05 Kasım 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

K Yaman Tüzcet itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Sanat bir prova, hayat da... biydi. Hiç aklımdan çıkmıyor… Arkalarından bakarken, içimden bir heyecan dalgası geçti. Birden her şeyi geride bırakıp onlara katılmak istedim. O alacakaranlıkta, yol boyunca, erken gecenin serinliğinde, yeni yeni parlamaya başlayan yıldızların ışığında ve ötmeye başlayan gece böceklerinin sesleri arasında, özgürce yürümek, ne olduğunu bilmediğim bir mutluluğa ulaşmak istedim.” (126, 127) SANATIN PROVASINDAN HAYATIN PROVASINA... Sanatın da hayatın da provası hem sanat hem hayat için biriciklik taşıyan, ama bu arada özgünlük barındıran yanlar saklıyor. Sonunda sanatla hayatın provası bireyde somutlaşıyor… Esen Özman’ın Sahne Tozu (MitosBoyut, 2005) adlı kitabı, bu bağlamda ince hüzünlerle örülü bir yaşamdan kesitler içeriyor aynı zamanda. Çok yönlü bir tiyatro kuramcısıeylemcisi konumunda oyuncu, yönetmen, çevirmen, yazar olarak, hayatın provasından girip bunu sanatın provasıyla nasıl birleştirdiğini gösteriyor Özman bize… Örneğin “Başlarken…”de kaleme aldığı şu birkaç satır onun nasıl zorlu bir hayatın provasından geçerek sanatın provasına ulaştığını, ama sonrasında sanatın provasından yeniden hayata aktığını koyuyor ortaya: “Sanatın hemen tüm disiplinlerini kucaklayan bir ailenin içinde soluk aldım. ‘Prova izleme’ keyfini minicikken tattım. Prova izlemek, Rumelihisarı ya da Harbiye Açık Hava Tiyatroları’nda yaz oyunlarını görmek, eve gelince ‘çocuk algısının muzip dışavurumu’ ile izlediklerimi taklit etmek… Biraz ilerleyen yaşlarda da izlediklerimi eleştirmek… /Onca sahne tozu yuttuktan sonra, serpilip gelişen genç kız tiyatro yapmak ister, tiyatroyu hayatının bir parçası kılmak ister de ailesi karşı çıkarsa neler olur?” “Tiyatroya tutkunefret ikileminde bağlandım durdum, ama şu ‘hep sahnede olma, bedenini teşhir etme, sürekli kendini beğendirme amacı ile rol yapma ve kapma’ dürtüsü taşıyamadım ben. Biliyorum, bu bağlamda ‘yanlış tiyatrocuyum’.” “Sahne ile kitap arasında köprü kurmanın gene en iyi yolu reji yapmak olsa gerekti… Ama o da bir tür ‘kendini gösterme’ savaşımı gerektiriyordu… Oyunun kuralı, özellikle toplumumuzda, nesnellikten çok öznelliğe yakın duruştan, bir tür narsisist olmaktan ve her an, her yerde kendine övgüler düzmekten geçiyordu. İtiraf ediyorum, başaramadım ben bütün bunları…”(7,8) Mesleklerin de bir “ortak dil” (9) oluşturduğuna inanan Esen Özman, bu bilinçle yol alıyor. Kendini aramaya, ötekilerini bulmaya yönelirken de bu ortak dile dayalı bir tiyatro denemecisi konumunda tatlar yayan sorgulayıcı düşünceler üretiyor sürekli. Onca oyunculuk, yönetmenlik, çevirmenlik, yazarlık deneyimi, yine o “teşhir” çabasıyla örtüşüyor yazık ki. Ama Özman, bırakmıyor hayatın sanattaki provasını. Nedret Gürcan da görece Özman’ın sözlerini destekler kanıya sahip sanki Aşk Yoksunları’nda: “Bu meslekte harcamak ve harcanmak oyunun kurallarından biri galiba!…”(120) Hayatın içinde, sanatın provası nerede duruyor peki? “Güner (Sümer), Türk tiyatrosuna parlak bir yıldız gibi doğdu, gencecik yaşta kaydı geçti…(…) Onun bıraktığı boşluk hâlâ terk edilmiş bir köşe olarak duruyor…” deyip ekliyor Gürcan: “Tiyatromuzun içinde bulunduğu şu umutsuz ortamı, kaçan seyirciyi, kapanan perdeleri düşününce, herhalde Tanrı onları daha çok sevdiği için erken aldı diyorum. Hiç değilse seyircinin artık tiyatroyu sevmediğini, bütün değerlerin ve değerlilerin unutulmak üzere olduğunu görmemiş oldular… (130) Neden böyle oldu, neden buralara geldi bu? Güvenç’in şu satırları, bu sorunun yanıtı olarak alınabilir: “Yıl 1950. Mayıs’ın 14’ü. Demokrat Parti başa geçti. İzmir Şehir Tiyatrosu lağvedildi. Belediyenin başa geçen yeni encümeni, İzmir’e daha önemli şeyler lazım, kanalizasyon lazım, yol, köprü, falan filan lazım diye tam 6 yıllık iyi bir seyirci oluşturmuş, çoğu oyunu kapalı gişe oynamış, İzmir halkına mal olmuş , o güzelim tiyatronun bütçesini sıfıra indirdi.” (58, 59) Yaman Tüzcet de aynı kanıda: “Onlarca büyük sanatçı gibi Sadık Şendil ve Münir Özkul da Halkevleri’nden yetiştiler. Bu yüzden Halkevleri’ni kaldırdılar zaten; ‘aydın adam yetiştiriyor’ diye; ‘Köy Enstitüleri’ni de…” (16) HAYATI PROVAYLA KARMAK... Diderot’nun “Sanat uzun, yaşam kısa” deyişi yine bu doğrultuda alınabilir herhalde. Birbirine eklenerek gerçekleştirilen sanat provaları bağlamında… Rıfat Ilgaz’la Ahmed Arif arasında telgraf notları gibi yaşanmış bir yazışma vardır. Ahmed Arif, Rıfat Ilgaz’a, büyük saygıyla, gönülden bağlılık duygularıyla, “Büyük şair, büyük inanç adamı, büyük namus anıtı ve büyük ozansın. Şunun şurasında bir ömrü, halkımızın ve insanlığın mutluluğu için bile bile, kahrolarak verdik gitti Ağabey” der, Rıfat Ilgaz da yanıtlar onu: “Seni hep yeşillikler içinde düşünüyorum, anımsayınca. Unutmadık, unutmayacağız seni. Sevgili kardeşim, bekle yeşillikler içinde, beni.” Ne zaman okusam iki devin bu kısa yazışmasını, sırtım ürperir. Osman Şengezer’in Dekor Kostümlü Anılar (artshop, 2008) başlıklı albüm yapıtı da bir hayatın bu provaya nasıl katıldığını gösteriyor bir bakıma. Dekor kostümlü hayatına girerken şöyle diyor Şengezer: “50 yıla yaklaşan bir ‘yaşammeslek’, ‘meslekyaşam’ savaşı.” “Bir mesleği tutkuyla sevmek, ona bağlanmak, tüm yaşamınızı o mesleğin içine kapatmak, hem mutluluk veren, doyurucu bir duygu hem de çok zor bir oluşum. Kişinin mesleğini yaşam biçimi yapması çok özveri gerektiren bir seçim.” “Hiçbir şeye pişman değilim. Bugün her şeye yeniden başlarım.”(7, 8) Osman Şengezer’in yaşamı, bu ülkede gerçekleşen Anadolu aydınlanmasının somut ifadesi aslında. Ama aynı zamanda son yarım yüzyılda ülkenin nereden nereye götürüldüğünün de göstergesi. Birileri, hayatlarını sonsuz bir prova değerinde sanata katık yaparken toplum ne ölçüde ayırdında bunun? Hayatlarını sanatlarının provalarına katan bu insanlar ne yer içer, nerede yaşar? Örneğin Yaman Tüzcet, “Tiyatrodan para kazanmış ender sanatçılardan biriydi” (38) diyor Muammer Karaca için. Ama Ahmed Arpad’ın bir yazısından şu alıntıyı da aktarıyor bu arada: “Topluluk dağıldı. Muammer Karaca sahneden uzaklaşmak zorunda kalan her tiyatro sanatçısının yaşadığı o acı sonu yaşadı. Sağlığını yitirdi. Borçlandı. Yeşilyurt’taki sevdiği villası vergicilerin eline düştü. Güneşli bir İstanbul gününde dünyamıza veda edip sonsuzluğa göçtü.” (40) Ama sanatçı umudunu tüketir mi? Nitekim Tüzcet ekliyor: “Ömrünün son yıllarıydı… Bursa’daki askeri hastanede ziyaretine gittim./ Generaller katında özel bir odada yatıyordu. Bedeninin bir yanı tutmuyordu./ Süleyman Bey (Demirel) yatırttı beni bu general odasına, dedi. Yakında iyileşip bu hastaneden çıkacağım. Tiyatromuzu yine açacağız, ilk oyunumu sen sahneye koyacaksın!..” (41) Tüzcet, Bir Aktörün Serüvenleri’nde şöyle bir notu daha geçiyor usulca, anlayana sivrisinek saz dercesine: “Adile Abla’nın cenazesi Şişli Camisi’nden kalkmıştı. Cenazede 40 bin kişi vardı. Bunun 39 bini onu sadece filmlerinden tanıyanlardı. Biz bir avuç arkadaşları camideki o kalabalığın arasında dağılmış ve sıkışıp kalmıştık. Birbirimize başsağlığı dilemek için bile yan yana gelemiyorduk./ Münir (Özkul) Ağabey taksiye binip cenazeden evine dönerken taksi şoförü dikiz aynasından bakarak şöyle demiş:/ Ağabey, senin cenazen de en az bu kadar kalabalık olur ha!” (22) Yaşamlarını sanatlarının provası yapan, Atatürk’ün deyişiyle “cemiyette uzun ceht ve gayretlerden sonra alnında ışığı ilk hisseden” bu insanlar için Güner Sümer’in Bozuk Düzen’de Güzin’e söylettiği o sarsıcı sözle noktalayalım yazıyı: “Bir insanı sevmek için ille ölmesini mi beklemek gerek?”? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1019 aman Tüzcet, su gibi okunan Bir Aktörün Serüvenleri’nde (MitosBoyut, 2009) Muammer Karaca’nın prova ile ilgili yaklaşımını şöyle aktarıyor: “Muammer Bey bir gün Müjdat’la (Gezen) bana:/ Terbiyeli çocuklarsınız, gelin sizi tiyatroma alayım demez mi! Sevinçten uçtuk! O devam etti:/ Bu gece oyunu izleyin, yarın çıkar oynarsınız./ Müjdat’la ben donup kaldık! Biz Konservatuvar’da eğitim görmüş, Şehir Tiyatrosu’nda ustaların yanında yetişmiştik, şimdi de hep yabancı oyunlar oynayan Münir Özkul’la tiyatro yapıyorduk. Böyle bir söz duymaya alışık değildik! Acaba yanlış mı duymuştuk? (…)/ Müjdat kekeleyerek sordu:/ Prova yapmayacak mıyız Hocam?/ Biz terzi miyiz oğlum, ne provası; çık oyna işte!” Tüzcet, ardından şunu da ekliyor: “Muammer Bey asla ’provaya inanmayan’ biri değildi. Ama bu onun sonradan benzerlerini de göreceğimiz bir oyuncu yetiştirme yöntemi idi; cesaret veriyordu herhalde… Hani, çocuğu yüzme öğrensin diye denize atarsın ya!” Y Ölümünün yirmi dördüncü yılı anısına 1967’de Akşam gazetesinde yayımladığı yazısında Naşit’in ağzından “prova”ya değgin olarak şu alıntıyı paylaşıyor Tüzcet bizimle: “Ben…, tuluat eserlerini yeniden piyes haline sokmadıkça oynamam.” “Tuluata ‘taklitli komedi’ şeklini ilave ettim.” “En ehemmiyet verdiğim şey de provadır. Hiçbir oyunu çok defalar prova etmedikçe oynamam.” (29, 30) Nedret Güvenç, öyküsel anıları Aşk Yoksunları’nda (İnkılap 2005), “…Avni Hoca (Dilligil), büyük bir tiyatro adamıydı. Onun provaları… bir eğitim programı gibiydi” diyor. (48) Bunlar, provanın hem sanatın hem de hayatın temelinde yer aldığını göstermeye yetiyor bence… Üstün Akmen, Provasız Hayat (Epsilon, 2005) adlı kitabında hayatın her ne kadar “provasız” yaşandığını sezdiriyorsa da, aslında sanat da hayat dediğimiz o büyük ırmak da, insanoğlunun küçük arklar halinde ona ulaşan yaşamı da birer prova hep. Sanat kadar, hayat da prova… PROVAYI SANAT YAPMAK SANATI PROVALAŞTIRMAK... Nedret Güvenç, Aşk Yoksunları’nda Güner Sümer’in Bozuk Düzen oyununun prova sürecinden bakın nasıl söz etiyor: “Sanırım 1964 Kasım ayının en yoğun yağmurlu günüydü. Sabah saat 9.30 civarıydı, Beyoğlu Emek sinemasında sinemaya bitişik Yeni Komedi Tiyatrosu’nun fuayesindeydik.” “…Oyunumuzun genç yönetmeni aynı zamanda yazarı olan Güner Sümer’i bekliyorduk.” “Provamız saat 10’da başlayacaktı. Neredeyse 10 olmuştu ama yönetmenimiz hâlâ ortada yoktu.” “…Mazlum (Kiper) birden doğruldu, şaşkın şaşkın, ‘Abi sen burada mıydın, biz de seni bekliyorduk’ diye haykırdı. Hepimiz şaşkın şaşkın o yöne baktık, fuayenin en loş, en karanlık diyebileceğimiz bir köşesinde, sessiz sedasız oturmakta olan Güner Sümer’i gördük. Utangaç utangaç kalktı yanımıza geldi. Aslında provanın ilk günü olduğu için sahne amirimizin gelip onu takdim etmesi gerekirdi… Neyse biz hemen genç yönetmenimizin etrafını sardık…” “…Böylece Bozuk Düzen’in provaları başlamış oldu.” (109 vd.) “Güner’in çalışma tarzı çok rahattı. İddiasız ve huzurluydu. Sesini hiç yükseltmez, itirazlarını, düzeltmelerini, sabırlı, sade ve açıklayıcı bir biçimde yapardı. Provaların süreci içinde zaman zaman onu güldürür, gevezelikler yapıp, provayı gevşetirdik ama o hiç yüksünmez, sabırla bizlere katılırdı…” (111, 112) Oyunun sergilenişi ardından aksamalarla dolu, gergin geçen bir Gölcük turnesine Asaf Çiyiltepe’yle Güner Sümer de katılmıştır. Nedret Güvenç, onları uğurlarken bir Çehov oyunu “final”ini anımsatıyor sanki: “Birlikte kapı önüne çıktık, hava kararmaya başlamıştı. Güner endişeliydi, ‘Siz iyi misiniz?’ dedi. ‘İyiyim, iyiyim Güner, sen oyunu merak etme, her şey yolunda,’ dedim. (…) …Birbirimize el salladık, hızla yola çıktılar… Anayola kadar yayan gideceklerdi, oradan da Ankara’ya giden bir otobüse bineceklerdi. Arkalarından uzun uzun baktım. O iki genç tiyatro adamının, kendinden emin, enerjik ve kararlı adımlarla, Gölcük’ten İzmit’e çıkan o tali yolun alacakaranlığında, anayola doğru azimle ilerlemeleri unutulamayacak bir resim gi SAYFA 20
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear