Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
FÜSUN AKATLI’DAN BİR DERLEME “YAZI BAHÇESİNDEN” Bir kültür insanına uzanmak Füsun Akatlı’nın zaman zaman disiplinlerarası kurduğu yüksek sadakatli ve çokkatmanlı ilişkiyi en somut bir biçimde veren kültür yazılarının ilki olan “Yazı Bahçesinden”, kızı Zeynep Altıok’un derlemesiyle gün yüzüne çıktı. EREN AYSAN “Kimi zaman bir sözcükten yola çıkarım Aç kalmış güzel bir kurttur o Bedevi bir sabır gibiyimdir Ey tesellisiz gece.” (Melih Cevdet Anday) Rollo May, “Yaratma Cesareti” adını verdiği çalışmasında, yaratıcılığın incelenmesinin en büyük zorluklarından biri olarak yaratıcı ile dünya arasındaki esrarlı, çözümlenemeyen karşılaşmayı gösterir: “Sanatçı ya da şairin görüşü, özneyle (kişi) nesnel kutup (olmayı bekleyen dünya) arasındaki belirleyici ara noktadır”(77). May, bu ara noktayı bir mücadele alanı olarak tanımlar; yaratıcının evrenin anlamsızlığını ve sessizliğini nasıl “var” ettiğini, anlamı ortaya çıkarana kadar nasıl “yokluk”la boğuştuğunu göz önüne sermeye çalışır. Peki, nedir bu çileli yolun sırrı? Neden eli kalem tutan herkes yazmaya eğilimli olduğu inancıyla yaşayıp bir gün esin perisiyle hesaplaşacağı, âsude günlerin geleceği ya da deneyim kazanıp yalnızlığın bahçesine girdikten sonra ilahi bir kudretle yaratabileceği günlerin özlemini duyar? Niçin yazmak hayalleri süsler de eyleme pek az dönüşür? ONURLU VE ÜRETKEN... Marquis de Sade’ın hayatının anlatıldığı, “Düşlerin Efendisi” filminde, yazar olmanın önkoşulu olan yazma eylemine sabırla bağlılık sinema diliyle özetlenir. Sade, yaşamaya mahkum edildiği hapishanede, elinden kalemi alındıktan sonra, çarşafa kanı ve dışkısıyla, çarşaf elinden alındıktan sonra giysilerine, son olarak da bedenine tasarımlarını aktarır. Çılgınca yazma isteğinin, insanı hayrete düşürecek yoğunluktaki emeğin ardında kuşkusuz var olma çabası ve kendini adlandırmaya yönelik sınırsız bir arzu bulunur. O zaman şiddetli yazma eylemiyle, yazma beklentisi arasındaki paradoks nedir? Yahut yazı yazmaya hazırlanıp da ertelenmesine yol açan, sonrasında da “boşa geçmiş” bir hayat yaşandığına yönelik anlam hangi noktalarda kırbaçlanır? Bir anda eline kalemi alacak kişinin karşılaşabileceği sınırsız handikaplar nelerdir? Varlık ile yokluk arasında boğuşulan karanlık koridorlarda bir karakter nasıl yaratılabilir? Dahası bir felsefeciyazarın, bu ülkenin koşullarında iliklerine kadar hissettiği hüzne rağmen, hiç durmadan kitapların arasında ömrünü yazınsal eleştiriye, denemeye, tiyatro sanatı kuramına, ülkedeki toplumsal sancıya adamasının sırrı nerededir? Yazmak bir sağaltım mıdır? Zaman zaman umutsuzca da olsa paylaşmanın verdiği gülümseyiş midir? Yahut bir entelektüelin ömür boyu sürdürdüğü yazı arkadaşlığını bitiremeyişi midir? Bu noktada eleştirinin de sadece bir ölçüp biçme işi değil, aynı zamanda bir yaratıcılık çabası olduğunu da vurgulamak gerek sanırım. Füsun Akatlı’yı düşününce kendi yazı bahçesinden bütün harflerin izinden geçmesini anlamak hiç de zor değil. Üstelik bir kitabına adını verdiği “Kültürsüzlüğün Kışı”nı şimdilerde en şiddetli, hatta hiddetli haliyle yaşarken... Onun yazma eylemine ilişkin arzu ettiği “görev” değil “haz” ilkesiyle yaşamın kapısını aralamanın başarısı budur belki de. Geçen günlerde bir anlamda onun zaman zaman disiplinlerarası kurduğu yüksek sadakatli ve çok katmanlı ilişkiyi en somut bir biçimde veren kültür yazılarının ilki olan “Yazı Bahçesi”, kızı Zeynep Altıok’un derlemesiyle gün yüzüne çıktı. Böylece kendisini, “felsefe okudum, edebiyatla haşırneşir oldum. Bu alanlar, dünyayı, hayatı ‘göründüğü gibi’ değil de ‘olduğu gibi’ kavramaya yöneltirler kişiyi”(298) tanımlayan, bir geniş pencereden hayata bakan yazarın dünyasına kapı aralıyoruz. Onurlu ve üretken bir yaşamın ardından kaleme alınmış yazıların her biri hayata ve insana, topluma ve kendisine dönük olarak bakmasını bilenlere sürekli yeni olanaklar sunuyor: “Geçmişe sarılanların, zamanın bir boyutunu olsun, kurtarabilecekleri, yaşayabilecekleri akla geliyor. Oysa öyle olmamıştır. Çünkü onlar, o karambolde, sehven (!) kendi geçmişlerine değil, yaşamadıkları ve tanımadıkları bir geçmişe kapılanmışlardır: Bir kuşak öncesinin geçmişine! Onun için estirdikleri nostalji rüzgârı, “Füsun Akatlı’yı düşününce kendi yazı bahçesinden bütün harflerin izinden geçmesini anlamak hiç de zor değil” diyor Eren Aysan. bir tıknefesin can havlini andırmakta, kendilerinden sonraki kuşağın belleğine ikmal yapamamaktadır” (10). Bu “mış” gibi kısmı önemli! Geçmişi zihnimizde beyaz perdeye aktarmanın ardında bugünün huzursuzluğundan kaçma çabasının yattığı rahatlıkla söylenebilir. Gelecekten korkmak daha masum dönemlere yönlendirir insanı. Üstelik umudun kırıntısının bile kalmadığı dünyada elimizdeki son kart da yırtılmış görünüyor şimdilerde. Hele dünyanın sonunu öngörmekle kapitalizmin bitiş noktasını görememek arasında salınıp duruyorsanız... Geriye tutunacağınız tek dal olarak “bir zamanlar” deyişi kalıyor. Smokinli, viskili, purolu kadınları adamların süzdüğü pırıltılı, görkemli balo salonları, ince cigarayı tutan beyaz eller, imkânsız tesadüfler, düşlerde müziklerle bezeli danslar, büyük aşklar, ille de mutlu sonlar iyileştirici bir tasarım olarak kullanılıyor artık. Bununla birlikte, 1980’lerde yapısal bir sarsıntı geçirmiş bir kuşağın gündüz ördüğünü gece söken Penelope’den yahut kayayı bir türlü doruğuna ulaştıramayan bir Sisyphos’dan birazcık daha bahtlı sayılması gerçeği de yüreğimizi soğutmuyor. İşte Füsun Akatlı, kendi kuşağının da sırrını çözümleyerek kaşla göz arasında masamıza sunulan “nostaljik tasarım”a olan itirazlarını zaman zaman yüreğine çöreklenen yorgunlukla zaman zaman da yenilediği isyan duygusuyla sunuyor. DEĞİŞMEYEN BİR ROTA Peki, ya son yıllarını verdiği o güzelim kent İstanbul’un yitirilip bitirilmesine dair canhıraş haykırışı? “Onlar içeride yalnız, göz deliklerinden son yirmi beş yılın İstanbul’a ettiklerine bakar, bakışır... Mahcup bir benzeşme duygusuyla. Bakakalırlar giden geminin ardından, serde erkeklik de yoktur ama ağlayamazlar. Müzikler geçer içlerinden, barok. Üstesinden geldikleri her günün sonunda gülümseyerek “hoyrattır bu akşamüstleri daima” derler birbirlerine, anlayışla. Ortak yaşamlarına, sisli anılarına, yaşanmış ve yaşanamamış aşkların küllerine, ikisini birbirine kenetleyen erken ölümlerin onmaz acısına ancak ve ancak yalnız, yapayalnız, birbirleriyle kaldıklarında tırnaklarını kabuklarının iç çeperine geçirerek gözyaşı akıtırlar. (...) Dışardaki hayatın renkleri zevksiz, neşesi kaba, zenginliği görgüsüz, üslubu lezzetsiz, önerileri çiğ... olsa da olmasa da, içeriden tüm önlemler alınmış, kale berkitilmiştir, ne gam!”(36). Oysa İstanbul yalnızca düşünülmesi >>yahut hatırlanması gereken bir kent değildir. Hayatın kendisidir Akatlı için... Şimdilerde pek çok yeni İstan 24 13 Ekim 2016 KItap