22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

Y ir kitaplık, canlı bir varlık gibidir. Durmadan solup alıp verir, serpilip boy atar, sürekli büyür. Bir süre sonra evin içinde baş edilmez bir yaratığa dönüşür. Başlarsın kitapları dostlarına, okullara, derneklere dağıtmaya. Evin içinde yer açarsın kendine. Ne ki, gelen kitaplarla, yeni aldığın kitaplarla yeniden dolmaya başlar raflar, yerler. Pek çok yazar, kitapları, insanlara benzetmiştir. Bu konuda en sevdiğim sözlerden biri de, Paul Valéry’den gelmiştir: “Kitaplarla insanların düşmanları aynıdır: yangın, rutubet, hayvanlar ve zaman; bir de kendi içindekiler…” Neyse ki, oturduğum hiçbir evde yangın çıkmadı şimdiye kadar. Rutubetin, kimi evlerde, kitapların da, benim de belimizi büktüğü oldu. Hayvanlara gelince, kedilerim az kitabın sayfalarını parçalamadı. Zaman, bendenizi yaşlandırmayı becerdiyse de, en azından bazı kitapları eskitmeyi başaramadı. Ama en önemlisi, “kendi içindekiler”di kuşkusuz. Yıpratan, epriten, örseleyen, eskiten, kimileyin yok etmeye kadar varan… Bir yandan da, yenileyen, güçlü kılan, ayakta tutan… Yıllardır çeviri yapıyor olmaktan gelen bir mesleki bozunum olsa gerek. Çevirmekte olduğum kitabın okunmasını gerektirdiği kitapları, kaynakları okumaktan her zaman büyük zevk almışımdır. Aslında, çevirdiğin metinde gönderme yapılan ya da alıntılanan bir kitabın belirli bir yerine bakman yeterlidir. Ama o belirli yere bakayım derken, bir de bakarsın kitabın tamamını okuyuvermişsin. Çeviriyi sana veren yayınevindeki editör de merak eder durur, bu adam bu çeviriyi neden hâlâ bitirmedi diye… Şu sıralar, yine bir çeviri var elimde; oysa ben, çevirdiğim kitabı çevreleyen kitaplara dalıp duruyorum. Ama bir yandan da, yeni çıkan pek çok okunası kitap gelip duruyor. Bu hafta, onlar arasında küçük bir gezintiye çıkayım dedim. Dilerseniz, birlikte karıştıralım sayfalarını… “YIKINTILAR ARASINDA” “Ne bu anlatılanlar, ne o küller içinde debelenen Ermeniler, ne dehşetin sarhoşluğunu üzerinden atamamış, gözlerinde acı ve şaşkınlık okunan yetimler, ne de kayıplarının acısıyla kıvranan dullar… Bunların hiçbiri yetmez o cehennem günlerinde Adana’da yaşananların karanlık ve gerçek derinliğini tam olarak kavramamıza…” Bu satırlar, Zabel Yesayan’ın, kısa bir süre önce Aras Yayıncılık’tan çıkan S A Y F A 6 n 20 MART eryüzü Kitaplığı CELÂL ÜSTER celaluster@cumhuriyet.com.tr Gökten üç kitap düşmüş... B Zabel Yesayan “Yıkıntılar Arasında” adlı kitabından. 24 Nisan 1915’te, Ermeni aydınların çıkarıldığı ölüm yolculuğundan bir hastanede saklanarak kurtulan Yesayan, daha 1909 Nisanı’nda Adana’da yaşanan kıyımın ardından İstanbul Ermeni Patrikhanesi’nin bölgeye yolladığı yardım heyetindeymiş. “Yıkıntılar Arasında”, Yesayan’ın, o günlerden günümüze uzanan tanıklığı. Yazarın, Adana’nın yerle bir edilmiş Ermeni mahalleleri ve köylerinde gördüklerini ve duyduklarını bize taşıyor. Bu dehşet verici anlatı, hukuk ve adaletin “yıkıntıları arasında” yaşamak zorunda bırakılan günümüz Türkiyelisini, elinden tutup, 1909 Adana’sının insanlık yıkıntılarına götürüyor. Yesayan’ın kaleminden çıkan satırları okurken, ister istemez, Berkin Elvan için yürüyen yüz binleri “nekrofiller” olarak niteleyen insan müsveddesinin sözleri düşüyor aklıma. O sözü söyleyebilen vicdansızın, kimlerin soyundan indiğini daha iyi kavrar gibi oluyorum… Hep bilinen bir şey, ama yinelemeden edemiyor insan: Geçmişin gaddarlıklarıyla hesaplaşmadan, yüzleşmeden, bugünün kıyıcılıklarının üstesinden gelmek olanaksız gibi… BİLGE KARASU’NUN ŞİİR ÇEVİRİLERİ Elime yeni geçen kitaplardan biri de, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”nın, “Gece”nin, “Ne Kitapsız Ne Kedisiz”in yazarı Bilge Karasu’nun “Şiir Çevirileri”. Araştırmacı Tunç Tayanç’ın, iki yıla yakın süren yoğun ve yorucu bir çalışmadan sonra Metis Yayınları’ndan çıkardığı kitap, Bilge Karasu’nun 1950’ler ve 1960’larda dergiler ve gazetelerde yayımlanmış çevirilerini sunuyor okuyucuya… Şiir çevirisi üstüne ahkâm kesmeyeyim burada. Edebiyatımızın dil ustalarından birinin İngilizce ve İspanyolcadan yapmış olduğu şiir çevirileri, onun yazdıklarının şiir dilindeki uzantıları olarak da değerlendirilmeli bir ölçüde. Bilge Karasu’nun çevirdikleri arasında Gustavo Adolfo Bécquer, Ezra Pound, Shakespeare, T. S. Eliot da var, ama ağırlık Lorca’da. O zaman, Lorca’dan “Gül Kasidesi”ni okuyalım: “Gülün istediği / Değildi şafak; / Dalının üstünde, ölümsüzcesine / Bir başkaydı aradığı. // Gülün istediği / Bilgi değildi, gölge değildi; / Uykuyla ten sınırında / Bir başkaydı aradığı. // Gülün istediği / Gül değildi; / Göklerde, durgun, / Bir başkaydı aradığı!” Ezra Pound da eksik kalmasın: “Toprak olmuş bu kadının gözleriyle söyleşirim. / Aşk vardı burada çünkü, söndürülmez bir susuzluk. / Burada istek vardı, öpüşlere kanmayan. / Toprak olmuş bu kadının gözleriyle söyleşirim.” Tunç Tayanç’ın, kitabın başındaki “Sunuş”unu okursanız, Bilge Karasu’nun dergilerde, gazetelerde kalmış şiir çevirilerinin ne denli titiz bir araştırma uğraşı sonucunda kitaplaştığını göreceksiniz… MEMET FUAT’TAN NASREDDİN HOCA “Bir gün Nasreddin Hoca pazarda dolaşırken, kalabalıkta kendini yitirmemek için, belinin arkasına bir kabak bağlamış. Biri de neye yaradığına akıl erdireme Memet Fuat Bilge Karasu’nun (sağda) Metis Yayınları’ndan çıkan “Şiir Çevirileri” Tunç Tayanç’ın (solda), iki yıla yakın süren yoğun ve yorucu çalışmasının ürünü. diği bu kabağı, şenlik olsun diye, usulca aşırıp aynı biçimde kendi beline bağlamış, başlamış Hoca’nın önü sıra yürümeye. Bir ara gözü adamın arkasındaki kabağa takılan Hoca: ‘Şu önde giden bizim Nasreddin,’ demiş. ‘Acaba ben kimim?’” Memet Fuat’ın derlediği “Nasreddin Hoca Fıkraları”, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nca yeniden basıldı. Memet Fuat’ın 2002 yılında yapılan ilk basım için kaleme aldığı “Nasreddin Hoca Üstüne” başlıklı yazı, Nasreddin Hoca fıkralarının nasıl anlatılması gerektiği ve farklı yazarlar ve araştırmacılar tarafından ne kadar farklı biçimlerde anlatıldığına ilişkin kapsamlı bir inceleme niteliğinde. “Kültürlerin kaynağı olan yapıtlar vardır: Destanlar, söylenceler, halk öyküleri, gezi anlatıları, Tanrı aşkını işleyen şiirler,” diyor Memet Fuat. “Bunları sıralarken, önemsizmiş gibi görünen gülmece fıkralarını, gülüp geçilen öykücükleri de unutmamak gerekir… Kendimizi düşünerek adlandırırsak şöyle diyebiliriz: Yunus, Mevlana, Evliya Çelebi nasıl Anadolu kültürünün temel taşlarıysa, Nasreddin Hoca da öyledir. Bilginler bunu çok iyi bilirler, çeşitli kültürlerin kaynaklarını araştırırken fıkralara, halkların gülmek için anlattığı, çoğalttığı öykücüklere büyük önem verirler. Bizde de halkbilimi uzmanları örnekse Nasreddin Hoca’yı özel bir önemle ele almışlardır…” “Folklor araştırmacılarımızın en büyüğü” Pertev Naili Boratav’ın “bu halk bilgesi üstüne nerdeyse bir ömür boyu çalıştığını, ortaya dev bir yapıt çıkardığını” vurgulayan Memet Fuat, sonra da, Orhan Veli’den Aziz Nesin’e farklı ozan ve yazarlarımızın Nasreddin Hoca fıkralarını ne denli farklı biçemlerle aktardıklarını örnekliyor. Kendi derlemesinde ise fıkraları günümüz Türkçesine aktarırken, son derece yalın ve tutumlu bir anlatım tutturmaya özen gösteriyor. Dilerseniz, en kısasından bir fıkrayla bağlayalım sayfayı: “Bir gün Nasreddin Hoca’nın peynirini çalmışlar. Doğru gidip çeşmenin başına oturmuş. ‘Hoca! Niye gelip buraya oturdun?’ diye sormuşlar. ‘Peyniri yiyen nasıl olsa suya gelir!’ demiş.” n K İ T A P S A Y I 1257 2014 C U M H U R İ Y E T
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear