13 Kasım 2024 Çarşamba Türkçe Subscribe Login

Catalog

K kuduğu kitaptan ötürü herhangi insanın, bir anda değiştiğini, yaşamının altüst olduğunu dile getiren önerme olgusal yaşamda ne ölçüde karşılık bulur dersiniz? Ne ki söylediği herhangi sözden ötürü tüm yaşamı bir anda değişen insana rastlamak daha olanaklı herhalde. Bunun sanat dünyasında azımsanmayacak örnekleri söz konusu... Hallacı Mansur, Nef’i, Pir Sultan Abdal, Thomas More, Giordano Bruno söyledikleri sözlerden ötürü, sözlerini geri almadıkları için yaşamlarını yitirenlerden... itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Bir yazarı sorgulamak... O O halde okunan söz ayrı, söylenen söz çok ayrı. Öyle ya okuduğunuz sözle ilişkiniz ilinekseldir, söylediğiniz söz özsel nitem yükler size... Nitekim Erasmus Deliliğe Övgü’yü More’a adarken, bir biçimde bunu söze de dönüştürmüş oldu. Yakın zamanda yaşanan Sabahattin Ali cinayeti de, Nâzım Hikmet’e on yıllar boyu reva görülen işkence de yine kendi sözlerinden kaynaklandı, kuşku duyulabilir mi bundan?.. Söz, söyleyenin başına türlü belalar açıyor da bunları okuyanlar hiç mi etkilenmiyor peki? Bir gün, diyelim bir şeyler okuyor da insanlar, hayatları hiç mi değişmiyor? Kişinin, okuduklarından etkilenmediği düşünülemez elbette. Örneğin geçmişte toplumcuların sosyalizmi öğrenmek için gizli saklı, bin türlü tehlikeyi göze alarak okuduğu kitaplar az belalar getirmemiştir kişilerin başına... Günümüzde bu ölçüde yaygın baskı yaşanmıyor gibi görünse de bunun kandırıcı olacağı unutulmamalı. Çünkü kimselerin cesaretlenip öne atılamadığı, sonuçta “söz” etmeye yüreklenemediği böylesi ortamda, ilginçtir, bunun tam karşıtı bir “söz” dayatması yaşandığı söylenebilir herhalde. Söz söyleyebilmek yürek isteyen bir iş. Sözü kendi dışına kendi sesiyle çıkarmak ise göze almak anlamına geliyor. Hallacı Mansur’un “Enel Hak” sözü, Pir Sultan Abdal’ın “Ben de (...) Şaha giderim” deyişi örneklenebilir. Oysa başkalarının sözünü okumak, sürüye katılmak değilse de kitleselleşip buna uymak demek. Üstelik tehlikesiz de. Bu yüzden hiç kimsenin hayatı, okuduğu kitaptan ötürü kolayca değişmiyor öyle hemen. Söz söylemeye kalkışanların başına çok iş gelebiliyor... Nedim Gürsel, son romanı Allah’ın Kızları (Doğan, 2008) adlı yapıtına “Önce Söz yoktu, hayır. Önce bu kum denizi, bu taşlar, bulutsuz mavi gökte yakıcı güneş vardı. ...Yine de önce Söz vardı, çünkü her şey Söz’le başladı, Allah’ın adıyla. Adlarıyla” diyerek giriyor. Romanın ilerleyen sayfalarında ise “Tanrı kelamın(dan) değil ölümlü ve günahkâr insanın ağzından çıkan ve can çıkmadan çıkmayan o tehlikeli söz”e getiriyor... SORGULAMA, YASAKLAMAYLA GEÇEN BİN YILLAR... Yasaklanan ilk yapıt olarak Homeros’un İlyada’sı gösterilir. Yasaklayanlar da Atinalılar olmuştur, tutup Anadolulular yasaklayacak değildi ya İlyada’yı? Bunun ilk yasaklama olduğu kesinlemesi bir o denli güç görünüyor bana. Yasak, tabu, dogma, bunun gereği sorgulama, cezalandırma Homeros’tan da Sokrates’ten de çok öncelerde başlamış olmalı. Bu sorgulayıcı tutumun bize sınıflı toplumun armağanı olduğu söylenebilir. Çünkü sorgulamayla cezalandırmanın ekin içi kılınabilmesi yasak, tabu, dogma gibi kavramların daha önce gelmiş olmasını gerektiriyor. “Söz”e Tanrısal niteleme yüklenmesi, bu bağlamda kutsanması bununla ilgili olsa gerek. Nitekim Kutsal Kitabın “söz”le başlaması da bunu pekiştiriyor. Oysa uygarlık tarihçileri sözle değil, “eylem”le başlatıyor evreni, gelişimi. O halde söz denildiğinde eylemsel gücü olan, eyleme dönüşücü gizilgüç barındıran bir kavramsallık anlaşılmalı. Kavramsallaştırmanın, görece “mutlaklık” savı taşıyacağı öngörülebilir. Bir yerde yasak, ceza varsa, bunları temellendirici “mutlak söz” de olacaktır elbette. Geçmişten günümüze tarih sahnesinde boy göstermiş buyurganların kendilerine “söz”le alan açmaya çalışması, yapıp etmelerini sözle temellendirmesi göz ardı edilmemeli. Hitler’in “Kavgam” savsözü, kimilerinin, söyledikleri sözde “yücelik” varmışçasına bunun “sözleşme” bağlamında düşünülmesi gerektiğini vurgulaması hep bu yönde alınacak veriler! Hele günümüzde böylesi eğilimlerin iyice yaygınlaştığı, mahalle baskısının, mahalle buyurganlığıyla, buyurganlarıyla örtüştüğü, buyurganlaşma sürecinin erkek egemen kavrayışla, yanı sıra şiddetle birleşerek tam bir uyuşma gösterdiği görülüyor... Çağımız yeniden “söz” evresine kayarken buyurganlık, kendi dışındaki yaşam alanına kısıtlar koymakta yarışa girmişçesine durum sergiliyor. Bin yıllara yayılan bu süreç şiddeti de kültür içi kıldı sonunda. Nice yazar Tanrı’nın ya da buyurganın sözüne karşı söz etmeyi göze aldığı, aykırı söz söyleyebildiği için insanlığın önünü açtı. Ama aynı zamanda bunun bedelini ödedi. Öldürüldü, işkencelerden geçirildi, zindanlarda çürütüldü, prangalara vuruldu, sürgünlere gönderildi, mahkemelere verildi, susturuldu, susturulmaya çalışıldı... DENİZİN DEĞİL İNSANLIĞIN FENERİ... Ancak bu yazarların insanlığın feneri olduğu göz ardı edilebilir mi? Onlar, göze aldığı onca tehlikeye, acıya, sıkıntıya, kuşatılmışlığa karşın, bir doğal yönseme halinde “söz üzerine söz kondurma” doğrultusunda tutum sergiliyorsa, bunu insanlığın şansı olarak almak gerekiyor yanılmıyorsam... Yeryüzünün tüm anakaralarında tüm dillerde söz üstüne söz kondurmayı sürdüren bu yazarlardan biri de Nedim Gürsel... Yazarın son romanı Allah’ın Kızları için dava açılmış olması, bütün bunları bir kez daha düşündürdü bana... Ne demek “Allah’ın kızları”? Orhan Hançerlioğlu, İslam İnançları Sözlüğü’nde (Remzi, 1984) “Uzzâ” maddesinin karşılığında şunları yazıyor: “İslamlık öncesi Arap putlarından biri... Necm suresinin 19.20. âyetleri şöyle der: ‘Ya Lât ve Uzzâ’ya, bir de Menat’a ne dersiniz? (efere’eytümüllâte vel’uzzâ ve menâtessâlisetel’uhrâ)’. Bu âyette de görüldüğü gibi Lât, Uzzâ ve Menât adlarını taşıyan bu puttanrı üçlüğü kızlar adıyla anılıyordu, çünkü anaerkil düzenden kalma bir gelenekle dişiydiler. Uzzâ sözcük anlamında güçlü (kudretli) demekmiş. Hz. Peygamberin ünlü ozanı Hassan bin Sâbit’in anlattığına göre bunun asıl tapım yeri (mâbedi) Mekke’den Tâif’e giden yol üstündeki Nahle vâdisinde bulunuyormuş. (...) Özellikle Kureyş’lilerin taptıkları bu üçlüğe Allah’ın kızları da denirmiş, demek ki bunların üstünde bir Allah tasarımı da var.” Hançerlioğlu, “Lât” maddesi için de şu notu düşüyor: “AlLât deyiminin Alİlâhât’tan geldiği ve ilâhe demek olduğunu ileri sürenler bulunduğu gibi Arapların Alilat ya da Alitta dediklerinin Antikçağ Yunan tanrıçası Aphrodite olduğunu ilerisürenler de var. Nitekim Araplar Dionysos’a da Opatal derlerdi.” Bunları niye alıntıladım? Gürsel’in “Allah’ın kızları” deyişiyle roman evreni kurarken kendisine dayanak yaptığı kavramsal gereçleri ne yönde kurgusal gereçlere dönüştürdüğüne yarattığı kahramanları bununla ilişkilendirmede zorunluluk bağlarını nasıl kurduğuna getirmek için sözü... BİR ÇOCUĞUN YAŞAM EŞİĞİ: “ALLAH’IN KIZLARI”... Nedim Gürsel’in Allah’ın Kızları (Doğan, 2008) adlı romanını okurken ille bu türde bilgi zorunlu mu peki? Elbette hayır... Çünkü roman, adı üzerinde romandır, yani tarih kitabı, dinler ya da peygamberler tarihi değil, romandır yalnızca. Korkulup ürkülmesine gerek duyulmayacak ölçüde yalın, yalnız, ama bu yalınlık, yalnızlık ortasında bin yıllara bırakılan “söz”dür, “ses”tir... Neden peki? Roman gerçekliğiyle olgusal gerçeklik birbirinden çok ayrı¥ dır da ondan. Romanın gerçekliği SAYFA 20 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1010
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear