Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
K on on yıl içinde, öykücülüğümüzde verimleriyle öne çıkmış, yaygınlaşmış, okurun artık benimsediği öykücüler arasına katılmış ne denli ad varsa, bunların neredeyse büyük bölümünün roman yayımlamaya başladığı da gözleniyor… Kimler kimler yok bu adlar arasında? Birkaç hafta sonra kimi öykücüromancılarımız üzerine karşılaştırmalı bir çalışmaya yer açacağımdan şimdilik bu adlara girmiyorum “Kitaplar Adası”nda. Öykücü yazarlarımızın geçmişte de romana uzandıkları, ötesinde başarılı örnekler verdikleri unutulabilir mi? Sözgelimi Halit Ziya Uşaklıgil, Reşat Nuri Güntekin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yusuf Atılgan ilk ağızda anımsanacak adlar arasında… Bunların yanı sıra 1950 Kuşağının tüm yazarlarına uzanan bir çizgide romanda da kendilerini gösteren pek çok ada ulaşabiliriz elbette. Erdal Öz, Leylâ Erbil, Tahsin Yücel, Ferit Edgü, Demir Özlü, ötekiler… Hatta sonrasında da… Öyle ya 196070 evresinde Necati Tosuner, Selim İleri, Hulki Aktunç, Nedim Gürsel vb. anılabilir bu adlar arasında. itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA S Öykücülerimizin romana yönelişinde çeşitli nedenler öngörülebilir elbette. Ama bunun bir gereksinimden doğduğu çok açık. Nedenler ne olursa olsun, hiçbiri bu ölçüde ilgilendirmiyor beni diyebilirim. Beni ilgilendiren şu: Öykücülerimiz, öyküde bir daralma olduğu, bir düşme yaşandığı kaygısından yola çıkarak romana yöneliyor olmasın sakın? Doğrusu buna dayanamam işte… Çünkü bir durum var; romanlar çoksatar kitaplar sıralamasına giriyor da öykünün adı anılmıyor bunlar arasında… Bu nedenle öykücü romancıya oranla hem okura göre gözden uzak kalıyor hem de gördüğü ilgi örtük, ötesinde sönük kalıyor… Uzun yıllar eylemli tiyatro yapmış biri olarak tiyatronun çok önemli dalı çocuk tiyatrosu alanında üretimlerini sürdürenlerin yalnızca çocukların sevgisini görmekten ötürü yaşadığı doyumsuzluğa tanık olmuşumdur pek çok kez. Umarım öykücüler, romancıların yanında böylesi doyumsuzluk örneği yaşamıyordur, ne diyeyim… Bu bağlamda son dönem roman yayımlayan öykücüler halkasına katılanlardan biri de Faruk Duman… ÖYKÜYE DÖNÜK EMEKLE ROMANA TAŞ DÖŞEMEK... Faruk Duman, günümüz öykücülüğünün önemli bir adı. Onun öyküleri, bu alanda kendine belirgin yer yapmış örnekler arasında gösterilebilir kuşkusuz. Nitekim “Kitaplar Adası”nda onun bütün öyküleri üzerinde durmuştum, bu kez yalnızca romanlarına yöneleyim istiyorum… Bir yazarın hüneri, ilkin dilde kendini göstermeli değil mi; sözdizimlerine giydirdiği bükümde, tümcelerinin kıvamında, sözcüklere yüklediği tınıda?… İşte Faruk Duman, böylesi sorular için doğru yanıt oluşturan bir yazar… Çok geniş dil, biçem yelpazesinin, öyküleme tayfının, ezginin, rengin, uçsuz bucaksızlık dağarının biçimlendirdiği onca öykü kitabının ardından iki roman yayımladı Faruk Duman: Pîrî (Can, ikinci basım, 2005), Kırk (Can, 2006). Daha okunurken her iki romandan da yoğun dil tadı sağılıyor. İyi ki okuyorum bu kitapları diye düşünüyorsunuz. Çünkü öylesine emek vererek örüntülediği bir dille yapılandırıyor ki romanlarını yazar, bırakıyorsunuz şunu bunu, bir büyünün peşine düşmüşçesine hatta hurafeye kaptırmışçasına kendinizi, sözcüklerin ardına takılıyorsunuz, onların yaydığı sesle yıkıyorsunuz gönlünüzü… Çok usta bir anlatıcı olduğunu hemen ilk satırlarda ortaya koyup bizi karşılıyor Faruk Duman. Kaldı ki, romanlarını özel bir dille yapılandırıyor o. Sözdizimlerinde sözcüklere getirdiği farklı yerleştirme düzeni, bununla kazandırdığı akış, bambaşka bir yere taşıyor roman evrenini, karakterleri. Bir öykü ustası olarak roman kahramanlarına biçtiği gömleğin de doğrusu parmak ısırtacak yetkinlik yansıttığını söyleyebilirim… Onun romanlarında gerçeküstü öğeler, durma fantezilerle örtüşerek büyülü bir anlatıya dönüşüyor. Üstelik bu, sürekli birbirine ilmeklenen tümcelerle sağlanıyor. Okuru uzakta tutan, ama aynı zamanda onu yoğuran alaysamalı anlatımıyla romanlarına güç katarken, bunların kaba birer felsefe metni gibi anlaşılması olasılığını da ortadan kaldırıyor. Ancak Duman, romanda Hasan Ali Toptaş gibi bağlaç oluşturarak ilmekler yaratıp sıklıkla kullandığı “elbette”, “tabii” gibi sözcükleriyle de dikkati çekmiyor değil! Romanlarını, öykülerinde olduğu gibi, lekelerle geliştirerek ileriye sürüyor yazar. Ancak imge yoğun anlatım, her yana duyulan yoğun ilgiye nasıl olanak tanıyorsa, doğru seçim sayılsa bile, böyle bir anlatım da okurun buna takılı kalması Öykünün rahlesinden romanın kolanına... olasılığını bir biçimde güçlendiriyor. Çünkü döngüsel anlatım, zaman zaman iç uğultuya yol açıyor. Ritüel, büyü, inanç, hurafe tüm yaşamımızla içlidışlı gerçeklikler olarak, Faruk Duman’ın roman evrenlerinde kendine yeniden yer buluyor, yerler buluyor denebilir. Doğuya özgü yaşam biçimiyle buna kaynaklık yapa yaşam kültürünü didikleyen metinler gözüyle de bakılabilir romanlara. Bu nedenle anlatının söylen, masal, mesel vb. biçemiyle içli dışlı sürmesi kaçınılmazlaşıyor bir bakıma. Böylesi içrek metinler oluştururken yazarların özellikle dinsel metinlere, söylenlere, tansıklara uğraması kaçınılmazlaşıyor elbette. O zaman yazar, gizemle, bunun öğeleriyle gide gide sarmal hale gelen bir anlatıdan kurtaramıyor kendini. O halde romancı, yapıtında her ne kadar okur eğlentisini öngörse de, insanları kitlesel olarak bu düşünceye yöneltici rüzgâr estiren tutumuna dikkat etmeli derim kendi payıma… Çünkü bu durumda şöyle bir soruyla karşılaşmaması olanaksız bir romancının: Bir romanı kutsal metinden ayıran şey nedir? Romanlardaki eğlence öğesi üzerinde biraz durmak gerekiyor kanımca. Bu anlayışın, bir “vakit geçirici okuma” kavrayışına indirgenmemesi gerekiyor. Binbir Gece Masalları izleklerinin heyecanlı serüvenlerini anıştıran bir yaklaşımı dirilterek, ama bu arada okurda herhangi bir tortuya, çökeltiye yol açmadan saman alevi gibi parlayıp sönen roman verimlemenin bir yarar sağlamayacağı ortada. Sanat yapıtları bir estetik tortu, duygusal çökelti bırakmalı içimizde, değil mi? Bu çerçevede bizde üretilen romanlar hep laboratuvar yapıntısı olarak kendini koyuyor. Örneğin Dostoyevski’nin, Tolstoy’un, Kafka’nın, Faulkner’ın vb. bıraktığı tortuya benzer özsel değerle sıklıkla karşılaştığımız söylenebilir mi romanımızda? Nedir onların bıraktığı tortu? Yapıntı romanlardaki izleksizliği de bu sorunsala ekleyerek sorgulamak daha doğru bir yaklaşım olsa gerek! O zaman okur eğlencesine çanak tutan romanların, güncellik sarmalına bağlı kalarak çoksatarlaşıp farklı bir düzleme kaymış romanlarla örtüşmesi güçlü olasılık biçiminde gelmiyor mu önümüze? Kırk için değil ama Pîrî’de böylesi kimi kaygılara kapı aralandığı öne sürülebilir kanımca. FARUK DUMAN’IN ROMANLARI ARASINDA... Kırk, bambaşka bir roman doruğu olarak çıkıyor karşımıza. Yalnız öykücülüğünü yansıtmıyor Faruk Duman, Kırk’la romancı olarak da birdenbire çok yükseklere çıkarak bir doruk yapıt koyuyor ortaya. Önemli bir izlekle bizi yüz yüze getirdiği de düşünülebilir öte yandan yazarın. Gerçekten insanı tutsak eden temel korkularının, onu başkalarına köle olmaya yöneltişi, Duman’ın kendine özgü biçemle yoğurup kotararak önümüze getirdiği önemli bir izlek biçiminde alınabilir pekâlâ. Derken bunun “aşk”la ilintilendirilerek “kapanma” kavramına ulaşılması da ilginç… Şimdi biraz daha yakınlaşarak kapı aralamaya çabalayalım romanlara doğru… Pîrî’de kendi ağzından bir gemiciyi anlatıyor bize Duman. Osmanlı donanması kaptanı Yusuf Paşa’nın, kendi haritasını yapmaya dönük tutkusuyla çıktığı uçsuz bucaksız, bilinmesiz yolculukları… Sonuçta yine bir yolculuk anlatısı denebilir bunun için. Duman da ayırdında bunun: “Odysseus, senin yolculuğun andaç olsun bize.” (15) Roman, anlatıcı kaptanın günlüğü ya da seyir notları, sefer raporu havasında kuruluyor. Yanındaki iki levende, tutsak Seferis de katılıyor, hep birlikte kendi haritalarının yolculuğuna çıkıyor sanki bu insanlar. Osmanlı’nın Aden’deki kuşatmasını bir yana bırakarak. Ama tutku bu işte, bir bilinmezin peşine takılmak, ölüm pahasına aşkla bağlanmak ona. Aşk, yanılsama, sanrı; bunların yönlendirdiği bir tutku… İnsan, bilmediği karanlıkların yaratığı halinde; yaratıldığı karanlığa doğru süzülüyor bir bakıma. Bir eski metin havasında yapılandırırken yazar romanını, günün diliyle örüntülemeye, o günün anlatım koşullarına uygun bir metni diriltmeye girişmiyor kesinlikle. Ne ki biz yine de, sanki o günün ortamında yazılmışçasına okuyoruz romanı. Bunu yazar başarısı saymak gerek! Yazar başarısının bir başka yanı da, o günün diliyle örüntülemeye girişmek gibi müsamereci tutumdan uzak durması. Soğukkanlı yaklaşımla bugünün diline, anlatımına yaslanıp, ama bu dilde, anlatımda bizim gözümüzde o günleri yeniden kurabilmek… Başarı burada işte! Kırk’ta ise korkunun, güvensizliğin, geleceksizliğin, bir yanıyla kuşdilini konuşsa da insanı nasıl tutsak, köle yaptığının olağanüstü güzel dönüştürümü bence… Nitekim anlatıcı Hasan Efendi de zaten ürkek, sinik bir anlatıcı, her anlamda korkular içinde. Hem yaşadığı eksiklik, hem de kendini geliştirememişlik… Bir hüznün ağır işçisi olarak da görünür bu haliyle anlatıcı. Duman, Pîrî’yi de Kırk’ı da özöyküsel aktarımla kuruyor. Ancak her iki romanını da içlek metinler olarak getiriyor önümüze. Bireyin kendine dönüşü bu; ben kimim, varlığım nereden geliyor, bilgilerimin kaynağı ne gibisinden sorulara kişinin kendi içinden kalkarak yöneliyor. Romanlarda dikkat çekici bir “anne” öğesinin gezindiği görülüyor. Bu arada kadına bakışımıza yönelik eleştirel tutumuyla da öne çıkıyor yazar. ÖYKÜCÜNÜN ROMANDAKİ DİK DURUŞU... Faruk Duman, öykücülüğünden gelen deneyimle romana yerleştirdiği bütün ayrıntıları, sonradan birleştirip roman evreninde ucu açık bir yan bırakmamaya çabalıyor. Her iki romanda da anlatıcısını konuşturmakta, Yusuf’u tarihsel kişi, Hasan Efendi’yi günümüz insanı olarak karaktere dönüştürmekte, ağırdan gelişen bir tartımla romanın çarkını döndürüp yapıta yol aldırmakta başarılı bir romancı izlenimi bırakıyor insanda. Buyurganların önünde el pençe durma, korkuyla köleleşme, kafeste papağana dönme eğretilemesinde, darbeci ressam generalle günümüz gerçekliği arasında kurulan koşutluklar da hoş, esintili koridorlar açıyor romanda. Günümüz romancılığından söz edildiğinde, Kırk’ı okumamış olmayı eksiklik sayarım doğrusu…? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1040 Faruk Duman SAYFA 20