı. Bunun uzun bir soluk olabileceğini vaat eder misiniz? 1995’ten 2002’deki seçimlere kadar aldığım oy sayısı bir buçuk milyona vardı, yani genel seçimlerde yüzde beşten fazla oranda oy aldım. Desteklendiğim bölgelerde her zaman, işçi sınıfının yaşamsal ihtiyaçlarına dair talepleri savunarak komünist, devrimci ve uluslararası fikirlerin savunucusu olarak görüldüm. Giderek büyüyen kitlesel işsizliğe karşı, büyük işyerlerinde toplu işten çıkarmaların yasaklanması fikrini önerdim.. Buna paralel olarak, büyük fabrikaların mali durumlarının işçilere ve genel olarak nüfusa şeffaf hale getirilmesini savundum. Halkın bu mali duruma müdahale edebilme özgürlüğü olması gerektiği düşüncesini popülerleştirdim. Banka ve ticaret gizliliğinin yasaklanmasını önerdim. Bana oy verenler seçilmeyeceğimi biliyorlardı ve oylarının sistem içinde bir reform olanağı açacağını düşünmüyorlardı. Ama en azından bu fikirlerde kendilerini buldular ve oy haklarını kendilerini ifade etme olanağı olarak gördüler, bu durum onları da bizi de cesaretlendirdi. “Türkiye’nin de AB’ye girmesinden yana olduğumu söylemek istiyorum. Bu benim için Türkiye’nin üyelik konusuyla açığa çıkan ulusalcı önyargı ve reflekslerle mücadelenin somut bir yolu aynı zamanda.”