Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
>> İmparatorluğu’na kadar, kadının özgürlüğü ve eşitliğinden söz etmek mümkünse de adı geçen iki dönem, kadına yönelik nefret ve ayırımcılığın filizlenmesinde büyük rol oynadı. Holland, buralardan gelen motivasyonlara düalist söylemin de eklenmesiyle cinsiyetler arası çatışmanın sürekliliğine giden yolun taşlarının döşendiğini, kadın düşmanlığının kurumsallaştığını ve bilinçaltının, “günahkâr kadın” fısıltılarıyla uyarıldığını belirtiyor. Eski Yunan’dan Roma’ya miras kalan “kendisinden övgüyle bahsedilmeyen kadın” düşüncesi, aşağılamanın, nefretin, kadının köleleştirilmesinin ve hatta cinayetlerin de altyapısını oluşturuyor. Öte yandan kadın bedeni üzerinden siyaset üretmenin veya sahiplenme (veya mülkiyet) meselesinin, tarihteki seyrini de anlatan Holland, buradan başlayan ahlak kumkumalığına ve ahlaksızlık ahkâmlarına değinirken Eski Yunan’da yaşam dışına itilen, Roma’da baskıcı hukuk sistemi altında ezilen, ardından “cadı” olarak nitelenip avlanan kadınlara da göndermede bulunuyor. O dönemlerde, 1960’lardaki kadar olmasa da en ufak bir kadın başkaldırısı, mümkün olan en şiddetli şekilde bastırılıyor. İsyanın “elebaşları” ise “erkeklerle flört etmeyi seven” ya da “perde arkasında ipleri elinde tutan kadın” şeklinde yaftalanırken “kurallara” karşı çıkan her kadın, iktidar sahipleri tarafından aşağılama nesnesi haline getiriliyor. Yahudilikle ve Hıristiyanlıkla desteklenen bu edim, Holland’a göre kadını “ikinci cins” sayan nefret dilinin enikonu kök salmasına neden oluyor. Yazar, kadının “günah keçisi” ve “iblis” olarak nitelenip “katlinin vacip sayıldığı” bu dönemin etkilerinin çok uzun sürdüğünü de ekliyor. “KIRILGAN DOĞA” Holland, kadına bakışın, tarihsel süreçte ya ilahlaştırma ya da Şeytanlaştırma uçlarında dolaştığının altını çizerken bunların, cennet ve cehennem metaforlarının yelkenini şişirdiğini ifade eder: “Kadın ister tanrısallaştırılıyor ister şeytanlaştırılıyor olsun, aynı derecede insanlıktan uzaklaştırılıyordu. Çünkü hem biri hem de öteki, kadının insan varlığını reddediyordu.” Katolik Kilisesi’nin ve geleneklerin dayattığı şeytanlaştırma ve ilahlaştırmaya karşı çıkışı hızlandıran Rönesans ve Reform dönemi, Holland’ın belirttiği gibi kadına duyulan nefretin temellerini en azından o günlerin şartlarına göre epey sarsar. Dönemin sanat anlayışı, felsefesi, bilimi ve sosyal hayatı, cadı avlarının yarattığı yıkımın üstüne daha insancıl bir söylem inşa eder. Kilise ve başka kurumlar, yakın geçmişe göre kadınların hayatının merkezinde daha az etkin bir konuma getirilirken edebiyatta ve şiirde kadın, yine önceki döneme oranla biraz daha belirgin biçimde karşımıza çıkar. Ancak bu dönemlerde bile tarihsel sürecin ve geleneklerin aşıladığı nefret dilinin üstesinden tam anlamıyla gelinemez. Onca gelişmeye rağmen, evrim geçiren “namus” görüşü, kadının “değerini ortaya koymak için” bireylerin ve toplumun zihninin bir köşesinde bulunduğundan, kara delik ‘Babam, eşitliği ve özgürlüğü hep önemsedi’ B abasının kaleme aldığı kitapların hemen hepsinin tanığı ama Mizojini’nin, Jenny Holland’da ayrı bir yeri var. Kitabın yazılış aşamasında genç bir kız olan Jenny, babasının kendisine ve annesine sürekli danıştığını, hasta yatağında bile ufak değişiklikler yapmak için fikrini aldığını söylüyor. Jenny Holland, kitabın yazılış öyküsünü ve babasını şöyle anlatıyor: “Babam, hiçbir zaman hiçbir konuya bir fanatik gibi yaklaşmadı. Kuzey İrlandaİngiltere geriliminde, araştırdığı siyasi veya adli bir konuda ulaştığı bilgileri yorumlamada da aynı tavrını sürdürdü. Mizojini’yi yazarken amacı, kadınları aşağılayan, ikinci sınıf hale getiren ve alaya alan yaklaşımı anlayıp bunun tarihsel köklerine inmekti. Babam, anneme âşık ve saygılıydı. Beni her zaman olgun ve fikrine başvuracağı bir birey olarak gördü. Hastalığı ortaya çıktığı günlerde, Mizojini bitmişti ve sürekli bana danıştığını hatırlıyorum; tereddüte düştüğü kısacık bir cümleyi bile bana ve anneme sormadan değiştirmedi. Mizojini için araştırma yaptığı sıralarda, pek çok yakın arkadaşının ‘Bu kitapları kadınlar yazmalı’ lafına şaşırmıştı. Oysa babam, bu konuya erkeklerin de eğilmesinin vaktinin gelip geçtiğine inanıyordu. Özellikle gençliğinde, aşağılanan kadınları ya da dildeki kirlenmeyi gördükçe hem rahatsızlığı artmıştı hem de Mizojini’nin altyapısı oluşmuştu. Eğer kitapla ilgili bir hikâyeden bahsedeceksek bu aşamaları mutlaka anımsatmam gerek. Üstelik bu kitabı babam değil de eşitliğe ve hümanizme inanan başka biri yazmış olsaydı, aynı keyifle okurdum. Kitaba bir yerinden katkı vermiş olduğum için mutluyum. Babamın, anılarımızdan ve insanları koşulsuz sevmeyi öğretmesinden sonra bana bıraktığı en önemli mirasın bu olduğunu düşünüyorum. Babam, erkeklerin, kadınlar üstünde iktidar kurma hevesinin tarihsel bir sorun olarak neredeyse hiç kesintiye uğramadan karşımıza çıktığını düşünüyordu. Bu ciddi problemin, hemen her toplumda adaletsizliği doğurduğuna, kadının her şeyden önce insan olarak görülmesini engellediğini biliyordu. Var olan sorunu kitabıyla tamamen çözebileceğine inanacak kadar romantik değildi elbette. Fakat araştırmasının bu yolda birilerine el verebileceğine dair umudu son âna kadar taşıdı. Eşitliği ve özgürlüğü daima en öne alan babam, bunun bir kanıtı niteliğindeki kitabıyla kadınlarla ilgili haksızlık ve acılardan yola çıkıp geleceğe seslenmişti aslında. Şimdilerde, dünyanın dört bir köşesinde yaşanan hak ihlalleri ve kadına yönelik şiddet, onun neden bu denli titizlenip endişelendiğini de kanıtlıyor. Babamın inatçı araştırmacılığı, insancıllığı ve öngörüsü, onu tanıyan ya da sadece kitaplarını ve makalelerini okuyanlarca bir kez daha saygıyla anılacaktır diye düşünüyorum.” n olarak duruyor. Holland, bu bakış açısının yalnızca Batı’ya özgü olmadığını, Asya ve Ortadoğu’yla birlikte Afrika’da da görüldüğünü söylüyor. Dul kadınların yakıldığı ve kız bebeklerin öldürüldüğü Hindistan, kız çocuklarının sünnet edildiği Afrika, cinsel şiddete uğrayan ve bunun “olağan görüldüğü” kimi Asya ve Ortadoğu ülkeleri, mizojiniye sadece birkaç örnek. Bunlara fakirlikten doğan şiddeti, “düşkün kadınları kurtarmak için elinden geleni yapan” nüfuzlu erkeklerle din adamlarını ve kadını cinsiyetsizleştirme çabalarını da rahatlıkla ekleyebiliriz. “Edepli” hayatlardan ve eserlerden, cinselliğin ve erotizmin kovulup kadınların “kırılgan doğalarını” resmetme uğraşı ise Holland’a göre bütün hepsinin üstüne tüy dikiyor. NEFRET SÖYLEMİNİN “GEREKÇELENDİRİLMESİ” Holland, kadına yönelik nefret söyleminin, çağlara ayak uydurduğunu, psikoloji, psikanaliz ve toplum Holland’ın kitabının önemli bir bölümü, Ortaçağ’daki cadı avlarını ve kadınlarla ilgili önyargıyı anlatıyor. teorileri yardımıyla bunun “gerekçelendirildiğini” söylüyor. Bosna Savaşı sırasında, Sırpların uyguladığı şiddetin hafif cezalarla geçiştirilmesinin “dönemin koşullarıyla” açıklanması, adı geçen “gerekçelendirmeye” bir örnek. Böylece Holland, kadından nefretin bir başka özelliğini daha açıklamaya girişiyor: “Mizojini, kadınların sözümona ‘asıl’ rollerinin ne olduğu ve bu rollere onları hapsettiğinden emin olduğu sınırlayıcı tanımlamalarla, onları kişiliksizleştirmeyi amaçlar.” Yazar, buna, geçmişten Katolik Kilisesi’nin görüşlerini ve kendi döneminden Taliban’ın uygulamalarını örnek gösteriyor. On ların söylem ve eylemleri, erkeklerin kadını, “öteki” ya da “ben olmayan” şeklinde gördüğüne ve hastalıklı bir ilişki biçimine işaret ediyor. Holland’ın kitapta anlattıkları, insanın mizojini nedeniyle gördüğü kâbustan uyanması gerektiğini belirtiyor. Yazar, Mizojini’de, bir yandan kadınlara yönelik nefret söyleminin tarihsel boyutunu gözler önüne sererken öte yandan kadınların ayırımcılıkla ve şiddetle mücadele edişini, hakları ve kimlikleri için nasıl harekete geçtiğini anlatıyor. Söz konusu mücadele, Holland’a göre insani gelişmenin ve eşitliğin önündeki engelleri kaldırmada ne denli önemli olduğunu da gösteriyor. Zihinde başlayıp dilde devam eden ve eylemle en üst seviyeye ulaşan mizojininin geniş bir tarihçesini sunan yazar, “insanlar tekerleği bulmadan çok önce mizojiniyi buldu” diyor. Kitabı en iyi özetleyen cümlelerden biri de bu zaten. n Mizojini/ Jack Holland/ Çeviren: Erdoğan Okyay/ İmge Kitabevi/ 302 s. KItap 1 Eylül 2016 13