Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
K alide Edip Adıvar, “İstiklal Savaşı Hatıraları” olarak kaleme aldığı Türk’ün Ateşle İmtihanı’na (Can, 2008) girerken şöyle diyor: “…[B]u hatıralar asıl, bütün bir memleketin, üç yıl sonunda İzmir’e nasıl önüne geçilmez bir sel gibi beraberce aktığını gösterir.” Demek ki 9 Eylül bir “tarihsel zor”un gücü olarak da bilinmek durumunda… Can alıcı belgelerin işlenerek kaleme alındığı bu söz konusu döneme değgin, bir Bilge Umar yapıtı üzerinde durmuştum geçmişteki 9 Eylül yazılarımın birinde: İzmir’de Yunanlıların Son Günleri (Bilgi, 1974) 9 Eylül’ün bu haftasında ise Gülseren Engin’in Birinci Dünya Savaşı sonrası günlerinden başlatıp ünlü Maşatlık mitingiyle sona erdirdiği bir İzmir romanıyla birlikte olalım istiyorum bu kez: Ağlama Smyrna, Döneceğim (Remzi, 2012) Engin’in bu yapıtına geçmeden önce yine Bilge Umar imzalı Börklüce (İnkılap, 2003) adlı romana değinerek çok daha önceki yüzyıllardan kalan, artık bir ölçüde gelenekselleştiği düşünülebilecek Karaburun kökenli bir başka İzmir yiğitliğine de vurgu yapabiliriz… Roman sanatının, okurla iletişim kurma bağlamında bir yol olarak alındığını gösteren, aktarılması gereği duyulan bilgilerin, yük olmadan zevkli bir etkinlik halinde okurca anlaşılmasını sağlamak amacıyla yapılandırıldığını ele veren kimi kitaplarla karşılaşıyoruz. Bu doğrultuda, diyelim bir kol Nihal Atsız’la başlayan giderek tam anlamıyla sığlaşıp takır tukur hale gelen romanlar üretirken öteki kol, devrimci gelenekle kurduğu sıkı bağlarını da koruyarak, geçmişten günümüze bu yönde işlek kitaplar koyabiliyor ortaya. Sözgelimi Halikarnas Balıkçısı, Kemal Tahir, Hasan İzzettin Dinamo, Samim Kocagöz, Kerim Korcan, Attilâ İlhan, Erol Toy vb. yazarlarımız bu yönde örnek gösterilebilir sanıyorum. Son yıllarda Ayşe Kulin’den başlayarak ünlü pek çok yazarın da bu işe soyunduğu gözlenebiliyor zaten. İşte Börklüce, Bilge Umar’ın söz konusu bu yazarların ardılı konumunda kaleme getirdiği bir roman örneği olarak alınabilir pekâlâ. KENTLERDEN YANSIYAN BİLİNÇ... Börklüce romanı, 1415 Nisanında Urla kıyısında denize karşı çimen üzerine bağdaş kurmuş üç adamın konuşmalarıyla başlıyor: Börklüce Mustafa, Torlak Kemal, Şeyh Bedrettin’in dayısı Abdal İsa… Konu, yaklaşan kıyamdır. Karaburun, bu kalkışmanın tarihe kazınacak coğrafyası olacaktır. Torlak Kemal, şöyle der bu söyleşide: “Bizim maksudumuz, huruc ve kıyam ile zâlim Osmanlıyı saltanattan devirmek; erenler sulSAYFA 16 ? 6 EYLÜL itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com Güzel İzmir’deki o tarihsel baş eğmezlik... H tanı şeyhimizi taht’a geçirip, kimsenin kimseyi ezmediği ve elimizin uzanabildiği bütün dünya nimetlerinin kardaşça, hakça bölüşüldüğü bir nizam kurmaktır. / Kardaşça, hakça bölüşme, ancak ve ancak malı mülkü ve akçayı ortaklaşa sahiplenmekle, ortaklaşa kullanıp harcamakla mümkün olur.” (19) Bilge Umar şu satırları ekleyecektir anlatıcı yazar olarak buna: “İşte Osmanlıya kök söktüren ayaklanmanın fitili böyle tutuşturuldu; bir buyrukla, bir komutla değil, ıskara balık yenen bir kardaş sofrasında başlatılan çağrı ile. Çünkü Bedreddinciler, tıpkı Spartacus’u önder edinerek özgürlük savaşımına girip Roma’yı zangır zangır sallayanlar, Baba İshak’ı önder edinerek Selçuklunun tozunu atanlar gibiydi: İçlerinde rütbe, makam, sıfat ayrılığı olmayan… (…), ortak amaç uğruna düşmanla vuruşan eşit konumda yoldaşların, can kardaşlarının oluşturduğu bir savaşçılar topluluğu.” (33, 34) Gülseren Engin’in romanı bu tarihten tamı tamına beş yüz yıl sonra, 23 Şubat 1914’te yine aynı yörede, Urla kıyılarında Kösten Adasında (Uzun Ada) balıkçı Bedros’la açılıyor. Birinci Dünya Savaşı galiplerinden İngilizler, Savaş gemileriyle İzmir Körfezinin önüne gelmişlerdir. Bedros bu toprakların, denizlerin insanıdır. Yurtseverlikten beslenen duyguyla saldırgan İngilizlere karşı çıkacak, bu yüzden de İzmirlinin yanında yer alıp onun direncine, direnişine katılacaktır. Bu çerçevede roman, yarım bin yıl sonra bir açıdan yeni bir kıyamla yüz yüze getirir bizi. Çünkü İzmirli, emperyalist saldırısına karşı beş yıl içinde Maşatlık’ta “yakılan çoban ateşleri”yle adeta “isyan ateşi”ni tutuşturmuştur. Ayağa kalkmanın yeni bir provasıdır bu. O halde süreç, kaçınılmaz biçimde 9 Eylül’e çağrı çıkarıyordur… Bilge Umar’ın dillendirişiyle Börklüce cenk ederken “Körfeze yağmur çiseliyordu”r. Gülseren Engin’deki vurguyla ise “Maşatlık’ta çoban ateşleri yanıyordu”r sürekli. Yarım bin yıllık bu tarih, İzmirlinin yekvücut oluşunun, yansıttığı kentlilik bilincinin de göstergesi değil midir aynı zamanda? BİR İZMİR ROMANSI: “AĞLAMA SMYRNA”... Gülseren Engin, öykü, roman alanındaki ürünleri kadar oyunları, masalları, denemeleri, gezi, anı yazıları, kent monografileriyle de dikkati çeken bir yazar. Onun bir açıdan birbirini bütünleyen yine Remzi yayını romanları üzerinde durmuştum: Cehennemde Bir Ada (2001), Yorgun ve Yaralı (2004). Ağlama Smyrna, Döneceğim, bunlarla ilginç örtüşme gösteriyor. Tam anlamıyla böyle olmasa da aynı döneme yönelik sürekliliği, evreni, karakterleriyle, bunlardaki örtüşmeyle bir açıdan nehir roman havası yayıyor. Engin’in romanlarına değinirken, öykülerine bugüne dek yer açamamış olmaktan ötürü rahatsızlık duymuyor değilim. Remzi tarafından yayımlanan bu öykü kitaplarının adlarını anayım hiç değilse: Geç Kalan Öyküler (2002), Kurutulmuş Çiçek Bahçesi (2003). Daha önce yayımladığı öteki öykü kitapları ise şunlar: Yorgun Konak (Ekol, 1989), Kaçış Düşleri (Demet, 1994)… Görüldüğü üzere, yaklaşık çeyrek yüzyıldır kitaplarıyla varlığını duyuran bir yazarla karşı karşıyayız… Gülseren Engin, kolay okunur roman yazma kavrayışını Ağlama Smyrna, Döneceğim başlıklı bu son yapıtında da sürdürüyor. Nitekim hızlı bir giriş, art arda birbirine eklemlenen serüvenler, okuru peşinden sürüklemekte gecikmiyor. Hızlı kesmelerle kurulan, lekeler serpiştirilerek önce dağıtılan, sonra bu bağlamdaki ilmeklerle düğümler toplanarak kurulup öyle geliştirilen bir anlatıya dayanıyor roman. Ancak yapıt, yine de yoğun bir rastlantı sağanağı altında yol alıyor. Önce satır başlarıyla Smyrna’nın dramatik yaşamından kesitler aktararak bu rastlantıların izini sürelim… Smyrna, balıkçı yoksul Bedros’la Anna’nın üç çocuğundan en küçüğüdür, on üç yaşında okuma yazması olmayan çok güzel bir kızdır. İngilizlerin ilk saldırısında adadaki evleri yıkılınca aile büyük oğlun yanına İzmir’e taşınır. Yine onun aracılığıyla tütün fabrikasında kıza iş bulunur, aile, bir “aile evi”nde oda kiralayıp orada Smyrna’nın kazandığı parayla yaşamaya başlar. Ancak fabrikadaki ustabaşı Nikos, genç kıza göz koymuştur, bir fırsatını bulup tecavüz eder. Smyrna hamile kaldığını bir süre gizlese de bunun açığa çıkacağından korkarak Nikos’tan yardım ister. Onun mahalle arasında bulduğu bir yaşlı kadının “sözde” yardımı, Smyrna’nın ölümcül kanama geçirmesine neden olacak, Anna’nın kızını sahiplenişiyle konu bütün yönleriyle ortalığa dökülecektir. Sonrasında olaylar hızlı bir gelişim gösterir… Smyrna’nın kocası tarafından yabancı erkeklere satılışından sürekli dövülüşüne, anne babasının “Yılan” lakaplı eski ustabaşı, yeni çete başı Nikos tarafından öldürülüşüne tanık oluruz. Bu arada romana pek çok melodramatik öğe de eklenecek, Smyrna, yoğun biçimde “yeni bir hayat”a geçecektir. Bu yeni evrede, babasının mücadele arkadaşı Çakır Osman’ı tanıyacak, ama onun, aslında hayalinden geçirdiği bahriye yüzbaşısı olduğunu anlayacaktır. Yaşadığı onca örselenmişliğin ardından erkek modeli olarak bağlanabileceği biri gördüğü bu “insan”a güvenecek, derken bu, tutkulu bir aşka dönüşecektir. Görüldüğü üzere yazar romanını yoğun melodramatik serpintiye dayayıp ilmeklerle geliştiriyor. Yaşamda bütün bunlar olmaz değil elbette. Ne var ki bir roman, bunca rastlantıyı, melodramatik oluşumu ne ölçüde göğüsleyebilir? Romana yük olmaz mı bütün bu örgeler? Gerçeklik duygusunun dağılmasına, böylelikle romandaki inandırıcılığın zedelenip yitmesine yol açmaz mı? Gülseren Engin İZMİR’İN YİĞİTLİĞİNDEN GÜZELLİĞİNE... Bunca sözün ardından, Gülseren Engin’in böylesi romancılık anlayışını bilinçle seçtiğini söylemek de abartı sayılmamalı doğrusu. Nitekim Engin’in daha öncesinde görüldüğü üzere bir halk yazını ardıllığını benimseyip sürdürdüğü anlaşılabiliyor hemen. Demek ki genelde böyle bir biçemle, anlatımla yetinmeyi yeğlediği kesinlenebilir onun. Elbette bu da bir tür edebiyat yapma biçimi. Ancak böyle bir edebiyatta, yazar daha çok bir vazedici konumunda kalarak okur üretkenliğini, eylemliliğini, katılımcılığını görece üzerine almış, bir tanrı romancı edasıyla dizginleri elinde toplamış olmayacak mıdır? Bu ise bir tüketici okur modelinin pekişip kemikleşmesine yol açmaz mı ister istemez? Ancak her yazardan okurun alımlama beklentisini karşılayacak bir verimleme kavrayışı beklenemez. Bu, doğru bir tutum olmaz. Çünkü okuru eylemli kılabilecek yüreklendirme de yeterli görülebilir kimileyin. Bu durumda yazar, yazınsal açıdan konumunu tartmak amacıyla bunu kendini sorgulamanın ölçütü bağlamında da alabilir. Ne var ki, bu geniş yazın yelpazesinde bir halk yazarı sınıflandırması içinde kalmayı kendisi için yeterli görüp bunu kabullenmişse, bu bağlamda sorgulama da gerekmeyecektir yazar için. Ancak beri yandan Engin’in, roman karakterlerini, kendi çelişkileriyle yaratırken bu anlamda Bedros’tan Smyrna’ya, hatta ailenin öteki bireylerine, örneğin ağabeye yönelik doğru kişileştirme örnekleri verdiğini söylemek olanaklı. Sözgelimi yazar, Bedros’u yapılandırırken iyi kötü yanlarıyla, bunları çocukça davranışlarla içlidışlı yansıtırken romanın gerçektenlik duygusunu da yükseltiyor. Örneğin paraya zaafı, ikiyüzlülüğü nasıl da etli canlı hale getiriyor Bedros’u… Ayrıntılı biçimde üzerinde durduğumuz Ağlama Smyrna, Döneceğim adlı yapıt, belli ki burada bitmiyor. Adından da anlaşılabiliyor zaten bu. İster yüz yıl öncesine gidin, ister altı yüz yıl öncesine; İzmir Urla’sıyla, Karaburun’uyla, Maşatlık’ıyla hâlâ 9 Eylül’ü yaşıyor, kentliliğin, kentlilik bilinciyle kenttaşlığın dimdik örnekçesini veriyor. Gülseren Engin de Halide Edip Adıvar’ın yüzyıl önce 9 Eylül’e çıktığı gibi kendi romanının 9 Eylül’üne doğru koşarken, İzmir’den kalkarak tüm toplumumuz için, bu arada hepimiz için bir işaret fişeği çakıyor yapıtıyla. 9 Eylülünüz kutlu olsun efendim! Güzeller güzeli İzmirimiz, güzeller güzeli İzmirlimiz, Türkiyelimiz hepinize kutlu olsun efendim…? 2012 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1177