Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
K K emal Gündüzalp, Dünyanın Öyküsü’ndeki yazısında ciddi verilerle karşı karşıya getiriyor bizi. O izlenime varıyorum ki, öykü yazan ama okumayanların sayısı, öykü yazmayan ama okuyanların sayısını aşmışçasına ürperiyor sırtım bir an için… itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com Öykünün içinde, öykücülüğün dışında... Gönül Çatalcalı, Hiçbir Şeyin Beklentisi (Yom, 2006) adlı ilk öykü kitabını yayımlayalı altı yıl oluyor. Bir ilk kitap olarak Hiçbir Şeyin Beklentisi, belirgin düzey yansıtmış, yazar başarılı, güzel bir öykü kitabına imza atmıştı. Sonrasında iki öykü kitabı daha yayımladı yazar: Yedi Yeşil Fil (YYF, İlya, 2009), Güvercin Beyazı (GB, Pupa, 2011). İlk öykü kitabına değinerek düşüncelerimi paylaşmıştım “Kitaplar Adası”nda. Bu kez Çatalcalı’nın bütün öykülerine bakarak, yazarın gelişim çizgisi üzerine düşünceler üreteyim istiyorum… Gönül Çatalcalı, öykü ile yoldaşlığında her türlü serüvene açılabileceğini gösteriyor ki, ilk ağızda önemli bir veri bu… O halde yazardan çok farklı açılımlara, deneyimlere dayalı öyküler beklenebilir… Nitekim üçüncü öykü kitabı Güvercin Beyazı’nda buna dönük fazlasıyla ipucu döşüyor yazar. Gerçekten son öyküler toplamında farklı bir açılım sergilediği apaçık onun. Bu doğrultuda geleneksel yapıdaki kısa öyküler yanında kısa kısa öykülere, bu arada uyumsuz olarak nitelenebilecek yoğun soyutlayımlı deneysele açık geliştirimlere de rastlanıyor. Kısa kısa öyküleriyle deneysel çalımlarında, farklı öykü uçlarına açılımında enikonu kara anlatı egemen. Yer yer kara güldürüye giden bu damarın, aykırı gerçekçilikle kol kola girdiğine, ötesinde saçmaya vardığına da tanık oluyoruz metinlerde. Yazar, bu farklı biçimleri, biçemleri birbirinden kesin çizgilerle ayırmış değil. Bu yönde bir bölümleme de yapmamış… Bu şekilde ayrılsa mıydı yoksa ebruli hal yakışmış mı kitaba? Gönül Çatalcalı, dişil öykü evreni kurmaya çabalıyor ama bunu tüm öykülerine yayamıyor şimdilik. Örneğin “Yedi Yeşil Fil”, “Kış”, “Yarından Sonra”, “Sınırlar” (YYF), “Çürümeden”, “Bir Ceza Davası” vb. (GB) böyle örnekler. Ancak bu öykülerde bile kadınların birer “şefkat dağıtıcı” konumunda göründüklerinin de altını çizeyim. Oysa Necati Cumalı’nın Vasfiye’si gibi bir Neriman da yok değil onda: “Hepsine inat ne etek boylarımı uzatacağım ne de makyajsız çıkacağım sokağa. Kasabanın erkenden yaşlanan sünepe karılarına benzetemeyecekler beni…” (“Çürümeden”, GB, 29) İşte İzmir/Ege öykücülüğünün anlamı burada aranmalı… Yazarı görünmeseydi, yer adları geçmeseydi de bunu kaleme alanın İzmir/Ege yazarı olduğu anlaşılabilirdi herhalde… Yazar, anlatıya içirdiği suskunlukla öykü kişilerinden evrene yayılan suskunluğu hem ayırmakta hem de bunu dengeleyip yerleştirmekte usta. Öyküde koşut kurguyu da, kopyalanmış izlenimi bırakmadan yerinde, kararında kullanıyor. Belirsizlikler serpiştirip öyküde karanlık noktalar bırakmayı, bunlara dayanarak anlamlandırma örgüleri kurmayı iyi biliyor Çatalcalı. Artalan yoğunluğuyla, bunun için eksiltili, maz mı anlatı içinde? Ayrıca şişkinliğe de yol açar böylesi tutum. Örneğin “Vurgun”, “27 Numaralı Koltuk” (YYF), “Çürümeden” (GB) vb. böyle örnekler… Ayrıca öyküyü, belirlediği sona doğru kovalarken buna kilitlenen öyküler kaleme aldığı olmuyor değil yazarın. Örneğin “Apansız Gelen Yağmur” (GB) böyle bir öykü. Kişilerini, canlı bombanın meydanı dağıtacağı bir finale doğru sürüklerken, anlatısını bir laboratuvar metnine dönüştürüyor yazar. Kişilerdeki içsel konuşmaları kuşkuyla karşılıyorsunuz. Elbette her öykü laboratuvarda tamamlanır, ancak gerçektenlik duygusu göz ardı edilebilir mi hiç? Bu tür öykülerde karakterler, verili sonuca göre yapılandırıldığından öykü evrenine de bunun birer figüranı olarak yerleştiriliyor yazık ki. Oysa “Şöhret” bunun yanında gerçektenlik duygusu yüksek, içli, etkileyici bir öykü. NE İÇİNDE ÖYKÜCÜLÜĞÜN, NE DIŞINDA ÖYKÜNÜN... Gönül Çatalcalı, öykülerinde dramatik yapıya dayalı bir vuruculuğu, çarpıcılığı öncelediği izlenimi bırakıyor yer yer. Bu tür öykülerini yapılandırırken yaslandığı kavrayışla ötekilerini kurduğu mantık ayrılıyor birbirinden. Çünkü bunlarda kişiler kendi kendilerine varlar, bu nedenle öyküyü belirleyen de onlar, yazar değil. Buna bakarak Çatalcalı’nın kişilerini, 1. Kendi gerçeklikleri yönünde öykü evrenine katılanlar, 2. Yazarın belirlediği hedefe doğru kilitlenen kukla kişiler olmak üzere ikiye ayırmak olası. Bunun yanı sıra ara ara doluksamalarla da karşılaşılıyor Çatalcalı’da. Kimi öykülerdeki bu doluksamalar enikonu birer göz yaşartıcı bomba etkisi yapabiliyor. Ancak bunu bir öykü kusuru olarak görmek doğru değil. Yazarın yeğleyişi bu. Böyle olmasa, görece yüz elli yıllık öykü verimimizin bütününe sakatlanmış gözüyle bakmamız gerekirdi neredeyse. Yine de Gönül Çatalcalı, hele de “Yedi Yeşil Fil”, “Hayat Bilgisi” gibi güzel, hep sevilecek öyküler kaleme almış bir yazar olarak bunları hak ediyor değil! Çünkü onun öyküleri, kimi hatalar barındırsa da iyi örnekler… Sözgelimi “Kasaba Zamanı” (YYF), sinemacıların, kısa filmcilerin yararlanabileceği unutulmaz bir öykü. Eğer yazar, kimi öykülerini farklı bir yapılandırma temelinde kurabilseydi, kuşkusuz farklı sonuçla karşılaşırdı… Diyeceğim, Gönül Çatalcalı’nın önünde bir adımlık yol kalmış; bunu görebilse, titrekliği, tutukluğu, kararsızlığı bir yana atıp silkinse, bir sıçrayışta atsa bu adımı, tez zamanda öykücülüğümüzde önemli bir eşiği aşacağı öngörülebilir onun… Ben kendi payıma bekleyip izleyeceğim onu, bakalım nasıl karara varmış göreceğiz onu, dördüncü öykü kitabında? Yazıya yazın dünyasında sözü edilen “sistem” diyerek girmiş, her yazarın ilkönce okurluğun üstesinden gelmesi gerektiğini belirtmiştim. Ne diye yazdı bu adam bunca satırı diye soracaklara söyleyivereyim: Hem sistemden şikâyet edilip hem de sisteme dâhil olunmaya çalışılmaz. Siz önce okur olun, denize atın; balık da hâlik de bilmeyebilir, siz biliyorsunuz ya okur olduğunuzu, bu yeter! Ne demişti Füsun Akatlı: “Edebiyat niceliğe bakmaz.” ? Halk arasında “Kıyamet yaklaşıyor!” ünlemelerinin yazın dünyasına uyarlanmış biçimi bu olmalı: okumayan yazarların yazmayan okurları geçmesi… Buna göre yazın ortamında büyük değilse bile bir küçük kıyametin ağırdan yaşandığı, çığlık çığlığa üzerimize yuvarlandığı söylenebilir pekâlâ… Yazınsal açıdan bir gerçeği buysa olgunun bir başka gerçek de yayın dünyasında merkezle çevre ilişkisinde gözlenen kopukluk, birbiri karşısında sergiledikleri sırt dönmüşlük… Kimi düşünce sahipleri “sistem” olarak nitelendiriyor bu biçimlenişi. “Sistemin içinde olmak,” ya da “sistemin dışında kalmak,” biçiminde adlandırılıyor bu. Sonuçta tek tek yazar olmanın, tek tek kitabın hiçbir öneminin kalmadığı anlaşılıyor. Bunlar “sistem”in belirlemesi doğrultusunda işliyor çünkü bu görüşü öne sürenlerce. Buna göre sözgelimi siz, öykünün içinde oluyorsunuz da kendinizce, ama öykücülüğün dışında tutulabiliyorsunuz sistemce. Yazın ortamımız Kafkavari bir şatonun güdümünde mi yönetiliyor, bilemiyorum. Demek yazarlar ağzıyla kuş da tutsa, doğuştan kekeme olsa, ishalmiş gibi kitap yayımlasa veya peklik de çekse hiç mi hiç önemli değil; ipler sistemin elinde çünkü, öyle mi? Bu gelişmelere bakarak içimizdeki yazma dürtüsüyle nasıl başa çıkacağız? Diyelim dosyalarımızı hazır ettik, koltuğumuzun altına sıkıştırdık, ne yapacağız? Kendi payıma bu tür sorulara yanıt bulamıyorum bir türlü… Bu doğrultuda azımsanmayacak sayıda genç yazardan ileti alıyorum; dosyasının yayımlanabilmesi için neler yapması, ne tür ilişkiler kurarak ne gibi girişimlerde bulunması gerektiğini öğrenmeye çalışan, bu yönde öneriler bekleyen… Tek bir yanıt düşünülebilir bana göre bu olumsuzluklar karşısında: hızla okur olmalıyız! Yalnız kendi yazdıklarımızı değil, başkalarının kaleme aldıklarının da okuru olmayı başarmalıyız! Bütün bu sorunların üstesinden ancak nitelikli okur sayısı artırılarak gelinebilir çünkü. Oysa bu, tersine bir işleyiş gösteriyor. Herkes kendisinin okuru olarak kaldıkça, hadi biraz genişletelim sistemin okurluğuyla yetindikçe sistem de hükmünü sürdürecektir. Peki okur nasıl çıkarılacak? Önce siz okurlaşacaksınız yazar olarak, okuduğunuz yazar sayısı elliyi yüzü de geçmiyorsa hele… İLK ÖYKÜ KİTABIYLA BAŞLAYAN SERÜVEN... İlk Öykü Kitabıyla Başlayan Serüven… Bütün bunları neden söylüyorum; yazarlıktaki ilk kitapla sergilenen gelişim çizgisinde buna değgin veriler büyük önem taşıyor da ondan. SAYFA 22 ? 10 MAYIS Gönül Çatalcalı ve M. Sadık Aslankara... sıçrantılı anlatımla, yerli yerinde soyutlayımla, bunlarda yumuşak dönüştürümle geliyor önümüze. Böylece annesinin topuklularını giymiş kız çocuğuna benzer bir nahiflik çıkmıyor karşımıza. Çatalcalı, öykülerinin giriş bitiriş tümcelerinde sergilediği özenli tutumla da göz dolduruyor. Anlam yoğunluklu, derinlikli tümceler, Çatalcalı’nın öykü dili üzerindeki egemenliğini ele veriyor kuşkusuz. Ne ki tam olarak perdahlayıp cilalayamadığı öyküler de yok değil. O zaman dokumada tel kaçığıyla karşılaşmış gibi şaşalıyor insan… Şimdi öyküleri arasında kuşbakışı gezintiye çıkarak, yazarın öykülemede aşması gerektiğini düşündüğüm kimi yanlar üzerinde birer ikişer satırla durayım. ÖYKÜCÜLÜĞÜMÜZÜN GENİŞ OKYANUSU... Gönül Çatalcalı, bunca ustalıklı öyküler verimlerken zaman zaman aykırı duruşlar da sergiliyor. Görebildiğimce belirgin iki tutum, yazarın öykülemede enikonu tökezlemesine yol açıyor… Ancak bunun, öykülerde sürekli karşımıza çıktığı düşünülmemeli. Yazarın, ayırdına varıp şimdiye dek çözümlemiş olması beklenebilecek hataları gidermeyişine üzülmemek elde değil. İki başlık altında toplamak olası bunları… 1. Çatalcalı’yı doğrudan bir anlatımcı öykü yazarı gibi nitelemenin olanağı yok elbette. Ama arada bir de karşılaşsak bu tutumuyla, sonuçta böyle kurulan öykülerinde ister istemez bir anlatımcılık buluyoruz. Öykü kişisinin çayıyla sigarasından tutun her eyleminin aktarılışına, “yığma”, “dolgu” denilen ayrıntıların sıralanışına gerek var mı? Ne oluyor böyle öykülerde? Okur, gırtlağına binilmişçesine boğuluyor… Yazar, okuruna güvenemeyenlerde gözlendiği üzere anlam ırmağını açıklamaya girişiyor neredeyse. 2. Öykü kişileri, kendi iç sesleriyle konuşurken bakıyorsunuz sanki yazar ya da anlatıcı girivermiş araya. Ancak bu tür iç düşünce akışında, karakterin dıştan konuşma örgüsünün yaslanacağı mantık dışında bir bilinç akışı örgüsüyle hızlı sıçramalara, kırılgan kesitlere, saçma, en azından tutarsız davranış dillendirmesiyle karşılaşılmaz mı? Böyle olmadığında öykü kişilerinin iç konuşmaları, öykünmeci, şatafatlı müsamere havası yansıt 2012 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1160