01 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

12 ŞUBAT 2006 / SAYI 1038 3 EDİTÖR’DEN Saygı deyince aklımıza ne geliyor: Yüksek sesle konuşmamak, yasaklı yerlerde sigara içmemek, insanlara haklarındaki gerçek düşüncelerimizi söylememek, konu komşuya “saygıda kusur etmemek”, hep sakin olmak... Saygı’yı gündelik yaşamın muğlâk biçimlerinden biri olarak görmekten vazgeçmekle başlayabiliriz işe... Sonra da “kendine duyulan saygı” zırvalığını rafa kaldırıp ötekine berikine saygı duymakla devam ederiz... A Eşit olmayan dünyada saygı Nilüfer Zengin aygı da, samimiyet, hoşgörü, tevazu mefhumları gibi, yaşamımızın son on yılının revaçta masallarından biri haline geldi. Kimi zaman, ağza alınmayacak sözleri söyleyebilmenin zemini kimi zaman da uzun süren evliliklerin “sevgi”den önce gelen koşulu oldu. Hayatımızı yeniden inşa eden televizyonun, saygıya yeni anlamlar katılmasında ve dönüştürülmesinde büyük rol oynadığını söylemek yersiz olmaz. Televizyon persona’larından biri çıkıp da “saygı duyuyorum” dediği zaman anlıyoruz ki, aslında karşısındakini bir kaşık suda boğmak istiyor, söylediklerini zırva buluyor, ama saygı, maygı diyerek işin içinden çıkıyor. “Saygı duyuyorum”, inceden tehdit eden bir nezakete ikame ediyor çoğu zaman da: “Saygı duyuyorum, ama susmazsan birazdan çeneni kıracağım”. Öte yandan, bu anlam kaymasının dışında saygı deyince akla, efendilik, çelebilik, hoşgörü, tahammül geliyor ilk olarak. Oysa bize, saygıyı yeniden düşünmekte büyük katkısı olacak sihirli bir sözcük daha var: Hürmet. Hürmet hâlâ oralarda bir yerde; eşitliğin, çeşitliliğin, aşağıdakilerin ve yukarıdakilerin buluşacağı küçük ve güzel bir ada olarak duruyor... “Saygı, Eşit Olmayan Bir Dünyada”, saygı ve eşitlik arasındaki unutulmuş o ilişki üzerine yazılmış bir kitap. Ayrıntı Yayınları’ndan Ümmühan Bardak çevirisiyle çıkan kitabın yazarı Amerikalı sosyolog Richard Sennett. Sennett, saygıyı kendi kişisel deneyimi üzerinden, yeniden düşünmüş. Kitabın dilini merak edecek olursanız akademik olmakla birlikte kolay takip edilen bir dil. Sennett, Chicago’da Cabrini Gren toplu konutlarında geçen çocukluğundan söz ediyor. Ekonomik durumları bozulduğu için annesiyle birlikte aslında kendi sınıflarına ait olmayan bu bölgede yaşamaya başlıyorlar. Devlet, orada zencilerle birlikte yaşamayı kabul eden beyazların kirasını ödemeyi üstleniyor. Bu koşulun yarattığı ilginç atmosfer Sennett’in ırk, başarı, saygı, eşitlik konularına yönelmesinin ilk nedenlerinden. Lafı uzatmayalım, yazarımız müziğe olan yeteneği aracılığıyla oradan çıkmayı “başarıyor”. İlk gençlik yıllarını başarılı bir viyolonsel virtüözü olarak geçirdikten sonra sosyoloji okumaya karar ve S riyor. Bu, Türkiye’de sıkça rastladığımız bir manzarayı anıştırıyor. Yoksul mahallelerden sesinin güzelliği ya da dans yeteneğiyle “yırtan” kızlar ve oğlanlar... Ancak Sennett’in de belirttiği gibi yeteneğin değerlendirilmesi de eşitliğin tesis edilmesinde hiçbir işlev taşımıyor. Başarılı, zengin ve ünlü olan kimse çıktığı cemaate geri dönmüyor. Dolayısıyla, kişinin kendine olan hürmeti yalnızca yeteneğine ya da maharetine bağlı kalmamalı. Sennett’in toplu konutlarda yaşadığı yıllarda annesi sosyal hizmetler görevlisi olarak çalışıyormuş. Annesinin yoksullara karşı takındığı mesafeli ve soğuk tavrı uzun zaman yadırgamış. Kontrolsüz merhametin de, saygıyı yıkan öğelerden biri olduğunu erişkinlik çağında idrak etmiş. BİRBİRİNİ TANIMAK, KABUL ETMEK... Sennett konunun bir başka tarafını da Rousseau’ya değinerek anlatıyor. Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı’nda, modern toplumun haset üreten dinamikleri ve çılgınca “farklı” olmak arzusundan söz eder. Hal böyle olunca kişi, kendini kurmakla değil, hayran olunan, arzu edilir bir model oluşturmakla ilgilenir. Sennett, Rousseau’nun bu düşüncelerine yeniden işaret ediyor. Hakikaten aradan geçen yüzyıllara rağmen, aynı vahametten muzdarip değil miyiz? Ahlak da, iyilik de, insaniyet de, güzellik de, çirkinlik de, her şey bize dönecek bakışlara yem edilmedi mi? Tekrar bize dönelim... Türkiye’de herhangi bir şehrin sokaklarında yaşanabilecek bir şey düşünelim... Çöplerden işe yarar bir şeyler bulmak amacıyla yollarda el arabasıyla dolaşan insanları biliyoruz... Zaten çöp toplayıcılar deniyor onlara. Orta sınıfa ait bir adam, bir konteynırın yanında duran ve el arabasıyla yolu kapatmış bir çöp toplayıcıya klakson çalar. O da binbir zahmetle yoldan çekilir. Bir insanı klaksonla yönlendirmek kabul edilemez bir şey olsa da arabanın içindeki adamı günah keçisi ilan etmeyeceğiz. Sennett’e kulak verirsek, birbirini “tanımak”, kabul etmek ve gizli bir ortak davranma anlaşmasına göre hareket etmemiz gerekir. Serbest piyasa ekonomisi, tarihsel süreçler, savaşlar, barışlar ve bir dolu şey bizi o sokağa, o manzaraya taşımış. Arabadaki adam klaksona basmadan çöp toplayıcıyı bekleyecek, çöp toplayıcı da olabildiğince hızlı bir biçimde işini bitirmeye bakacak. Çünkü ne arabalı adamın hayatının bütün anlamının o araba olmasından o çöp toplayıcı sorumlu, ne de arabalı adam çöp toplayıcının şehrin kusmukları arasından çıkarıp kullandıklarından daha temiz bir hayatı olduğunu iddia edebilir. Sennett’in “İlk defa oda müziği çalmaya başladığım zaman, öğretmenim ne demek istediğini açıklamaksızın diğer çalanlara saygı göstermemi söylemişti. Fakat müzisyenler, bunu yapmayı genellikle kelimeleri kullanmaktan çok kulaklarını kullanarak öğrenirler” diye anlatmaya başladığı bir anısında bu dengeyi göstermeyi dener. Sahnedeki şarkıcı ve piyanistin kendiliğinden devam eden uyumlarında ve birbirlerine göre davranmalarında “saygı”yı gözleriyle görmüş, kulaklarıyla duymuştur çünkü. şk, varoluşun ıstırabını taşınabilir hale getirmenin en süslü yolu... Madem ki yaşıyoruz ve madem ki dünyanın sınırı ölüm, aşktan daha kadim bir yol arkadaşı da yok. İçinde yaşanılan toplum, aşkı zihinde sonsuz, gövdede yasaklı kılıyorsa süslemek biraz da doğanın üzerini örtmeye yarıyor, ama kaç kişi ıstırapla baş başa kalmayı göze alabilir ki! Aşkı tarifin başka yolları da var elbette. “Ben sana mecburum” ağırlığından, anahtarlığın ucuna eklenen metal bir kalbin hafifliğine kadar uzanır bu tarifler... Zamana ve mekâna, kullanılan nesnelere göre de değişir... Şimdi bu değişimin, anlamakta ve anlatılmakta zorlanılan halindeyiz. Artık aşkın ölçüsü bilgisayara kendini bir kimlik olarak yüklerken seçeceğin sıfatlarda ve baştan çıkarıcılığı bir klavyeye ne denli seri ve albenili sıralayabildiğinde... Bunun için ille de bir arkadaşlık sitesine girmek gerekmiyor, şiir ararken, oyun oynarken kurulan “sanal” temas, arzuyu tetikleyiveriyor. Sonrası, duyguları “inandırıcı” hale getirebilmekte, hem kendini, hem karşındakini bu “aşk”a ikna edebilmekte... Özlem Altunok ile Özgür Erbaş’ın Sevgililer Günü’nün eşiğinde hazırladıkları “Aşkın @ Hali” yazısı, işte bu iknanın peşinde olan kadın ve erkekleri anlatıyor. Meslekleri var, çoğu yaşın uçarı zamanlarında değil, ama aşkı bir de internette denemiş, bulmuş ya da yanılmışlar. Kaiser gibi aşk haliyle ilk kez internette yüzyüze gelenler de var, ve yaşı onu sanalgerçek tartışmasının dışında tutuyor, çünkü ona göre sanal olan zaten bu tartışmalar... İnternette bulunan sevgililer günlük hayata taşınıyor, ilişkiye hatta evliliğe de dönüşüyor, ama Türklerin bilgi ve teknolojiyle beceriksiz, dahası “seçkin” ilişkisi huzursuz ediveriyor. Kimse “Biz internette tanıştık” diyemiyor açıkça, ya duygusunun hafife alınmasından ya da bilgisayarı icadı dışında amaçla kullanmakla yargılanmaktan korkuyor. Muhafazakârların alaycı gülümsemesinden duyulan bu ürküntü, gelip ilişkiyi de vuruyor sonunda, “internetten gelen internete gider” hesabı kuşku ve kıskançlıklar daha bir abartılı yaşanıyor. Türkiye’de bugün için on milyonu aşkın internet kullanıcısı var. Bill Gates de verdiği sözleri tutup bir yıl içinde bu rakamı ikiye katlarsa, bu, nüfusun yarıya yakını “sanal” yaşıyor ve yaşayacak manasına geliyor. Sanal ile gerçek arasındaki eğreti farklılığı kaldırmak belki gündelik hayatın “yalan”larından kurtarır insanı... Ne diyelim, hayırlı chat’ler, iyi haftalar... Berat Günçıkan [email protected] Cumhuriyet DERGİ* GÖRMEZDEN GELMEK... İstanbul Taksim’de AKM’nin yanından Bostancı dolmuşları kalkar. Dolmuş durağında haftanın bazı günleri yaşlı ve sevimli bir adam bir şeyler satar. Her seferinde değişik bir şeyler... Bazen selpak, bazen de pilli dansöz... Sattığı şeyleri kimse almak zorunda değildir, o da asla ne fiili ne de sözel bir baskıya kalkışır zaten. Arada sırada “hava da bugün çok soğukmuş” gibi cümlelerle sohbet etme girişiminde bulunur... Kâhya hariç kimse cevap vermez. Belki herkes içinden bir cevap veriyordur, ama sesli olarak dile getirmek belli bir enerji ve ruh istediğinden, kimseden çıt çıkmaz. Bu sessizlik, Sennett’in kullandığı anlamda onu “görmezden gelmek” midir? Oysa konuşmak, bugün hemen sağlanamayan eşitliğe bir kapı aralamak olmasa da, eşitsizliğin utancını kırmaktır. Belki de sessizlik bazen “görme”nin en iyi yoludur. Gündelik, öğretilmiş adaplı, görgülü olmanın yolları “saygı”yı yok eden davranışlar haline geliyor çoğu zaman... Sanıyoruz bu nedenle saygı, kendini başkasının yerine koymak gibi bir pratikle değil, tam tersine başkasını kendisinin yerine koyarak içselleştirilebilir. Bütün bunlar fazla abartılı ya da soğuk geldiyse, Sennett’ı okumanızı öneririz... İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Editör: Berat Günçıkan Görsel Yönetmen: Aynur Çolak Yazı İşleri Müdürleri: Mehmet Sucu, Güray Öz (Sorumlu) Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ Baskı: İhlas Gazetecilik AŞ 29 Ekim Cad. No: 23 Yenibosna / İstanbul İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Cumhuriyet Reklam (0212) 251 98 7475 / 343 72 74 *Cumhuriyet Gazetesi’nin parasız pazar ekidir. Yerel süreli yayın. cumdergi@cumhuriyet. com.tr CUMHURİYET 03 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear