25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

>> hortlaklar, gulyabani ve perilerin büyülediği ya da çarptığı insanlardan söz edilmesi dikkat çekici. On altıncı ve on yedinci yüzyıldan itibaren deliliğin, o dönemlerde moda olan melankoliden kaynaklandığına inanılmaya da başlanıyor. Scull, dehayla delilik arasındaki çizginin, bize tam da bu zamanlardan miras kaldığını söylüyor. On yedinci yüzyılda filizlenen ıslah çalışmaları, Hollanda’dan başlayıp Fransa’yla devam eden kapatma geleneğini tetikliyor. Scull’ın andığı gelenek, “akıl ve sağduyudan yoksun kişilerin şehirlerde dolaşıp rezalet çıkarmasını engelleme” amacı taşırken “meczupları”, “sağlıklı” insanlardan ayrıştırma harekâtına girişmenin itici gücü oluyor. Delilerle ilgili girişimciliğin en üst düzeyde olduğu bu dönemde, meczupların eklenti statüsüne indirgendiği bir gerçek. Ancak Scull, Foucault’nun ortaya koyduğu kapatma teorisinin, o yıllar için biraz abartıldığını söylüyor. Yine de ailelerden gelen baskıyla “kurumlara” kapatılanların, tehlikeli görülmesi nedeniyle zapturapt altına alınması, kayda değer hak ihlallerinin doğmasına yol açıyor. Söz konusu “tıbbi” edim, aynı zamanda “ahlaksızları” yola getirmeyi de hedeflediğinden büyük bir temizlik anlamına geliyor. “MECZUP ERBABPLIĞI” Toplumun “düzenini” bozma ihtimali bulunanların yaşarken öldürülmesi demek olan kapatma, Scull’ın hatırlattığı üzere, on sekizinci yüzyılda “meczup erbaplığı” diye nitelenen yeni bir mesleğin doğmasını sağlıyor. Yazar, paranın nasıl ve nereden geleceğini bilen girişimcilerin kurduğu bu mesleğin ilk icracılarının, kapatılması gereken ailesiz ve yoksulları göz önünden kaldırıp “kurumlara” gönderen yerel papazlar olduğunu anımsatıyor. Bu, gayrıresmî bir tımarhane şebekesiydi ve kısa süre sonra bir tür engizisyon olarak anılmaya başlanacaktı. Scull, kapatmanın ve yeni “tedavilerin” sistematikleşmesine, peş peşe açılan tımarhanelerin önayak olduğunun altını çiziyor. Bu “kurumlar”, yeryüzünün tamamında delileri “misafir ediyor.” Yazarın “emperyal psikiyatri” dediği bu eylem, yerli inançlara ve âdetlere tepeden bakma refleksi geliştirip sömürgelerdeki “delileri”, ya kendi topraklarında ya da merkezlere kapatarak hem “manevi” hem de “tıbbi tedaviler” uyguluyordu. Scull’ın “yeni cefa coğrafyası” dediği modern tımarhaneler, meczupları sosyal bir alanda toplama amacıyla kurulmuştu. Buralarda çalışan hekimlerin uzman kimliği, “akıl hastanesi sisteminin varlığına ve genişlemesine sıkı sıkıya bağlıydı.” “Modern yaşamın bütün nahoş kusurlarının dışlandığı minyatür dünyalar” yaratılırken oraların hâkimi ise yetkileriyle uygulamaları hep tartışılan müdürler ve hastabakıcılardı. Peki, onların geniş yetkilerle donatılmasına neden olan “kurumlar” niçin çoğalıyordu? Kimi asabiyeci ve akliyeciler, bu artışı, doğaya aykırı uygar yaşamın getirdiği strese bağlıyordu. Bir başka deyişle deliliğin nedenlerinin, doğaüstü güçlerle açıklandığı dönemden, günlük yaşamın genişleyen sınırlarıyla ve hayatın insanda yarattığı gerilimle açıklanma evresine geçilmişti: Toplum ilerledikçe delilik artıyor; çalışanlar, hırslılar ve başarılılar risk grubunun en tepesinde yer alıyordu. Söz konusu gruptan biri deli olarak tescillendiğinde, medeni haklarını ve özgürlüğünü yitiriyordu. Scull’ın hatırlattığı üzere “zengin, başarılı ve hırslı meczupların akıl hastanelerini ağzına kadar doldurduğu” eksik bir bilgiydi çünkü bu “kurumlardaki” sayıca fazla olan kesim, fakir delilerdi. Devlet hazinesinden destek alması, onların yoksul olarak nitelenmesi için yeterliydi ve delilik, bu insanları o haktan mahrum bıraktığından, ekonomik durumları daha da ağırlaşıyordu. Dolayısıyla hızla yoksullaşıp akli dengesizliklerini biraz daha artan bu kişiler, git gide bir mengeneye sıkışıyodu. GODOT’YU BEKLER GİBİ… Freud, bilinçaltına inince deliliğe bakışın seyri değişmeye başladı. Scull, o noktaya gelene kadar, araştırmalarını zihne yoğunlaştığına dikkat çektiği Freud’un, deliliği, herkeste pusuya yatmış bir şey olarak tanımladığını hatırlatıyor. Yazar, deliliğin gizlendiği yerden çıkıp insanları topyekun bir çatışmaya sürüklediği Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda, çarpışmaların yan etkilerinin de bireyi çıldırtmaya yettiğini gösteren örnekler sıralıyor: “Her iki taraftaki generaller, vicdandan yoksun kalmışçasına, alt rütbeli subayları ve diğer rütbelerdeki askerleri milyonlar halinde kıyma makinesine sürerek neredeyse bütün bir genç kuşağı bedenen ya da zihnen yok etti. Askeri isyanlar, Rusya’da çarlık rejiminin çöküşü, kıyımın çapı, çarpışmanın beyhude oluşu, kısacası hiçbir şey, politikacıları sarsacak gibi değildi. Uygarlığın yok olmaması için delilik sürmeliydi. Oysa tam da yok oluşun eşiğine geldi.” Bu tarihlerden sonra, gerek “toplumsal düzeni” gerek kapatıldığı merkezin rutinini bozanlara etkili “tedaviler” (elektroşok, lobotomi vb.) uygulanırken bunların alternatifi olarak ise Freud’la özdeşleşen psikanaliz ve yirminci yüzyılın son çeyreğiyle yaygınlaşan ilaç tedavisi gösterilmeye başlandı. Scull, deliliğin nöropatolojik nedenlerinin açığa çıkmasını, Godot’yu bekler gibi beklediğimizi söylüyor. Bunda beyni, toplum dışı ya da toplum öncesi bir organ gibi saymamamız gerektiği düşüncesi etkili. İnsanın gelişiminin kusursuz işlemediğini göz önüne alan Scull, deliliğin köklerinin biyolojik ve sosyal yaşamın bulanıklığında aranma zorunluluğunu vurguluyor. Tam da bunlardan dolayı, “delilik hâlâ temel bir bilmecedir, akla karşı bir serzeniştir, bizzat uygarlığın kaçınılmaz bir parçasıdır” diyor. Dünya ve insanoğlu, yeni deliliklere hazırlanırken Scull, gündeme getirdiği yakın ve uzak geçmişin örneklerinden ve “şifa” niyetiyle ortaya konan uygulamalardan kimi hisseler çıkarmamız için bir kapı aralıyor. n Uygarlık ve Delilik/ Andrew Scull/ Çeviren: Nurettin Elhüseyni/ Yapı Kredi Yayınları/ 378 s. KItap 13 Ekim 2016 21
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear