Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Faruk Duman’dan ‘Baykuş Virane Sever’ K İ T A P T A N Baykuş, pervaz ve köprüler... Faruk Duman, yeni öykülerini Baykuş Virane Sever‘de bir araya getirdi. Yunus Emre’nin bir dizesinden alınan bu başlıkta toplanan sekiz öykü, baykuşun uğursuzluğu dolayısıyla, kötü niyetli kimselerin yıkımdan, yok oluştan hoşlandığını ve medet umduğunu anlatır. Duman, Baykuş Virane Sever’deki öykülerin çoğunu ortak karakterler aracılığıyla birbirine bağlıyor. ? Serra TOPRAK öprü olmak ne zor ve hüzünlü bir iştir… Bir yerde sağlamca durup yükselmesinin sebebi birleştirmek olsa da o aslında bir ayrılığın üzerine inşa edilmiştir. Biz bakınca birbirine kavuşmuş iki toprak parçası görürüz, bir başkası bakıp “Ne derin bir ayrılık…” der. Faruk Duman’ın yeni öykülerini toplayan Baykuş Virane Sever adlı kitabı okuyunca aklıma önce bunlar düştü. Karın, soğuğun, morarmış ve ovuşturularak derdine çare arayan çatlak ellerin, rüyaların, kostümlerin, eriyen gelinlerin ve hatta John Steinbeck’in karıştığı öyküler, sanırsınız ki ustalaşmış bir hayal efendisinin ürünleri… Halbuki “Doğu” deyip ötelediğimiz, gerçeklerini masal sandığımız coğrafya bu ülkenin diğer yarısıdır! Bazen yazar olmak ne zor ve hüzünlü bir iştir… Biz ona bakınca, İstanbul’dan boynunu uzatıp Kars’taki karın kokusunu giyinmiş, köprüler kadar güçlü birini görürüz, o dönüp bize bakınca “Ne derin bir ayrılık…” deyip iç geçirmektedir belki de, kim bilir? “Karanlıkta kaldığı için pek dikkat çekmeyen bu kapının üstünde koca harflerle KÜTÜPHANE yazıyordu…” Demiryolu lojmanları, bütün bir ömrü çalışarak geçirdikten sonra elinde sadece sağlam bir borç listesi kalan baba, her şeyi duyup görerek ortada dolanan ve fakat bilmezlikten gelmenin nefes almaya devam etmek olduğunu sezmiş anne… Bir de maceraperest iki çocuk! Faruk Duman’ın kitaptaki ilk öyküsü, darbenin sillesinden kaçarken evlerine sığınmış Cemal Dayı’nın çocuklara sindirdiği kitap aşkıyla başlıyor. John Steinbeck’in İnci adlı romanından bölümler okuyan Cemal, tahmin edilemeyecek bir şekilde büyülüyor yeğenlerini ve hayatlarını kaplayan beyaz, soğuk perdeyi aralamaya itiyor onları… Duman’ın külliyatına hâkim olanlar bilir, doğa ve insan sevgisinin berraklaşarak aktığı bu yapıtların tadına doyulmayan bir yanı daha vardır: “Uzaklar”ın günlük hayatıSAYFA 4 ? 28 MART Geçit ile, bir istasyona gidiyor. Küçük kardeşlerini –on yaşlarında görünüyor– karşılayacaklar. Çocuğun nereden geldiğini bilmiyorum. Bu beni ilgilendirmez. Ama kahraman o değil. Asıl kahraman, onun kendisinden üç ya da dört yaş büyük kardeşi. İkisi de erkek. Bir kız kardeşleri, bir de ana babaları var. Her neyse. Çocuğu karşılıyorlar. Eve dönecekler. İstasyonun arkasındaki anayolda arabaları onları bekliyor. Ancak oraya gitmek için rayların altındaki altgeçidi kullanmaları gerekiyor. Geçide inmenin iki yolu var. Birincisi, ailenin istasyona gelirken kullandığı yol; yeni tamamlanmış, pırıl pırıl bir asansör. İkincisi ise terk edilmiş, kapatılmış tozlu bir merdiven. Erkek kardeşler bu merdivene heves ederek, biz buradan gideceğiz, diyorlar. BİZ MERDİVENİ KULLANACAĞIZ. Engel şeridini aşarak basamakları inmeye başlıyorlar. Ama merdiven çok dik ve dipsiz. Ortada kalakalıyorlar. Yukarı çıkamazlar, çünkü geldikleri yer artık küçük bir ışık parçası olarak görünüyor. Aşağı inemezler, çünkü hem korkuyorlar, hem basacak yer bulamıyorlar artık. Ama bu korkunç durum çok sürmüyor. Aşağıdan ailelerinin sesini duyunca, bir cesaret, sanırsın bir dağ tırmanışı; tutuna tutuna iniyorlar. Kucaklaşıyorlar, aşağıdakilerle. Yine de iş burada bitmiyor. Altgeçit karanlık. Az önce geçtikleri bu yer sanki yüz yıldır kimsesiz. Sonsuzca yürüyorlar. Yeraltı ürkütücü. Neyse ki sonunda çıkış basamaklarını buluyorlar ama merdiven onları istasyona değil, eski, ahşap bir kapıya çıkarıyor. Kahramanımız kapıyı açarak dışarıya çıkıyor. Çıkınca, hemen orada, “Kurtarın beni!” diye bağıran bir adam görüyor. Adam bir şeyin sırtında, bu bir köpek olabilir; daha büyük bir şey değil. Ve hayvan, kahramanımız kapıyı açtığında oradan bir anlığına geçiyor. Geçince çocuk hayvanın peşine düşüyor. Öbürleri ona engel olmak, bir an önce evlerine gitmek istiyorlar. Hayvanı takip eden çocuklarını takip ediyorlar. Hem, yetişiyorlar da ona. Çocuk, üzgün. Hayvanı yakalayamamış. Sırtındaki zavallı adamı da. Kulaklarını dikmiş, boşluğa bir kurt gibi bakıyor. Göğsü inip kalkıyor. Ciğerlerinde ve midesinde bir yanma var. Çevrelerine baktıkları zaman akılları başlarına geliyor: Devasa bir ormanın içindeler. Gidip buraya girdikleri o kapıyı bulmak istiyorlar. Böylece belki istasyona dönebilirler. Ama kapı artık yok. Ağaçlardan yılanlar sarkıyor.” (Baykuş Virane Sever, “Rüyalı Üç Öykü” adlı bölümden…) ? “A K nı, yabancı olduğumuz alışkanlıkları masal gibi dokuyarak anlatır yazar. Çok basit bir yöresel inanış bile büyüleyici gelir birden: “Kasaba kar altındaydı. Öyleydi ki, halk böyle gecelerde yağ lambalarını yakmanın uğursuzluk getireceğine inanırdı geceyi yalnızca kar aydınlatıyordu. Sanırsın ay yere inmiş. Fakat çok uzun sürmedi; önce durup durup tozan hava birden işi inada bindirdi ve sürekli, korkunç bir rüzgâr başladı…” Hiç gitmemiş bile olsanız, hayal etmek ve anlamak ne kadar kolay değil mi? BAYKUŞUN KANATLARINI DOLDURAN RÜZGÂR DEĞİL! Eleştirmen Semih Gümüş’ün de sıkça söylediği gibi “Kendine özgü yazınsal bir dünya kurar Faruk Duman”. Dünyanın kuralları sadece yaratıcı tarafından belirlenmiştir. Diğer dünyaların yönetimine göz ucuyla bile bakmaz. Onun için “nokta koymanın zamanı” gelmişse, cümle noktalanır. Okurken, “Ama cümle devam ediyordu?” diyebilirsiniz, fark etmez. Nokta, orada olması gerektiği için oradadır. Ve böylece tembel aklımızı çalıştırmak zorunda kalırız, bir öğretmen disipliniyle bizden bunu beklemez, isteyen yapabilir ancak. Kahramanımız orada korktuğu için mi yoksa boğazına oturan yumru yüzünden mi böldü ve noktaladı cümlesini, bilinmez. Bu sorunun cevabı her okur için çoğalarak değişir, durur. Rüyalar da gerçekler kadar gerçektir bazen… Sayfaya doğru yavaşça süzülüp, eriyip, kitabın sayfalarına karıştığınızda çözer ya da belki çözebilirsiniz. Bazen de en beklenmedik yerde her şey en gerçek ve en çıplak haliyle, şamar gibi tek bir cümleyle beliriverir: “Çoğumuz cenaze acemisi oluruz. Genç yaşta ölüm görenlere ne mutlu; sonra, yaş ilerledikçe insanın bir cenazenin, herhangi bir ölümün altından kalkması çok zor oluyor.” Ve hatta durduk yere siz daha küçük bir çocukken ölen büyük dedeniz düşer aklınıza, çocukken anlamadığınız ve gülümseyip geçiştirdiğiniz o son sorusu bir anlam kazanır: “… Bir ara abim boşluğa baktı, neden sonra annemi görmek geldi aklına. Korkunç, ıstıraplı hastalıktan habersiz, kalkıp yata2013 ğın başına gitti. Annem, sevindi onu görünce. Alnı kızararak. Sanki abimin sesi bir teneke baldan geliyor. –Ne güzel olmuşsun, dedi. Erik ağaçları hakkında bir şey sordu. Sorunca yaşlar süzüldü abimin gözünden. Neden bilmem; insan erik ağaçlarının nasıl olduğunu sorduğu zaman artık ölüme mi yaklaşmıştır?” Bana kalırsa evet, sadece sekiz yaşındayken bunun ağlanacak bir şey olduğundan haberdar değildim. Büyük dedem bana komik gelen o soruyu sorduktan sonra bir sabah daha görmedi. “… ŞAHİNLER PERVAZ İLE!” Kitaba adını veren dize böyle bitiyor: “Baykuş virane sever, şahinler pervaz ile…” Yunus Emre’nin bu sözcükleri karaladığı günden bugüne değişen bir şey yok, şahinin dileği gerçekleşecek gibi değil… Yıkıntılar üzerine kurulu bir panayır gibi yaşıyoruz. Kimi yıkıntıya gömülü, kimi sadece renkli, parıldayan, uçuşan nesnelere dikkat kesiliyor başını doğrultarak… Faruk Duman’ın yeni öyküleri de bu değişmeyen temel üzerinde yükseliyor. Mutluluk, mutsuzluğun üzerinde parıldayan, dikkat ederseniz görebileceğiniz detaylar haline geliyor. Öykülerden bazıları, ortak karakterlerin farklı dönemlerini anlatırken, geri plandaki karlı, soğuk iklim hep aynı kalıyor. “Karlı, soğuk iklim” tanımlamasını muğlak ve alışıldık bir kalıp olarak bilenler için yazarın anlatım tekniği iç ferahlatıcı: Onun anlattığı kitabı okurken bahsedilen sobayı kıvılcımlarına dek hayal edebilir, sıcağın yüzünüze vurduğunu hissedersiniz. Bahsedilen iklimi deneyimleme şansı sunar size. Bugüne dek karlı, zorlu bir orman görmemişseniz, bu öyküler iyi başlangıç olacaktır veya çörekotu kokan bir teyzenin hayat dolu gülüşüne şahit olmamış, onu misafir etmeyi güzel şeyler yemekle bütünleştiren çocuksu mutluluğa hiç erişmemişseniz… Tarif etmektense küçük bir öykü hediye etmek bazen en güzeli… Özetleyerek bitiremeyeceğiniz kadar kıymetli şeyler keşfetmiş olabilirsiniz çünkü... ? Baykuş Virane Sever/ Faruk Duman/ Can Yayınları/ 112 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1206