Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
¥ lerine daha sık biçimde Sanayi Devrimi sonrasında rastlanan kısa öykü, modernitenin getirdiği yaşam tarzı için biçilmiş kaftandı ancak özellikle 20.yüzyılda kendisini yepyeni bir tür olarak kabul ettirmiştir. Biz ise bu süreci oldukça geriden izliyoruz. Aydın Şimşek: Modern hayatın hızı, gündelik yaşama unutma kültürünü yerleştirirken kısa öykü bu döngüyü körüklemiyor mu? Bu uzlaşmaz gibi görünen, çelişkili durum hakkında ne söylersiniz? Zeynep Sönmez: Kısa öykü modernizmin bir ürünü. Dolayısıyla, modern hayatın dayattığı hıza, tüketim kültürüne ve elbette, dediğiniz gibi, unutma refleksine koşut giden kimi referansları var. Ancak biçimsel olarak kısalığı, onu içeriksel anlamda derinleştirip yoğunlaştırıyor. Bu da, anlamın katmanlaşmasına, çeşitlenmesine sebep oluyor. Okur açısından kısa öykü, hızlı bir okuma sunuyor ama bu okuma, başarıyla kotarılmış bir kısa öyküde kolay bir okuma değildir. Her okunuşta öykünün başka bir şey söyleyebilme kabiliyeti sebebiyle, metnin okurdaki yolculuğu uzun soluklu ve süreğendir. Üstelik kimi kısa öyküler, zihne bir çivi gibi çakılabilir. Hızlıdır ama baş dönmesini alır kısa öykü. Ahmet Telli: Bizim “1950 Kuşağı Öykücüleri” diye adlandırılan öykücülerde varoluşçuluğun da etkisiyle egemen olan üslup, sizin öykülerinize de sinmiş gibi. Bu Kafkacıl labirent, insana dair umutların solgunlaşmasının da izi oluyor. Bu üsluba yatkınlığınızın referansları için bize neler söylersiniz? Zeynep Sönmez: 1950 Kuşağı yazarları, bireye yönelmişler ve insanın gerçeklikle bağlarına oradan bakmışlardı. Sanatsal gerçekliğin farklı olduğuna, daha derinlerde yattığına dair inançlarını, dilde kısa ve yalın söyleyişin arayışlarıyla birleştirmeye gayret etmişlerdi. Bu iki çabanın birbirini destekleyişi; biçimin içeriği taşıyışı ve öncelliği, kısa öykünün muhalif ve devrimci tutumuyla da örtüşüyor. Her ne kadar Oğuz Atay’ın dillendirdiği, Kafkaesk bir tespit olarak entropinin ipuçlarına giderek daha sık rastlıyor olsak da iyi bir ölümü hak etmek gerek. Kafka’da neşeli bir kahkahanın olduğu yorumuna ne diyeceğiz? Bir bunalım edebiyatının varlığı için, dilde karamsarlık yeterli mi? Dili karamsar olsa da, insana dair ümitsiz bir bakış, öykü yazan, öyküye inanan biri için daha baştan imkânsız olmalı çünkü yeryüzünde insandan ve onun hallerinden özünde soyutlanmış bir öykü yoktur. Diğer yandan, iyimserliğin veya kötümserliğin sanatta değer ölçüsü olup olmadığı konusunda Tahsin Yücel’in söylediklerine katılıyorum: “Kötümserlik de, iyimserlik gibi, ne bir erdemdir ne bir kusur.” Aydın Şimşek: Kısa öykünün gerçeklikle ilişkileri hakkında neler söylenebilir? Elbette deneysellikle bağları, okurla ilişkisi, sinema ile akrabalığı; bir bütün olarak fantastik edebiyatla ilişkisi… Zeynep Sönmez: Düş ile gerçeğin bir yol ayırımına geldikleri tek nokta, sanırım yazının kendisi. Burada bile ayrılmıyorlar bence. “Kurmacanın, düşselin sınanması” olduğu bilgisi, bizi yazınsal gerçeği sorgulamaya götürüyor. Bu açıdan bakıldığında “görme biçimleri” de önem kazanıyor; gerçek, gerçeküstü ve gerçek dışının sınırları araştırılıyor. Kısa öykü burada üzerine düşeni yerine getirebilmek için, deneysel edebiyattan sinemaya, fantastik edebi yattan şiire dek, farklı disiplinlerin olanaklarından faydalanıyor. Gerçekle girdiği ilişkide, dili nasıl olursa olsun, hesapsız bir niteliği var; sona varmaya, bu sonda belli bir çıkarıma ulaşmaya ya da sunulanı kabullenmeye pek niyeti yok. Sözünü söyleyip sarsmak, sonra da çekip gitmek istiyor. Okurun olaya ya da duruma yabancılaşması, böylece gerçekleşiyor. Kısa öykünün etkisini, vuruculuğunu burada arayabiliriz. Okurunun da onun bu tavrından hoşlanması, kısalığını ve yoğunluğunu sevmesi; bir balyoz etkisine hazır olması gerek. Gündelik gerçeğin yeniden ele alınmasında ve eleştirilmesinde fantastik edebiyatın üstlendiği rolle doğrudan doğruya kurduğu ilişkiler ise, kısa öyküyü daha çok gerçeküstücülüğün sınırlarında dolaştırıyor. RİSKLERLE BAŞA ÇIKMA Aydın Şimşek: Kısa öykülerde zaman, mekân, atmosfer, diyaloglar, karakterler, hareket vb. daha kaygan bir zeminde duruyor. İlk kitabınız “Kalbin Evi” bu sorunlarla baş eden güçlü bir kurgu biçemi de yansıtıyor. Öykücü açısından böyle riskleri nasıl algılıyorsunuz? Siz öykülerinizde bu risklerle nasıl başa çıktınız? Zeynep Sönmez: Kısalığın, saydığınız unsurların hepsine eşit ve dengeli bir biçimde yer verilebilmesine engel olacağı açıktır. Bu durumu, kısa öykü için doğal karşılarız. Söylemek istediklerimiz için elimizde az zaman ve dar mekân vardır. Kısa öyküler de, bu zaman ve mekânın iyi kullanılıp kullanılmadıklarına göre değerlendiriliyorlar. Derinlik ve yoğunluğun kotarılmış olup olmaması, öykücü açısından değil fakat metin açısından bir risk oluşturabilir. Bu sebeple, kısa öykünün ontolojik olarak gerektiğinden uzun ve insana iyi odaklanamamış olması, toplumsalın izdüşümü olmaktan uzaklaşması, geleceğe dair öngörülerde bulunmaması, evrensel göndermeler taşımaması durumunda kaygan bir zeminden bahsedilebilir ancak. Kalbin Evi’ndeki öyküler bu anlamda dikkat çekiciyse eğer, bunun, kısa öykü yazdığım halde, klasik dramatik yapıya dayanan ve uzun öykülerin karakteristiği olan olay örgüsünü kullanma, diyaloglara yer verme, anlatımı doğrusal bir çizgide kurma gibi yapısal kimi unsurları dışlamamaya gayret ettiğim için olduğunu söyleyebilirim. Ahmet Telli: “Kalbin Evi”nde “Gövde kalbin evidir” ve “Ve aşk gövdede misafir” diye adlandırıyorsunuz bölümleri. İnsan teki’nin anlam aradığı kendisi ise, hayat ve toplum ile kendi arasına koyduğu mesafe için ne düşünürsünüz? Zeynep Sönmez: Mesafelenme deyince, yabancılaşma kavramı da kendini çağrıştırıyor. Kişinin insana, topluma, hayata ve elbette kendine yabancılaşmasının dereceleri olduğunu düşünüyorum; ucu açık bir süreç. Gelip geçicilikten çok, yersiz yurtsuz olmaktan, bir köksüzlükten değil ama bağsızlıktan kaynaklanan, irademiz içindeki her türlü mesafenin özgürleştiriciliği… aidiyetle hesaplaşmak… Örneğin “dünyaya dilin içinden bakmak”ta yatar bu; “sürekli izleyici” olmayı seçmek. Hem içerde, hem dışarda olmak… Yaşamla bağlarınız zayıf ya da güçlüyse, izlemek zaten dayanılmazdır. Aşk, bütün mesafelere düşman değil mi? ? Kalbin Evi/ Zeynep Sönmez/Kanguru Yayınları/ 76 s. SAYFA 5 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1052