Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Kojin Karatani’den ’Transkritik’ Transkritik ya da yanılsamadan hakikate “Marx’ın, Engels’in, Lenin’in, Mao’nun metinleriyle ve ikincil yorumlardan oluşan topyekun Marksizm dediğimiz külliyatla handiyse profesyonelce ilgilenen biriyim. Marksizmin bu uzun (ya da kısa mı demeliyim) serüvenini olabildiğince içerden takip etmeye çalıştım ama Karatani’nin Transkritik’ini okuduğumda büyük bir şaşkınlık yaşadığımı itiraf etmeliyim. Kojin Karatani Transkritik’te Marksizm diye bilinen, öylece bildiğimiz yanılsamanın temeline dinamit döşüKojin Karatani yor. Çetrefil meseleleri büyük bir başarıyla, son derece yalın ve anlaşılır bir üslupla ele alıyor Karatani. Sürekli olarak Kant’ın kavramsal araçlarını ve yöntemini Marx’ın araçları ve yöntemiyle karşılaştırarak, her iki müdahalenin taşıdığı benzerlikleri birer birer ortaya koyuyor.” Sözleriyle dile getiriyor Ahmet Öz, Kojin Karatani’nin kitabına olan ilgisini. Ë Ahmet ÖZ erlin Duvarı’nın yıkılışı (1989) sadece bir süper devletin tarih sahnesinden silinmekte olduğunu haber vermiyordu. 1917 yılında gerçekleşen Bolşevik devrimle kurulan Sovyetler Birliği, İkinci Bölüşüm Savaşı’nın hemen ardından, 1946 yılında imzalanan Yalta anlaşmasıyla fiilen dünyanın iki “efendisinden” biri olmuştu. Dolayısıyla Duvar’ın yıkılmasıyla (ve 1991 yılında Sovyetlerin çözülüşüyle) birlikte dünya, sermayenin küresel egemenliğine terk ediliyordu. Küresel sermayenin “mutlak” ve “kaçınılmaz” zaferini temsil eder bu tarih. Ve bu durum karşısında sosyalistlere, komünistlere, Marksistlere artık geriye dönüp reel sosyalizm deneyimlerini eleştirmek, yanlışların ve doğruların bir çetelesini tutmak düşüyordu sadece. Öyle de yaptılar, ama sapla samanı birbirine karıştırarak. O tarihten bugüne kendi dar ve dargın havsalasına sığıştırabildiği bir Marx imgesiyle cebelleşip durmakta ‘Yeni Sol’ (Ana akım Marksistler, sosyalistler, exMarksistler, liberaller ve sosyal demokratlar). Liberal ideolojiyle dolayımlanmış melez bir söyleminin ışığında (ya da karanlığında mı demeliyim) hayali bir Marx’la hesaplaşmaktalar. Bu durumun özellikle ve bilhassa Batı Marksizmi için geçerli olduğunu belirtmem gerek. Doğu Marksizmiyse henüz bir idealdir (ya da en azından Kojin Karatani’nin Transkritik: Kant ve Marx Üzerine isimli kitabını okuyuncaya dek öyleydi benim için) ve kendini deneyimin ışığında biçimlendirmeye çabalamaktadır. Bütün bunları niçin yazıyorum? Bana bu yazıyı yazdıran şey yukarda bahsettiğim ve tarihsel bir müdahale olduğuna inandığım kitap: Transkritik. Şöyle diyor önsözde Karatani: “…Sosyalist bloğun 1989’da çökmesi beni duruşumu değiştirmeye zorladı. O zamana kadar ben de başkaları gibi Marksist devletleri ve komünist partileri sert bir şekilde eleştirmekteydim. Bu eleştiri, söz konusu kurumların mevcut varlıklarını ve ebediyen var olacaklarmış gibi görünmelerini sorgusuz sualsiz kabul ediyordu. Onlar yaşamaya devam ettikleri sürece sırf onları olumsuzlayarak bir şeyler yapmış olduğumuzu hissedebiliyorduk. Çöktüklerinde “Ben şahsen Kantçı ve Marxgil eleştirinin etkilemediği ya da onların dışında kalan hiçbir şey olmadığına kani oldum. Bundan ötürü bu projede, matematiksel temeller teorisi, dilbilim, estetik ve ontolojik felsefe (yani, varoluşçuluk) da dâhil olmak üzere mümkün olan bütün alanlara dalmakta tereddüt etmedim. Genelde sadece uzmanların ilgilendiği sorunları ele aldım.” Açıkçası ben de Karatani’yi okuduktan sonra kani oldum ki Marx, Kant’ı mümkün kılan uğraktır ya da viceversa... Patlama halinde bilim felsefesinden dilbilime, psikanalize, dile, fiziğe, matematiğe ve siyaset teorisine, siyasal iktisattan sanat ve edebiyat kuramına sıçradığını, oradan da Kant ve Marx’a geri döndüğünü görüyoruz kitap boyunca Karatani’nin… Descartes’tan Heidegger’e, Husserl’e varıncaya dek öznenesne meselesiyle ilgili tüm bir literatürü altüst ederek, Kant ve Marx’ın konumlarını (aslında konumsuzluğunu ya da “transkritik” eleştirel konumlarını) yeniden tanımlıyor ve yepyeni bir diyalektiğin kapılarını açıyor Karatani. Nesnenin indirgenemez çatışkısıdır bu. İşte bu indirgenemez yarık gerçeğin ta kendisidir. Zizek Paralaks adlı yapıtında şöyle ele alıyor bu sorunu: “Transkritik adlı etkileyici kitabında, Kojin Karatani bu tür bir ‘paralaks bakış’ın eleştirel potansiyelini öne sürmeye çalışıyor: terimin tam Kantçı anlamıyla çatışkılı bir tutumla karşılaştığımız zaman, bir görünüşü bir başkasına indirgemeye yönelik (ya da, daha çok, bir tür karşıtların ‘diyalektik sentezini’ kurmaya yönelik) bütün çabalarımızdan vazgeçmeliyiz; tersine, çatışkıyı indirgenemez bir şey olarak ilan etmeli ve radikal eleştiri konumunu, bir başka konuma karşıt kesinlikle belirli bir konum olarak değil, konumların kendi aralarındaki indirgenemez yarık, aralarındaki tümüyle yapısal çatlak olarak kavramalıyız. Kant’ın tutumu bu yüzden ‘şeyleri ne kendi bakış açısından, ne de başkalarının bakış açısından görmek, fark (paralaks) aracılığıyla sergilenen gerçeklikle yüzleşmektir.’” İki bölümden oluşan metnin tamamına yayılan ve derin birçokdisiplinli, çokdilli, çokkültürlü birikimin ürünü olan saptama ve düşünceler, en hafif tabirle çarpıcı. Kant üzerinden girişilen bilim tarihinin temel sorunlarıyla hesaplaşmanın, Kant’ın yarattığı radikal epistemoloji aracılığıyla adım adım nasıl çözümlendiğini okur rahatlıkla izleyebiliyor. Bu çetrefil meseleleri büyük bir başarıyla, son derece yalın ve anlaşılır bir üslupla ele alıyor Karatani. Sürekli olarak Kant’ın kavramsal araçlarını ve yöntemini Marx’ın araçları ve yöntemiyle karşılaştırarak, her iki müdahalenin taşıdığı benzerlikleri birer birer ortaya koyuyor. Bu nedenle aslında tek ve kesintisiz bir anlatıyla karşı karşıyaymışçasına rahatlıkla takip edebiliyor okur bu iki bölümü. Bu kitabın temel sorunlarını bu sayfalarda özetlemek bile mümkün değil. İşte bu nedenle burada değineceğim meseleler sadece benim için en hayati değerde olanlardır. Okur bu kitabı, bu benzersiz müdahaleyi (abarttığım düşünülmesin, gerçekten de öyle) tekrar be tekrar okuyarak kendi kararını vermeli. FARKLILIK OLARAK MÜBADELE... İmdi metne dönüp Karatani’yi dinleyelim: “Sanayi kapitalizminin gelişimi, bu gelişimden önceki tarihe üretim noktasından bakmayı mümkün kılmıştı. Demek ki Adam Smith on sekizinci yüzyılın ortalarına gelindiğinde tarihsel materyalizme benzer bir tavır alabilirdi. Fakat tarihsel materyalizm kendisine vücut veren kapitalist ekonomiye ışık tutamaz. Bence kapitalizm, ekonomik altyapı gibi bir şey değildir. İn ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 965 B ise, eleştirel duruşumun paradoksal bir şekilde onların varlığına yaslanmış olduğunu fark ettim.” Duvarın çöküşüne dek yaşanan her şey aynı: Batılı ‘Yeni Sol’ ve onlardan ilham alan bizim solcularımız da aynı eleştirel tavır içindeydiler. Ama ardından iki farklı tutumla karşı karşıya kalıyoruz. ‘Yeni Sol’un (neredeyse) tümü birden yüzlerini kapitalizme/neoliberalizme döndüler, orada özgürlüğün olanaklarını aramaya başladılar, farklı kavramlar ve farklı söylemlerle… “Şüpheci görecilik, çoklu dil oyunları (ya da kamusal mutabakat), şimdiki zamanın estetik bir şekilde doğrulanması, ampirik tarihselcilik, altkültürlerin (ya da kültürel çalışmaların) kıymete binmesi vs. altüst edici kudretini yitirdi ve bu nedenle hâkim, yönetici düşünceye dönüştü. Bugün bütün bunlar iktisadi açıdan ileri ulusdevletlerdeki en muhafazakâr kurumların resmi doktrini haline geldi.” Bu kavram ve pratikler, ‘Yeni Sol’un, Duvar’ın çökmesiyle yaşadığı şaşkınlığa alternatif olarak ürettiği melez söylem etrafında örülmüş, liberal ideolojiyle malül “kapitalizm içi çözüm” arayışlarının ürünüdür ve sonuna dek günahkârdırlar. İşin tuhaf yanı şu, ülkemizde hâlâ solcular bu söylemlerle hemhal olmaktalar, oysa Karatani’nin de belirttiği gibi Batı’da “en muhafazakâr kurumların resmi doktrini haline geldi” Sözün kısası Marksizm diye bilinen bir hayaleti referans alarak Marx’a saldırmaya başladı Yeni Sol. Temel hedef Lenin’in temsil ettiği devrim yoluyla kapitalizmi aşma düşüncesiydi ama Marx da pek masum değildi hani! Kapitalizmi komünist devrim yoluyla aşma fikrini yani tarihin ve aklın bir amacı, telos’u olduğu fikrini Lenin Marx’tan almıştı sözüm ona. İşte tam bu noktada ayrılıyor Karatani bu ‘Yeni Sol’dan. Yine kendi tabiriyle Duvar’ın çöküşü onu, duruşunu değiştirmeye zorluyor ve hemen sonra Kant’la tanışıyor. Kant üzerinden Marx’a dönüyor, “belirgin bir paralaks”la yeniden okuyor Marx’ı. Bu dönüş, paralaks çok önemli! PARALAKS YA DA KONUM DEĞİŞTİRME OLARAK ELEŞTİRİ... Evvela şunu söylemem gerek, Marx’ın, Engels’in, Lenin’in, Mao’nun metinleriyle ve ikincil yorumlardan oluşan topyekun Marksizm dediğimiz külliyatla handiyse profesyonelce ilgilenen biriyim. Marksizmin bu uzun (ya da kısa mı demeliyim) serüvenini olabildiğince içerden takip etmeye çalıştım ama Karatani’nin Transkritik’ini okuduğumda büyük bir şaşkınlık yaşadığımı itiraf etmeliyim. Kojin Karatani Transkritik’te Marksizm diye bilinen, öylece bildiğimiz yanılsamanın temeline dinamit döşüyor. Üstelik bunu doğrudan doğruya Marx’a yaslanarak yapıyor. Ama önce Marx’a ve Kant’a dönüşü mümkün kılan paralaks terimini açıklamam gerek. “Tayin edici olan, konumlar arasındaki ‘paralaks’tır. Kant da eleştirel bir şekilde bir oraya bir buraya doğru salınıyordu: Sürekli olarak, hâkim rasyonalizmin karşısına ampirizmle ve hâkim ampirizmin karşısına da rasyonalizmle çıkıyordu. Kantçı eleştiri bizatihi bu hareketin içinde var olur. Aşkın eleştiri, sabit duran bir tür üçüncü konum değildir. Yanal (transversal) ve konum değiştirmeye dayalı (transpositional) bir hareket olmadan var olamaz. İşte ben de bu yüzden Kant ile Marx’ın hem aşkın hem de yanal olan o dinamik eleştirilerini ‘transkritik’ diye adlandırmayı tercih ediyorum.” Buradaki hayati uğrak, kişinin öznel bakışının bir “göz yanılgısı” olması değil, başkalarının nesnel bakışının da aynı kaderi paylaşıyor olmasıdır. (“Başkalık” kavramının hayati önem taşıdığını ve popüler kullanımlarının aksine Karatani’de “indirgenemez bir ötekilik, farklılık” anlamına geldiğini belirtmem gerek.) Dolayısıyla tez de antitez de bir yanılgıdır. Ve nesne ancak tüm bu perspektifler arasında yer alan ve hiç durmaksızın salınan ‘paralaks bakış’la kuşatılabilir. Nesne karşısında takınılan bu tutum devrim niteliğindedir ve fark edilememiştir yazık ki: Nesneye konumlar arası çatlaklardan, yarıklardan bakmak! Yukarda söylemeye çalıştığı şey şu Karatani’nin, eleştirerek konum değiştirmeyen, tersine konum değiştirerek eleştiren, herhangi bir topos’u olmayan, yani dizgelerin, sistemlerin çatlakları arasında yaşayan eleştirmenlerdi Kant ve Marx. Sadece bir kavram olarak bakmamak gerek transkritiğe ya da paralaksa, Karatani muhteşem bir analizle temellendiriyor yukarda alıntıladığım saptamasını. Nasıl mı? SAYFA 4