24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

İsaiah Berlin’den ‘Romantikliğin Kökleri’ ‘Her şey neyse odur’ Kültür ve düşünce tarihi üzerinde köklü bir kariyer yapmış olan Letonya asıllı İsaiah Berlin (19091997), Aydınlanma karşıtı sanat öğretisi olarak gördüğü romantiklik üzerine 1965 Mart ve Nisan aylarında Washington National Gallery’de yaptığı ve Mellon konferansları olarak ünlenen konuşmalar dizisinde tarihin sınırlamalarını aşan araştırma üzerinden giriyor konuya. Konuşmaları derleyip düzenleyerek sonradan yazılı metinlere dönüştüren Henry Hardy, kitap olarak yayımlanan, dilimize de aktarılan ve Romantikliğin Kökleri adıyla yayımlanan bu metinler, Berlin’in en önemli düşünsel projelerinden birinin “ilk bedenlenmesi” olarak değerlendiriyor. ? Kaya ÖZSEZGİN ir düşünce ve yorum biçimi olarak romantik yaklaşımın, insan kimliğinde her zaman var olduğunu ve içe dönük bütün edimlerin de bu düşünceden kaynaklandığı yolunda yaygın bir görüş genellikle paylaşılır. Herbert Read ve Kenneth Clark gibi düşünürlerin işledikleri tez budur. Ancak niteliksel bireyleşme bağlamında romantik tavır, sanatı ve edebiyatı kucaklayan bir eğilim, dahası bir akım olarak döneme özgü değerler içerir. Bu yönüyle on sekizinci yüzyıldan sonra yaygınlaşan modern akımların da ilki olduğu gibi kendisinden sonra gelen bütün yenilikçi akımlara da ortam hazırlamıştır. Romantizmin ya da romantikliğin temelleri araştırıldığında birçok kaynağa gönderme yapmak gerekiyor. Bu durum, on sekizinci yüzyılın öncesine ve sonrasına uzanan olgularla bu düşünce biçimi arasında dolaylı ya da doğrudan bağlar kurulmasını zorunlu hale getirir ki tarihsel sınırlamaları geriye iten böyle bir araştırma yöntemi, akımın derin temellere sarkan yapısını irdeleme gereğini ortaya çıkaracaktır. “HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK” Kültür ve düşünce tarihi üzerinde köklü bir kariyer yapmış olan Letonya asıllı İsaiah Berlin’in Romantikliğin Kökleri adlı kitabının bölümleri arasında sık sık değinildiği gibi amacı, romantikliği tanımlamak değil, yalnızca romantikliğin ya da en azından “onun büründüğü kisvelerin kimilerinde en güçlü anlatımı ve belirtisi olduğu devrimi irdelemek.” Çünkü ona göre, İngiltere’deki endüstriyel, Fransa’daki siyasal, Rusya’daki toplumsal ve ekonomik devrimlerden daha az kapsamlı değildir romantik devrim. Böyle bakınca, konuyu netleştirmek ve biraz da her yöne çekilebilen bu kavrama açıklık getirebilmek için, bir tanım arayışı gerekecektir öncelikle. Genelleme yapmak, belki de en yanlış yol olacaktır. Batı dünyasında “en geniş akım” olarak gördüğü romantiklikten ne anlamak gerektiğini anlatarak tanımı da kolaylaştırmak yolunu seçiyor Berlin. Mason ve Gülhaç tarikatlarının yaygınlaştığı on sekizinci yüzyılın başlarında eski kültürlerin “yabancılığı”na ilk kez dikkat çeken İtalyan düşünür Vico’dan yola çıkarak “dev boyutlu ve kökten bir dönüşüm”e yol açan bu akımdan sonra artık hiçbir şeyin “eskisi gibi olmayacaSAYFA 18 ? 15 MART B ğı” düşüncesi üstünde odaklanıyor. İddiası bu noktadadır. Ve elbette akıma yön veren ülke olarak Almanya’daki gelişmelere uzanacaktır. Avrupa ülkeleri arasında Almanya, romantizme kaynak oluşturmak üzere kendi ulusal kültürünün kaynaklarını ilk keşfeden ülke olarak öncelikli bir yere sahiptir. Bundan dolayı Ortaçağ’ın Gotik yapılarıyla ve “içe bakış”la ilgilenen, nörotik ve melankolik yapıdaki insanlar, kendilerini romantik değerlere “olanca iç varlıklarıyla adamışlar”dır (s. 31). Her ne kadar başta Goethe olmak üzere kimi düşünürler, belki de bu nedenle romantikliği bir “hastalık” olarak yorumlarken örneğin Nietzsche, onun bir “tedavi” yolu olduğu görüşündedir. Daha dolambaçlı bir tanım, Heine’den gelecektir: Ona göre romantiklik “İsa’nın kanından çıkan bir çarkıfelek çiçeği, uyurgezer Ortaçağ şiirinin uyanışı, size sırıtan heyulaların derin kederli gözleriyle bakan rüyalı çankulesi tepeleri”dir. Bilimsel eleştiri anlayışının öncüsü Taine’e göre ise aristokrasiye karşı yeni sınıfın (burjuvazinin) ayaklanmasıdır (s. 33). Ama romantikliğin düşünce babası, kuşkusuz Schlegel kardeşler. Nitekim onun, insanda “sonsuzluğa uçmak için doyurulmamış müthiş bir tutku, bireyliğin dar sınırlarını aşmak için ateşli bir özlem” görmüş olması, romantikliğin de gerçek nedenidir. Ancak kimin gerçekten romantik olduğu ya da olmadığı sorunu, gene de araştırmacıların tükenmeyen tartışma konusu olarak kalmaya devam edecektir. Aydınlanma hareketine ilk saldırının Almanya’dan gelmesi bir rastlantı değil. Otuz yıl savaşlarının yarattığı kargaşa, olumsuz etkisini bu ülkede göstermişti. Taşralaşan Alman kültürü, gene yazara göre “romantikliğin gerçek kökü” olan ve dinsel tutkuya yol açan “sofuluk” (pietist) hareketini körüklemişti (s. 56). Toplumsal açıdan ezilmiş ve siyasal yönden perişan durumdaki Almanya, savaş yenilgisinden sonra kurtuluşu sofulaşmakta bulmuştu. İnsanın kendini gerçekleştirmesinin doğal yolları tıkanınca kendi içine çekilmesi anlamına geliyordu bu. Duygusal sanat ve edebiyat, zihinden nefret, alt tabakadan gelen sanatçıları ve yazarları, bu yolda eser vermeye yöneltecekti. Örneğin Schelling, aşağı orta sınıftan geliyordu. Çok mütevazı bir çiftçinin oğlu olan ve Berlin’in yorumunda romantik düşüncenin önderleri arasında ilk sırayı tutan Johann Georg Hamann için sanatsal yaratma eylemi, tanımlanamayacak, betimlenemeyecek, çözümü son derece zor bir uğraş biçimidir. Sanatçı orada sözünü söyler, iradesini yürütür, içinde olanı ve engel tanımayan şeyi dışa vurur. İrade kullanımı, yazara göre romantizmin asıl göstergelerinden biridir. Hamann, güzel sanatlarla “kapris” ve “hayal”in ihmal edilmeyecek değerler olduğu kanısını taşıyordu (s. 65). SINIRLI VE DİZGİNSİZ ROMANTİKLİK Romantikliği gerçek babaları kimlerdir o halde? Berlin, konu kapsamında bu sorunun yanıtını bulmaya çalışıyor. Aydınlanmaya karşı en açık savaş açanların başında gelmektedir Hamann. Tanrının sesini sezen ve İsaiah Berlin, sınırlı ve dizginsiz romantiklik diye iki ayrı romantik tavır belirliyor notlarında. romantikliğin özünü oluşturacak olan “mistik vitalizm”i bulan ondan başkası değildir. Aydınlanma’nın öncülerinden Diderot bile uygarlaşmış insanın görkemli sezgi derinliğine vurgu yapmıştı Paris Salonlarını yazdığı notlarında. Kendisi romantik olmadığı halde romantizmi etkileyenler arasında Rousseau’nun adını geçiriyor yazar. Toplum kötüdür, onun için de düzeltilmelidir. Kendisi de bir sofu olan Herder, her insanın bir gruba ve coğrafyaya ait olduğu görüşündeydi. Toprağa aidiyet, insanı belirleyen en önemli etkenlerden biriydi ona göre. Romantiklerde yaygın olan aidiyet fikri, buradan kaynaklanır. Berlin’in yargısı kesindir: “Herder Avrupa akılcılığına, yarası hiçbir zaman sağalmayan müthiş bir hançer batırmıştır” (s. 88). “Fırtına ve Baskı” (“Sturm und Drang”) hareketi ise insan ruhundaki karmaşanın dışavurumundan başka bir şey değildi. Berlin, sınırlı ve dizginsiz romantiklik diye iki ayrı romantik tavır belirliyor notlarında. Dizginsiz romantiklik üstüne yorum geliştirmiş olan Friedrich Schlegel’e göre Goethe’nin ünlü “Wilhelm Meister romanı, Fransız devrimi ve Fichte’nin bilgi kuramı, bu akımın yolunu açan başlıca etkenlerdir (s. 116). On sekizinci yüzyılın ünlü masalcısı Hoffmann’ı da burada anmadan geçmek olmaz. Sınırlı romantikliğe gelince, Shaftesbury’nin insanın özgün olduğu ve özgünlüğün, insanı kendisi yaptığı yolundaki görüşünde temel bulmaktadır bu akım. Bir başkasına bağımlı olan insan, artık bir insan değildir, konumunu yitirmiştir. İnsanın bir başkası üzerinde egemen olmasına öfke duyan Kant’ın görüşünü de bu akıma bağlıyor yazar. Bu bağlamda Kant felsefesine farklı açılardan göndermede bulunuyor. Sınırlı romantikler, Schiller’in sözünü ettiği “oyun dürtüsü”nden hareketle, sanatı da oyun biçimi sayarlar. (Bu görüş, Huizinga’nın görüşüyle de örtüşür.) On sekizinci yüzyılda iki yüzden fazla anlamı olan “doğa” kavramını çok da önemsemezler; onlara göre, sanata malzemeyi doğa verse de ondan başka her şeyi sanatçılar gerçekleştirir.Yaratmayan bir adam, yaşamın ya da doğanın kendisine sunduklarıyla yetinen bir kişi, yani “ölü” bir insandır (s.112). Romantikler, gerçeği (hakikati) felsefi sofistikasyonlarla ya da Kartezyen mantıkla keşfetmenin mümkün olmadığı savunmakta ise birleşmektedirler. Kısaca söylemek gerekirse, her şeyin bir doğası vardır ve her şey neyse odur ve bir başkası değildir. Berlin, romantizmin bu kültür sloganına, kitabın birçok yerinde değinmek gereği duyar. Gerçekliğin doğru bilgisine erişmek, unutulmaması gereken bir amaç olduğuna göre, ileri doğru hamle yapan özne, yakalanamaz olanı yakalamanın peşinde olacaktır. Schlegel, karanlıkta kaybolduğunu söylediği “yaşamın kökleri”ne yönelmişti, çözülmesi zor gizemleri ele geçirmeye adamıştı yaşamını. Mozart’ın Don Giovanni operası ya da İngiltere’de Byron’un şiirleri örneğin, kalıcı etkiler oluşturmakta sanatın etkin gücüne tanıklık etmişlerdi. Kitabın bir yerinde (s.166) yazar, ilkeli tavır alan kişilere romantiklerin yakınlık duyduğu gerçeğini dile getirerek belli birtakım tarihsel kişiliklere değinirken insanlara yararlar sağlamış isimler arasında, Büyük Friedrich’le birlikte Atatürk’ü de anıyor. Öte yandan gene ona göre, liberalizm, hoşgörü, dürüstlük, sanatçının özgürlüğü gibi kavramların yanı sıra varoluşçuluğun temel öğretisi de esas itibarıyla romantik bir öğretidir. Hatta faşizm de.. Kitabı hazırlayan H. Hardy’nin kitabın sonuna eklediği “göndermeler”, Berlin’in söz konusu kuramla ilgili görüşleri için yararlandığı kaynaklara işaret etmesi bakımından toplu bir dipnot özelliği taşımaktadır. ? Romantikliğin Kökleri/ İsaiah Berlin/ Yayıma Hazırlayan: Henry Hardy/ Çeviren: Mete Tunçay/ Yapı Kredi Yayınları/ 198 s. ? 2012 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1152 CUMH
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear