Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Denis Bertholet’den bir yirminci yüzyıl resmi: ‘Sartre’ İnsanı ‘özgürlüğe mahkum eden’ adam JeanPaul Sartre denince akla gelenleri sıralamak kolay: Kuram, felsefe, eylem, aydın tavrı, kıyasıya eleştiri ve mücadele içinde geçmiş bir yaşam. Eserleri ve eylemleriyle dünyayı etkilemiş bir portre çıkıyor karşımıza. Özel hayatından eylem ve düşünceleriyle bir döneme damgasını vuran; görüşleri hâlâ geleceğe taşınan bir isim. Denis Bertholet’nin Sartre’ı anlattığı biyografi, yalnızca bir aydının çok bilinmeyen kimi yönlerinin portresini çizmekle kalmıyor, aynı zamanda yirminci yüzyılın önemli bölümünü etkileyen olay ve kişileri de gözler önüne seriyor. Ë Ali BULUNMAZ “Ben bugün felsefeyi bir dram gibi düşünüyorum. Bugün artık sorun, neyse o olan özlerin durgun halini seyre dalmak değil, bir olaylar zincirinin kurallarını bulmak da. Bugün sorun, insandır; hem etken hem bir aktör olan insan. Çünkü o, dramını hem yazıyor hem oynuyor hem de durumunun çelişkilerini yaşıyor, kişiliğini harcayasıya ya da düğümlerini çözesiye (…) Felsefe de bir başka bakımdan, bu insanla uğraşma kaygısındadır.” “Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur.” JeanPaul Sartre azı insanlar vardır edilgin biçimde, kendine ve hayata hiçbir şey katmadan yaşadığı dönemi yalnızca izler. Dolayısıyla geleceği görmek ve kurmak konusunda da son derece siliktir. Ama bazı insanlar vardır, yaşadığı zamanı izlemekle kalmaz; ona tanıklık eder, konuşur ve olan biteni değiştirmek ya da yönlendirmek adına çabalar. Kısacası söyleyecek bir sözü bulunan bu kişiler, çağa imzasını atar. İşte JeanPaul Sartre da bu isimlerin başında geliyor. Bertholet doğru söylüyor: “Sartre’ın adını anmadan yirminci yüzyıldan söz edilemez.” O halde kimdir Sartre? Neden yirminci yüzyılın bu denli önemli bir ismidir? Verdiği kavgalar nelerdir? ÇOCUKLUKTAN KOVULAN SARTRE 1905’te dünyaya gelen Sartre, gelecekte kökten değişecek bir yüzyılın tanığı; o dönemlerin söz sahibi bir aydını ve sonrasına taşınacak düşünce ile edimlerin öznesi olacağını elbette kestiremezdi. Daha on beş aylıkken babasını yitiren küçük adam, bu yitimi kendi içinde yaşarken; adeta kendi ölümü gibi görür. Ancak babasının ölümünün kendisini kurtardığını düşünür; Sartre, babasının hiç olmadığına inanır neredeyse, onun için eksik bir figürdür yalnızca. Babanın yarattığı boşluğu neredeyse tamamen dolduran anneye, bu konuda büyük baba da eşlik eder. Sartre için küçüklüğünde anne her şey demektir; onun yanında gerçek hayatı yaşadığını duyumsar. Bu dönem aynı zamanda okuma alışkanlığını edindiği yıllardır. Zamanından etkilenip, bir şeyler yapmaya çalışma isteğinin ilk nüveleri de yine çocuklukta belirir. Annesinin yaSAYFA 16 nındaki fazla düzenli ve sakin hayatı Sartre’ı çoktan sıkıntıya sokmaya başlamıştır. Okuduğu romanlardaki kahramanlık düşlerinin, benliğinde alevlenmesi de bu yüzdendir. Yazmaya o yıllarda koyulan Sartre için kalem oynatmak, “kimliğini ortaya çıkarıp bütünleyen bir eyleme” dönüşür (s. 43). 1914’te patlak veren savaş, aile ortamında yaşamaya alışkın Sartre’ı yeni bir okula devam etmeye sürükler. Arkadaşlarıyla ilişkisi kısıtlıdır. Dolayısıyla kendini kapatır ve burada hiçbir şey öğrenemez. 1915’in sonlarına kadar devam eden sürecin ardından tekrar özel öğretmenlerin kapısı çalınır. O dönem neredeyse bir tutkuya dönüşen yazma, var olma ile eş anlamlı hale gelir: “Yazmak onun var olmasını sağlar; var olmak bir yazma aracına bürünür” (s. 53). Zaman da bu bağlamda belirsizlik ve bir yapıtı tamamlamak adına didinilen ileri atılımdır. Sartre için bir “görev” evliliği olan annesinin ikinci birlikteliği, 1917 yılını dönüm noktası kılar. La Rochelle’e taşınan aile, annesiyle Sartre’ın ilişkisinin bozulmaya başlamasıyla sarsıntı geçirir. Sartre, bu yılları hayatının en kötü dönemi olarak adlandıracaktır. Üvey baba, “anneyi ondan çalan, dünyanın tadını kaçıran bir heriftir” Sartre’ın gözünde; nefret simgesinin ta kendisidir. “Çocukluğundan kovuluşun” anlatımıdır bu yeni zaman dilimi. Kendini “öteki” gibi görmeye başlar ve dünyaya gelişinin herhangi bir anlamı bulunmadığını duyumsar. Ama dünyadaki varoluşunun David Levine’in çizimi Sartre’ın “ölen bir çocuk karşısında Bulantı bir ağırlık taşımaz” biçiminde özetlenebilecek sağlam ahlak anlayışını yansıtır. önemsiz olmadığını anlatmak için tepki göstermeye kararlıdır. DÜNYAYI YENİDEN YAPMANIN YOLLARI Lise yıllarında “dünya bilgisi” şeklinde nitelediği felsefe sayesinde Sartre, gerçekçi ve kuramcı olur: “Olanı göstermek ve açıklamak gerekir; bir roman tez savunur” (s. 84). Felsefe onu bir yolculuğa çıkarır, özgürlük üzerine derinlikli düşünmeler içine dalar. Lisenin felsefe sınavında başarısız olan Sartre’ın vazgeçmeye niyeti yoktur. Kötü sonucu ciddiye alır ama bunun özel ilişkilerinin bir yansıması olduğunu da düşünür. Yeniden çalışmaya koyulan Sartre’ın gözü, Sokrates ve Descartes üzerindedir. Simone de Beauvoir’la tanışması da bu uzatmalı çalışma ortamına denk düşer. Sartre ve Beauvoir, özgeçmişleri birbirine benzeyen bu iki insan, bir kültür biriktiricisi olarak yaşamlarını keşfetmeye koyulur. Felsefe, sanat ve gezi, her ikisinin de hayatının merkezindedir. Dünyayı tanımaya çabalayan Sartre ve Beauvoir, yeni düşünceleri; varoluşçuluğa giden yoldaki yapı taşlarını, özellikle de Husserl’in fenomenolojisini yanı başına alır. Bu arada Sartre fenomenoloji araştırmaları için kazanın kaynadığı ve Hitler’in iktidarını sağlamlaştırdığı Almanya’dadır. Berlin’de gördükleri onu rahatsız eder: Resmi geçitler, üniformalar şiddet ve sokak ortasında yakılan kitaplar... 1934’te “dünyayı yeniden yapmak” gibi bir çıkış yolu bularak felsefesini inşa etmeye koyulur. 1938’de Bulantı’yı yayımlayan Sartre, edebiyat ve felsefe çevrelerinde iyiden iyiye tanınır. Tüm yaşamı boyunca zihnini kurcalayacak olan soru da aynı yıl şekillenir: “Özgürlük nerede başlar, kişinin ve topluluğun payları bilinçlerde nasıl kesişir?” (s. 199). İnsanın kendisine “verilen”le yetinmemesi gerektiği; seçimin insanda olduğu ve kendi kendisini kurma zorunluluğu bulunduğuna ilişkin düşünceler bu sorunun peşi sıra gelir. 1939’da yayımlanan Duvar, Sartre’ın yazarlığını pekiştirir ve edebiyat dünyasından övgü alır. Anıtlar yıkılmaya başlamıştır. Nazizmin yarattığı körlük ve şiddet ise Avrupa’ya dalga dalga yayılmaktadır. Patlak veren savaş, yıkım ve Sartre’ın askerlik görevi sırasında karşılaştıkları, baş yapıtı Varlık ve Hiçlik’in iskeletini oluşturur. Almanlara esir düştü ¥ B Simone de Beauvoir ve Sartre, yirminci yüzyılda birlikte üreten ve beraber yaşayan aydınların başında geliyordu. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1019