Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
>> İnsanlara yardım eli uzatmasını sağlayan bir araç. Herkesin eşyasını, acil mektubunu, hastasını, hayvanlarını, bir yerden diğerine taşıyor. Ankara’dan apar topar, kaçar gibi gitmek istemesinin nedeni de kimsenin bir diğerine yardım etmediği, yolda kalan bir arabayı itmek için kimsenin durmadığı bu şehirde kendini yabancı hissetmesi. Romanın başında anlatılan bu ilgisizlik ile romanın sonlarındaki tüm komşuların ve ailenin bir araya gelip tekerlekli sandalye için birlikte rampa yapıyor olması tam bir tezat taşıyor. Aziz’in görmek istediği insanlığın bu ikinci hali, bundan duygulandığını, can bulduğunu görüyoruz. Bu bir yol romanı aynı zamanda ama Aziz’in değil, anlatıcının yolu. Her seferinde babasını merak ettiği için Ankara’dan yola çıkıp Polatlı, Sivrihisar, Gömü, Afyon ve sonrasında Kızılcasöğüt’te Uşak yolundan ayrılıp güneye dönen ve kasabaya ulaşan rotayı defalarca gidip gelişi. Suat’ın Su – At’ının yolda onun peşine düşmesinin hikâyesi. Romanı okurken yazının başında dediğim gibi hep saz âşıklarını din ledim. Tam o günlerde bir saz âşığı geleneğinden gelirmiş gibi Bob Dylan’a ödül verilmesi de ayrıca hoş oldu. “Bu yol Pasin’e gider / Döner tersine gider / Şurda bir garip ölmüş de...” n Kuşlar Yasına Gider / Hasan Ali Toptaş / Everest Yayınları / 248 s. kitaptan “B u türküyü biliyor musun, diye sordum o sırada Nihat’a. Biliyorum, dedi. İkimiz de bıyıkları yanaklarından taşan o irikıyım adama bakıyorduk. Kırk beş yıl önce, dedim kendi kendime konuşurcasına; Honaz’da kiraz festivali düzenlenirdi, biz de Denizli’den minibüsle oraya yolcu taşırdık. Babam gencecikti tabii, otuzlu yaşlarının ortasındaydı henüz. Saçları simsiyahtı, her sabah evden çıkmadan önce onları ıslatıp aynanın karşısına geçer, özene bezene tarardı. Mevsim kışsa geniş yakalı kahverengi bir gocuk, yazsa kolları sıvanmış, tiril tiril bir gömlek olurdu sırtında. Kısacası, filinta gibiydi. Kiraz festivaline yolcu taşırken, minibüsle Denizli’nin içinde geziniyorduk evvela, ben camdan başımı uzatarak, hadi Honaz bir iki, hadi Honaz bir iki diye bağırıyordum. Babam öyle bağırmam gerektiğini söylemişti çünkü. Garajın etrafında, Bayramyeri’nde ve Delikliçınar’da birkaç tur atıp minibüsü doldurduktan sonra da hemen yola koyuluyorduk. Honaz yolu topraktı o yıllarda, masallardan kopup gelmiş gibi, arabaların arkasından ucu bucağı görünmeyen kocaman toz bulutları sürüklenirdi. Üstelik hemen kaybolmaz, ağaçların tepesinde, çatıların üstünde ya da boşlukta uzun süre asılı kalırdı bu bulutlar. Arabalar birbirine yakın seyrediyorlarsa vaziyet hepten kötüydü tabii, o vakit yolcular minibüslere ve otomobillere değil de toz bulutlarına binmiş gibi olurlardı. İşte böyle toz bulutlarının içinde nefessiz kalmışken, ilk kez orada dinlemiştim bu türküyü ben. Babam, omuzlarda taşınan o küçük teyplerden birini torpido gözüne yerleştirmişti, ondaki kasette çalıyordu. O zaman kim söylüyordu bilmiyorum ama bu türküyü Talip Özkan güzel söyler. Nihat bir yandan benim anlattıklarımı dinliyor, bir yandan da gözlerini dikmiş, türkü söyleyen adama bakıyordu. Denizli’de Talip Özkan için yapılmış herhangi bir şey var mı, diye sordum ona birden. Nasıl bir şey, dedi Nihat. Ne bileyim, dedim; herhangi bir yere raptedilmiş bir plaket, bir levha, bir tabela yahut onun hatırasını yaşatacak, bunlara benzer başka bir şey işte? Bildiğim kadarıyla yok, dedi Nihat. Boş ver, dedim kahırlı bir sesle, sormam bile yanlıştı. Niye yanlış olsun ağbi, neden öyle dedin şimdi? Adam türküyü bitirmiş, elindeki karpuz dilimini büyük bir iştahla yeniden kemirmeye başlamıştı. Şu dağları görüyor musun, dedim Nihat’a, elimi sol tarafa doğru uzatarak; Cankurtaran’dan tırmanıp onları aşınca, hemen burnumuzun dibinde Kazak Abdal’ın dergâhı var, biliyorsun. Çatısı çökmek üzere, duvarları desen ona keza. Yani orası öyle harabeye dönmüşken, benim az önce sorduğum soru yanlıştı zaten. Karpuzu kemirip bitirmiş, ağzını da sağ yenine hızlıca silerek ayağa kalkmıştı adam. Yakası bağrı açıktı, güreş tutacakmış da şöyle dişine göre bir rakip arıyormuş gibi, feldir feldir, habire etrafına bakınıyordu.” n KItap 27 Ekim 2016 13 Türkçesi: Hasan Âli Ediz