Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
msaslankara@hotmail.com.tr Hayatımızın ortasından akan sinema… İnsan, gözlerinde hayatı akıtırken farklı dizilişlerle kendi film öyküsünü de görece kurgulayabiliyor. Bu arada, o büyük hayatın döngüsünde oluşan algıyla, başka insanlar kadar hemen her şeye göz atabiliyor. Ancak ister kendi yaşantımıza ister başka yaşamlara odaklansın, hayatımızın orta yerinden akan bu farklı sinema, tutkulu bir seyirciye dönüştürmekte gecikmiyor bizi. 7Ekim’de başlayan 16’sında sona erecek İKSV 15. Filmekimi günlerini ucundan yakalayıp kitap eşliğinde hayatımızın sinemasına baksak neler söyleriz? Pek çoğumuzun, “Hayatım roman”, “Hayatımı anlatsam film olur” vb. biçiminde düşündüğü, bunların veya buna benzer deyişlerin sıkça seslendirildiği göz önüne alınırsa kendimize âdeta kurmaca karakteri bağlamında dıştan bakabildiğimiz de ortaya çıkıyor. Böylece çoktan romanımızı yazmış, filmimizi çekmiş, ötesinde unumuzu eleyip eleğimizi duvara asmış olduğumuz bile söylenebilir… Neredeyse köklü biçimde kendine yer bulan böylesi tutumlar, görsel kurguya yönelik iştahımızı da ele veriyor kuşkusuz. Ne var ki yuvarlamayla ilk yarım yüzyılını doldurmuş görünen sinema yayıncılığımızda, 1950’lerle ve 1960’larla birlikte yazlık sinema kavrayışındaki gelişmelerin de desteğinde âdeta şaha kalkan seyirci varlığı dikkate alındığında, bugünkü zengin sinema yayını yelpazesine karşın, okurun sinemadaki izleyiciye göre neredeyse devede kulak kaldığı söylenebilir sanıyorum. Günümüzde neredeyse her yayınevi, sinema odaklı kitaplar yayımlayabiliyor. Kimileri ise süreğen biçimde sinemaya özgülediği yayın yelpazesiyle dikkati çekiyor. Sözgelimi Agora, Alfa, Ayrıntı, de ki Doruk, es vb. yayınevleri bunlar arasında anılabilir. Agora’nın yayın yönetmeni Osman Akınhay, bir yazar, çevirmen… Bir romancı… Bu Filmekimi yazısına, Akınhay’ın romanlarına göz atarak girelim gelin… OSMAN AKINHAY; BİR SİNEMA YAYINCISINDAN ROMANLAR… Osman Akınhay’ın Agora’ca yayımlanmış üç romanı var: Gün Ağarmasa (2004), Ölüme Bakmak (2005), Ölülerimiz Bir Tutar Bizi (2010). Yaşamöyküsüne göz atıldığında, Akınhay’ın, bundan yararlandığı kestirilebilir romanlarında. Ancak yazarları, yaşamöyküleriyle değerlendirmekten uzak durmayı yeğleyen biriyim kendi payıma. Önemli olan yaşamöyküsünden yararlanılması değil, bunların anlatılara taşınırken yapılmaya çalışılan soyutlayım, dönüştürüm… Yazarlık elbette, kişinin salt kendi yaşam döngüsünden, yaşantısal öyküsünden yararlanarak yapılandıracağı bir eylem biçimi değil. Ancak iç dünyasıyla en iyi tanıdığı, tanıyacağı kişinin kendisi olacağı, karakter yapılandırmada bundan yararlanacağı da öngörülebilir yazarın. Bu açıdan baktığımızda Akınhay’ın ikisi elöyküsel, sonuncusu özöyküsel anlatımla kurulan yapıtlarının daha çok düz değiştirimci, hikâye edici yapılandırmayla geliştirildiği söylenebilir. Yazarın kurguda en çok başvurduğu yol, düzdolayımlı anlatıcıların geçmişle şimdi arasında geri dönüşler eşliğinde yaşadığı hesaplaşma, sorgulama. Bu tutum, farklı bir biçemle yapılandırdığı Ölüme Bakmak adlı kısa romanda da kendini gösteriyor. Ancak Ölüme Bakmak, babanın ölümü üzerine bir gün gibi kısa süre içinde taşradaki baba evine gelen anlatıcının, öteki aile bireyleri uykudayken klima altında sedire yatırılmış ölünün başucunda yaşadığı “nihai yüzleşme” (25) ile kanımca ötekilerden ayrılarak öne çıkıyor. Babaoğul arasında derinlere inen böylesi yüzleşme Orhan Kemal, Kaan Arslanoğlu romanlarında geniş yer tutarken son dönem siyasal yazınımızda, örneğin Doğan Akhanlı ile Mehmet Taşdemir romanlarında da bunun izleri sürülebiliyor. Şimdi bunlara, gereğince üzerinde durulmadığını sandığım Ölüme Bakmak da ekleniyor kanımca. İşte sinema yazınına büyük emek veren bir yayıncı yazarın romanlarından sinemaya taşan kareler diyelim… AKAD YA DA SİNEMA; “IŞIKLA KARANLIK ARASINDA” SARKAÇ… Lütfi Ö. Akad, sinemada, kendisinden önce yapılan, ayakları yerden kesik bir kavrayışı, tutup yerli yerine oturtarak onu bütün bütüne sinema yaparak öne çıkmış bir ad. Bu yüzden kaleme aldığı anı kitabı, yaşı görece yüzü aşmış sinemamızın resmî tarih dışında bilinmedik yanlarını ele veren bir başucu kaynağı da aynı zamanda: Işıkla Karanlık Arasında (İletişim, 2016). “Sinemaya bulaştığı (...) ilk gün”ün (23 Haziran 1946) üzerinden tam yetmiş yıl geçmiş bir sinema kurucu Lütfi Ö. Akad. Dinleyelim ustayı: “Şakir Sırmalı, ilkgençlik yıllarımdan gelen dostum…” “Esintili günler vardır. İnsanın başını belaya sokan günler… Durup dururken adamı kanat takıp uçmaya özendirir (…) İşte böyle bir gün, Şakir Sırmalı film çevirmeye koyuluyor. Birden!” “Hayal kurmamış insan yoktur.” “…Şakir Sırmalı bu tür insanlardan biriydi. Hepimiz gibi hayal kurmakla yetinmez, bunları eyleme koyardı.” “[Henüz] bu gün olduğu gibi bir sinema ortamı yoktu. Yılda ancak üçdört film çevriliyordu. Bundan başka Şakir sıradan bir sinema seyircisiydi, yani hepimiz gibi haftada ya da on beş günde bir sinemaya gidenlerden. O günlerde ne gazetelerde sinemayla ilgili yazılar ne de sinema bilgisi veren kitaplar vardı (…) Stüdyo, laboratuar, kurgu gibi sinemanın mutfak işlerinden habersizdik” (13, 14). Şakir Sırmalı, aslından başarılı bir giriş yapmıştır sinemaya, nitekim Lütfi Ö. Akad, Metin Erksan’la ikisini şu satırlarla yeniden gözler önüne taşıyıp bir değerbilirlik örneği sergiliyor aynı zamanda: “Bazen kuşkuya düşer, kendime sorarım; Türkiye Şakir Sırmalı, Metin Erksan gibi büyük hayalcilere elverişli bir ortam değil midir diye… Başka bir ortamda dünya sinemasının büyük isimleri arasında olabileceklerinden hiç kuşku duymadım” (39). Akad ustanın, Halkevleri gibi kurumsal kaynaklar yanında beslendiği dostları arasında başı çekenlerden de biridir Şakir Sırmalı… Bu yıllar tiyatrodan edebiyata, müzikten resme, çeviriden şiire her alana uzandığı görülüyor Akad’ın: “Her şeye karşı geniş bir merakım vardı, arıyor, soruyor didikleyip öğreniyordum. Hiçbir şeyi yalınkat kabul etmiyordum. Ayırımında olmadan sonradan yönetmenliğime yararlı olacak birikimi hazırlıyordum sanki” (41). Lütfi Ö. Akad’ın o ilk patlaması böyle bir kan dolaşımının ardından geliyor işte: Vurun Kahpeye (1949). ANDREA SABBADİNİ; FİLMLERDEN PSİKANALİTİK YANSIMALARA… Hayaller, bizi ruhsal derinliklere de çekiyor elbette. Sinemanın kucağına yerleşen hayallerden kalkarak bunları psikanalitik yansımalarla buluşturup ufkumuzu genişleten, zihnimiz içinde yeni döngüler, dolambaçlar arasında bizi düşünmeye yönelten bir yapıt da Özden Terbaş’ın editörlüğü, Andrea Sabbadini’nin imzasıyla geliyor: Hareketli İmgeler / Filmler Üzerine Psikanalitik Yansımalar (Çev.: Özge Yüksel, Bilgi Üniversitesi, 2016). Andrea Sabbadini, yapıtına şu soruyla giriyor: “Sinema ve psikanaliz tuhaf bir çift gibi görünebilir. Çoğunlukla kurgusal hikâyelerle ilişkilenmiş sanatsal bir aygıt ile insan zihninin derin taraflarını anlamaya teşebbüs etmiş bir psikolojik disiplinin birbirlerine söylemeleri gereken ne olabilir?” Daha sonra anlatısını, Otto Rank’ın 1914’te, bu konuda yazdıklarından aktarı olarak “Sinematografinin psikolojik olayları görünür bir şekilde betimlemesindeki benzersizlik, abartılı bir açıklıkla, insanın kendisine ilişkin ilginç ve anlamlı sorunlarının bu ilişkinin kaçınılmaz rahatsızlığının burada imgesel bir temsil bulduğu gerçeğine dikkatimizi çek(tiği)” saptamasıyla sürdürüyor. “Sanatsal gözlerini geliştirmek isteyen birçok sinemacı(nın) kendi paylarına, az ya da çok bilerek, çoğu kez psikanalitik düşüncelerle ilişkilen(diğini)” ekliyor sonra da. Hareketli İmgeler’in yayınında İstanbul Psikanaliz Eğitim, Araştırma ve Geliştirme Derneğinin (Psike İstanbul) katkısını da vurgulamalıyım. Geçmişte de gerek Psike’nin gerek Özden Terbaş’la arkadaşlarının psikanaliz eşliğinde sinemamıza, sanata katkıları üzerinde durmuştum zaten. Nitekim söz konusu yapıta “Editörün Önsözü” olarak yazan Terbaş, “Sinema ve Psikanaliz Arasında Bir Köprü: Hareketli İmgeler” başlığı altında şu görüşü paylaşıyor bizimle: “Sinema bir rüyayı, bir fanteziyi, bir anıyı nasıl gösterebilir? (…) İlk anda insan zihninin karmaşık görüngüsünün sinemada temsil edilebileceğini düşünmek şeklinde bir yaklaşım karşımıza çıkıyor. Diğer yandan, filmin belirli bir mekânı ve zamanı işlemesiyle (kimi durumlarda da zamandan ve uzamdan bağımsız oluşuyla) kendi sınırlı imkânları doğrultusunda tasarlanmış olan yeni bir düşünme tarzını biçimlendirmeye ve geliştirmeye çalıştığı öne sürülebilir.” Hayallerimiz sinemada canlanıp kanatlanıyor, ne güzel! Ama bu kanatlanmanın, okur bağlamında, sinema üzerine verimlenmiş kitaplara, bu yelpazeye yayılmış yapıtlara da uzanması gerekmiyor mu? n 34 13 Ekim 2016 KItap