Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
ek istebir an bir ihe ndi an; ıyla meşgul, aya , koçiçeği, urduen, gaO kaiğim Loninsan ahici. mez ine tim, malaenüz ın simma zamesianlatıanda ümle Hadi caak ası geden bin olametnin ma olaun yı annce kım ını iseğler. var ar da, anlar yarak uşma dinleti/ anlar çısınrışım gıç, ormeleri erin, onca r kesiiçinde kantıdandüza payüp inirliliişleriur. İşte Bu öyküdeki içsöylem boyunca, anlatılanın sorumluluğunu çok daha ağırlıklı olarak öykü kahramanı yüklenir. Derinlerdeki bir iç sızısının yol açtığı “denize girip kaybolan kara parlak derili taylar” yanılsamasından, “taze kabuk ekmek” tadında yakalanacak küçük sevince uzanan kesitler boyunca duyduğumuz ses, sonuçta “Önemli olan insanın kendi kendini evetlemesidir” kararına varan bir bilincin ürünü. Ama bu ses, aktarıldığı kadar da öykülenir; anlatıcının sesi içinde taşınır. Üstelik, anlatıcının sesiyle “Suskun”un sesi arasında, yoğun bir sempatiyi hissettiren bir yakınlık, benzerlik vardır. Varoluşcu felsefeye göndermede bulunarak söylersek; anlatıcı, öykü kişisini düşünen bir özgürlük ise eğer bu özgürlük, düşündüğü kişinin, yani Suskun’un da ortaya çıkarılmasına yol açar. Metnin okuru da, öykülenen içkonuşma ile öne çıkan bu bir tür öznelerarası evrenin içinde bulur kendini; böylece, okuma edimi boyunca, o da kendinin ve başkasının ne olduğunu anlamaya çalışır. İşte belki de bu noktada, Nezihe Meriç’in bir başka bağlamda dile getirdiği şu açıklamasını anımsatabiliriz (9): “Ben okuru hep hayal ederim. O da beni düşünüyordur, derim. O da beni merak ediyordur, derim. Ben okurla beraber yazdığımı düşünürüm. Biz beraber yazıyoruz gibi bir duygu. Ben başını ve sonunu onlara bırakıyorum.” ¥ DOST SES bir an lar gebolu anıyor keseçiyor. sı olar) ” (s. oraerde aber ¥ 1100 Ben de Meriç’i böyle okuduğumu sanıyorum. Dumanaltı’ndan Gülün İçinde Bülbül Sesi Var’a kadar. Öykücülüğünü değerlendirmesi istendiğinde “Yazar dış dünyayı, gerçekliği algılayıp, özümleyip, değerlendirip yeniden kuruyorsa, değerlendirmesini yaparken onu kendi yapan bu anlamlama doğal olarak yazardan yapıta geçiyor demektir” diyordu (10). İşte tam da bu nedenle, mektuplarında Meriç’i Nezim yapan özellikleri yakalamak, oradan da tersine iz sürerek öykülerini hatırlayıvermek, okur için gerçek bir mutluluk. Bu mutluluğun yaşanılmasını öneririm. Böylece, “İki gözüm Nezihe’ciğim” sesinin sahibine, dost mektuplarını saklamaya da, günışığına çıkarmaya da o kadar özen gösteren Orhan Suda’ya da teşekkür etme fırsatı yakalanmış olur. Bana da o öğretmişti mektuplara değer vermeyi. İyi ki öğrenmişim de, en yılgın dönemlerimde açıp açıp okuduğum babamın, annemin, sevenlerimin mektuplarının yanına Nezim’inkini de eklemişim: “Sevgili Gülnihal (bu ‘sevgili’ her zaman , hep, nezaketen kullanılan ’sevgili’ den ayrı. Bir buluşmuşluğun, bir sevilmişliğin karşısında duyulan, o anlatması zor, insanı heyecanlandıran duygunun yerine kullanılmış bir ‘sevgili’), insan, yıllar geçtikçe, eskiyor. Bu böyle. Böyle olduğunu da, o eprime, o, ucundan ucundan kemirilme, gün geliyor birden ortaya çıkıyor ya o zaman anlayıveriyor insan; gözler, dişler, karaciğer, damarlar, kalp ve hani işte o güzelim iç organlarımız başlıyor sıra sıra sızıldanmaya. Benim için şimdilik katarakt. (Biri oldu. Bir ay oluyor. Sıra ikinci de, bir de dişler. Şekeri saymazsak. Ötekilerden şimdilik ses yok. Ama, o da, tedbirleri, ilaçları saymazsak.) İnsanın yazdığı sözün, bir başkasına, tam duyduğu duygunun tartı mında, tam bir kurgunun en ufak soluğuna dek duyumsanmış olduğunu görerek heyecanlanmasının ne kadar güzel olduğunu anlatamam. Çok sevindim yazını okurken. Ama, Suskun Ezgisi’ni bir daha fırsat bulup okuyamadım, yollarda, eczanelerde, damla saatleri, ilaç yutmalar, verilen antibiyotiğin ters etkisiyle, çılgın kaşıntılar, hazımsızlığın getirdiği sancılar falan derken, özümden gittim. (yöresel dilden, kimsenin karşı çıkmayacağı, anlamı açık seçik, müziği iyi bu deyimleri kullanmayı çok seviyorum) Sözün özü, geç yanıtladığım için kusuruma bakma. (çok üzüldüm çünkü) Ben böyle hep soluk soluğa yaşar, hep geç kalırım. ‘Suskun Ezgisi’ni ancak okuyabildim. İncelemen bana, ‘iyi ki yazmışım, evet evet, işte tam bu, oh be!’ diye diye okutturdu öyküyü. Çok eski yıllarda kalmış bir kurgu. Şimdi çok kısa öyküler yazıyorum. Kısa değil de, sözcüğün değerlerini çok sıkı bir denetimle kullanarak kurguya yerleştirmek diyelim. Sınırları iyice daraltılmış, çok ekonomik, ama ne demek istediği zorlanmadan anlaşılan. Çok sevdiğim bir örnek vereyim (ne yazık ki söyleyeni anımsayamıyorum bir türlü. Ünlü bir Fransız şairi olabilir) Çok uzun boylu, ince, hafif öne eğik duran, elleri pantolonunun cebinde bir adam düşün. Diyor ki şair: Bir virgül gibi geçerdi caddelerden. Sevgili Gülnihal, eline diline emeğine sağlık. Sağol. Bana ne zaman istersen yazabilirsin, benim vakit bulup hemen yanıtlayamayışımı göze alırsan (…) Hoşça kal. İçindeki Tanrı seni korusun. Sevgiler. Nezim.” Evet, Nezim, içimizdeki Tanrı, baştan ayağa yayılan yalanlar ortamında bizleri, aklımızı korusun. Ama şimdi uzaklarda olanları, ya yıldızlara karışmış, ya da tutsak alınıp kapatılmışları unutmaktan da korusun bizi. AixLondraİstanbul Mektupları/ Nezihe Meriç, Orhan Suda/ Yapı Kredi Yayınları/ 192 s. Notlar: (1) AixLondraİstanbul Mektupları, s. 71. (2) Bir yıl boyunca, bana gönderdiği epostalar hep “Dünyanın Bütün Sabahları” başlığıyla gelmişti. Sainte Colombe’un müziğini paylaşmıştık. (3) Özellikle de kafasının tasını attıran özentili dil kullanımlarını kulağından yakalar, kafiye uydurma oyununun da tadını çıkaracak şekilde, sorguya çeker: “Bu ‘üretme’ sözcüğüne ben senden önce taktım. Çiftçi misin be kardeşim? Ne üretiyorsun öyle? Okuduğu sokasıca. Aydın bozuntusu/ arpa mı buğday mı/ tepelerim ha/ çabuk söyle!/ suyu mu çıktı/ yazmanın, yaratmanın/ ne âlemi var mis gibi Türkçe’yi/ hançerleyip kanatmanın!” (a.g.e., s. 40) (4) a.g.e., s. 146 (5) Orhan Suda, Bir Ömrün Kıyılarında, 2004, İstanbul: Alkım Yayınları. (6) Nezihe Meriç, Bir Kara Derin Kuyu, 1989, İstanbul: Can Yayınları. (7) Bir Kara Derin Kuyu, s. 9 (8) Gülnihal Gülmez, “Nezihe Meriç’in ‘Suskun Ezgisi’ Öyküsünde İçSöylem Biçimleri”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 22, Sayı 2, 2140, Ankara, 2005. (9) Ahsen Erdoğan’la Yandırma üzerine yapılan söyleşiden alıntılıyoruz. (10) Asım Bezirci, Nezihe Meriç, 1999, Evrensel Basım Yayın, s. 62. 17 MART 2011 SAYFA 5 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1100