Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Paul N. Siegel'den “Dünya Dinleri ve İktidar” Ezilenlerin bakış açısından din ve iktidar Paul N. Siegel’in kaleme aldığı “Dünya Dinleri ve İktidar”, yalnız zengin içeriğiyle değil, ülkemizdeki dinci gerici dalganın akıl ve kavram karmaşası yarattığı bir dönemde, dinlere belli bir mesafeden bakmaya hizmet eden niteliğiyle de öne çıkıyor. r Haluk YURTSEVER arksist edebiyat eleştirmeni Paul N. Siegel’in Dünya Dinleri ve İktidar kitabı Musevilik, Hıristiyanlık, İslam, Budizm, Hinduizm gibi yaygın dünya dinlerini, doğuş zamanları/ koşulları, toplumsal kökenleri, oluşum ve gelişimlerindeki toplumsal/ siyasal işlevleriyle inceleyen ansiklopedik, aynı zamanda analitik bir çalışma. MATERYALİST SORULAR Siegel, aydınlanma dönemi Fransız materyalistlerinin dine bakışını özetlerken din karşısındaki materyalist önerme ve soruları anımsatıyor. Fransız materyalizminin ateizme ulaşan temsilcilerinden Baron D’Holbach’tan yaptığı şu aktarma bu cinsten: “Diyorsunuz ki doğa bir Tanrı olmaksızın hiçbir şekilde açıklanamaz. Bu demektir ki, çok az anlayabildiğiniz bir şeyi açıklamak için hiç anlamadığınız bir ilk nedene ihtiyaç duyuyorsunuz. İnsanoğlunun cehaletinin reçetesi, bilinmeyenleri Tanrı’ya yormak değil, doğanın kanunlarını keşfetmeye çalışmaktı” (s. 41). Siegel kendi argümanlarını da peş peşe sıralıyor: “İlahiyatçılar, İlk Neden’e ek olarak iki temel iddiada daha bulunurlar: Tasarım ve evrensel uyum. Onlara göre, evren öyle harikulade düzenlenmiştir ki, onun bir amaçla yaratıldığını varsaymak zorundayız. Holbach buna şu şekilde yanıt verir: Bir varlık için düzen olan şey, bir diğeri için düzensizliktir. Düzen ve amaç insan dışı bir evren için anlamsız, insan ürünü kavramlardır” (s. 45). “Eğer kadiri mutlak bir Tanrı’ya inanıyorsak, mantıksal olarak, evrendeki kötülüklerden de onu sorumlu tutmalıyız” (s. 48). “Eğer tanrı bu dünyadaki adaletsizliği öte dünyada düzeltebiliyorsa, bu dünyada kadiri mutlak değildir” (s. 51). MARKSİZMİN DİNE BAKIŞI Marksizm, dini hem bir sosyolojik olgu hem de bir ideoloji, “yanlış bilinç” olarak görür. Vahşilikten barbarlığa geçiş aşamasında belli toplumsal koşul ve nedenlerin ürünü olarak doğan din, başından itibaren, “toplum” olarak yaşamayı olanaklı S A Y F A 1 4 n 2 6 M kılan bir işlev görmüştür. Öte yandan, dinin kaynağında, vahşi insanın açıklayamadığı doğa olayları karşısındaki dehşet ve korku vardır ve din “büyü” öğelerini her zaman içinde taşımıştır. Siegel, herkesin Marx’ın “din halkın afyonudur” dediğini bildiğini ama bu aforizmanın Marx ve Engels’in dinin kökenlerini ve süregelen varlığını açıklamaya dönük kapsamlı eleştirilerini gölgede bıraktığını söylerken son derece önemli bir noktanın altını çizmektedir. Gerçekten de, insan için dinin ne olduğu, hangi gereksinmeye karşılık geldiği sorusunun yanıtını Marx, tam da o çok bilinen cümlenin geçtiği yerde, “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi”nde şöyle vermişti: “Din, gerçekte kendisini henüz bulamamış ya da kazanıp kaybetmiş insanın özsaygısı ve özbilincidir. Ama ‘insan’, dünyanın dışında sürüklenip duran soyut bir varlık değildir. ‘İnsan’, insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum tersine dönmüş bir dünyanın tersine dönmüş bilinci olan dini yaratır. Din bu dünyanın genel teorisidir, onun ansiklopedik özeti, popüler mantığı, manevi onuru, heyecanı, ahlaki yaptırımıdır. Din bu dünyanın mazeret ve tesellisinin evrensel temelidir. Din, insani öz sahici bir gerçeklik kazanamadığı için, insani özün fantastik (hayali) biçimde gerçekleşmesidir. Bu nedenle, dine karşı mücadele dolaylı olarak ruhsal aroması din olan dünyaya karşı mücadeledir. Dinsel acı çekmek, aynı zamanda hem gerçek acı çekmenin anlatımı, hem de gerçek acı çekmeye karşı bir protestodur. Din, baskı altındaki yaratığın umutsuz soluğu, kalpsiz bir dünyanın kalbidir, ruhsuz koşulların ruhudur. Din halkın afyonudur.” Bu durumda, Marx’a ve Marksizme göre yapılması gereken, çaresiz insanın elindeki acı dindirici afyonu, yani dini almak değil, “tersine dönmüş dünyayı” tersine çevirerek gerçek nedenleriyle birlikte bu aldatıcı “mutluluk ihtiyacı”nı ortadan kaldırmaktır. DİNLERİN TARİHİ: İSYANDAN DÜZENE HİZMETE “Dünya Dinleri ve İktidar” kitabında Batı’nın ve Doğu’nun, bugün de yaygın kadim dinlerinin ne zaman, nerede, hangi tarihsel koşullarda, nasıl ortaya çıktıklarının, nasıl gelişip dönüştükle2 0 1 3 rinin, birbirlerinden nasıl etkilendiklerinin öyküsü anlatılmış. Bu öykü, her yeni dinde, statükoya karşı çıkan her yeni mezhepte ezilenlerin özlem ve istemlerinin dile getirildiğini, ancak sonraki evrimin egemen sınıflarla işbirliği yönünde geliştiğini gösteriyor. O kadar ki Siegel, üçüncü yüzyıl sonlarında Hıristiyanlıkla mücadele eden Roma İmparatorluğu valisi Hierokles’in İsa’yı dokuz yüz destekçisi olan bir “çete lideri” olarak tanımladığını aktarıyor” (s.134). Kitapta, ilk Hıristiyanların, ağırlıklı olarak, antik dönem kent proletaryasına mensup olduğu, kilisenin, üst sınıflardan ilk mensuplarını ancak ikinci yüzyılda kazandığı anlatılıyor. Siegel, İsa’nın bir bakireden doğduğuna sadece Luka’nın en başında, İsa’nın doğumunun önceden bildirilmesi bölümünde değinildiğini, sonrasında Yusuf’tan sürekli İsa’nın babası olarak söz edildiğini, İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunun büyük olasılıkla İncil’e sonradan eklendiğini yazıyor (s.133). Özellikle Batı Avrupa deneyimi, “devrimci” döneminde seküler bir ideoloji uğruna dini terk eden burjuvazinin, on dokuzuncu yüzyılda yeniden dine döndüğünü gösteriyor” (s. 70). ABD’de bu dönüş daha da hızlı oluyor. Başından itibaren milliyetçi bir rol oynayan din, bir ulusun inşasını ifade eden Amerikan Devrimi boyunca paradoksal biçimde etkisizleşiyor. Örneğin, 1796’da ABD ile Trablus arasında imzalanan antlaşmada “Amerika Birleşik Devletleri hükümeti, hiçbir anlamda Hıristiyan dinine dayanmadığından … dini fikirlerden türeyecek herhangi bir gerekçe, iki ülke arasındaki uyumun bozulmasına neden olamaz” (198) denilmişken birkaç yıl sonra günümüzün ‘Allahsız komünizm’ söylemlerine benzer biçimde, radikal cumhuriyetçiliğe ve Jakoben Fransa’dan ithal edildiği iddia edilen ‘kâfir’liğe karşı savaş açılabiliyordu” (s.198). Kitapta, Brahmanizm, Budizm ve Hinduizmin kökenleri, oluşum koşulları, geçirdikleri dönüşüm ve etkileşimler ayrıntılı biçimde anlatılıyor. Hindistan’ın toplumsal yapısını biçimlendiren ve kendinden sonra gelen Budizmi ve Hinduizmi de derinden etkileyen din, rahipler kastının mutlak egemenliğine dayanan Brahmanizmdi. Budizm, Brahmanizmin birçok özelliğini korumuş ve o da, Hinduizmi birçok açıdan etkilemiştir. “Hindistan’da üretim düzeyi düşük, mesleki uzmanlaşma nispeten az olduğundan ve ırksal ayrıcalıkları korumak arzusundan dolayı, kişinin ait olduğu kast, kendi soyundan geçmeye ve bu sistem dinsel öğretide merkezi bir yer tutmaya başladı. Mesleki uzmanlaşma arttıkça ve giderek daha fazla kabile topluma dahil oldukça, altkastlar ortaya çıktı ve sayıları binlere ulaştı” (s. 241). “Kast sisteminin pekiştiricilerinden biri de, ruhların göçü öğretisiydi… Ruhların göçü öğretisine göre birinin ölümünden sonra ruhu, doğan başka birinin bedenine geçer. Ruhun kimin bedenine geçeceği, ölen kişinin önceki hayatındaki ameline bağlıdır. Her kastın gözetmesi gereken bir davranış yasası vardır. …Temel davranış yasası itaattir” (s. 242). Yaşam pratiğindeki “orta yol” söylemine rağmen, Budizm özünde bir kurtuluş öğretisiydi. İlk yıllarında, evreni yaratan, ödül ve ceza dağıtan bir Tanrı’nın varlığını reddeden, büyük ölçüde materyalist bir felsefeydi. Sonraki yıllarda, kast sistemince özümsenmiş pek çok kabile inancını da kapsayıp yozlaşarak bir düzen “din”ine dönüştü. Dünya Dinleri ve İktidar’da , toplumsal kökenleriyle, kabile ahlakının, eski Arap dinlerinin izleriyle, Yahudilik ve Hıristiyanlığın üzerindeki etkileriyle İslamın oluşumu, yayılışı, İslam uygarlığı, İslam uygarlığının gelişmesi ve doruğu, gerilemesi, İslam ve modernleşme başlıklarında da yoğun bilgi var. Siegel, İslam modernleşmesini çözümlerken şunları yazıyor: “Yeni Müslüman devletlerin kurucuları, ya Müslüman modernistler ya da İslamın kimi biçimsel özelliklerini kendi siyasal amaçları için kullanan sekülaristlerdi . Türkiye’de Atatürk, Pakistan’da Cinnah, Endonezya’da Sukarno, Mısır’da Nasır ve Tunus’ta Burgiba bu isimler arasındaydı. ‘Yukarıdan yarıdevrimler’ ya da en azından kimi reformlar gerçekleştirmeyi başardılar.” (316) Bana, “yukarıdan yarıdevrimler” kavramı, Türkiye deneyimi üzerinde düşünürken başvurulabilecek, kullanılabilecek bir kavram gibi geldi. Dünya Dinleri ve İktidar, yalnız zengin içeriğiyle değil, ülkemizdeki dinci gerici dalganın akıl ve kavram karmaşası yarattığı bir dönemde, dinlere belli bir mesafeden bakmaya hizmet eden niteliğiyle de okunması gereken bir kitap. n Dünya Dinleri ve İktidar/ Paul N. Siegel/ Çeviren: Selin Dingiloğlu/ Yordam Kitap/ 352 s. K İ T A P S A Y I 1245 A R A L I K C U M H U R İ Y E T