Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Kitaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Öykü Zamanı: Öykünün Mayısı... S iz bu yazıyı okurken, Nisan sonlarında çıktığım Doğu yolculuğum sürüyor olacak hâlâ. Kars, Ardahan, Erzurum, Van, Bitlis… Oysa tam da bu tarihlere gelen günlerden biri, 6 Mayıs, Erdal Öz’ün ölüm yıldönümü. Bari bu kez adına gerçekleştirilen etkinliklere katılabilseydim… Ama olmadı. Düşündüm, hazır Iğdır çevresindeyken, Erdal Öz’ün öykücülerinden sayacağımız Hasan Özkılıç’a, öykücülüğümüze, öykü yazarlarımıza getirebilirim herhalde dedim, konuyu. Hem zaten öykünün mayısında sayılmaz mıyız? Yıllardır mayıslarda, haziranlarda öyküye yer açmıyor muyum geniş biçimde? İşte öykü, işte Erdal Öz, işte Hasan Özkılıç… kalacaktır kadını ele veren. Kadın karakterlere yüklenen bu gizil, büyülü nitelik, öykülerden başka bir havanın fışkırmasına yol açıyor. Üzerinde bahar buharı tüten topraklar, kar, boran, doğanın çullu çulsuz bin hali, sonra kuşlar… Kuşlar örneğin Cemil Kavukçu’da, Mahir Öztaş’ta da vardır ya onun kuşları bambaşka yerde durur öykülerde. Bütün bunlar yine de, öyküyü dokuyan bildik öğeler olarak alınabilir pekâlâ. Ama onun öyküleri, bu bilindikliği yanında, birden en bilinmedik uçurumlarla bizi sarsıp silkeleyen alanlar açıyor önümüze… İnsanın derisini pul pul kaldıran, diken diken eden bir öyküleme bu, sözlü anlatıyla yazınsal olanın odağında. Bütün bunların öyküde çarpıcı ritüellerle buluştuğu, bunlarla karılan öykülerin şaşırtıcı büyülerle karşımıza geldiği unutulmamalı bu arada. Öykülerde işte bu uçurumların eşiğine geliniyor, ta dibine… SÖZLÜ ANLATIYLA YAZINI ÖYKÜDE BULUŞTURMAK... Gerçekten de Hasan Özkılıç, insanı içine çeken uçurumlar gibi yazıyor öykülerini. Yalın ama sarsıcı, insanı ortadan yarıverecek gibi irkiltici anlatımla. Böyle olunca okur, yakalandığı büyünün ayırdına ancak sonradan varan biri gibi, öykünün sonunda ışığa yakalanmışçasına donup kaldığında yansıtıyor tepkisini. Sabahattin Ali, Orhan Kemal öykücülüğünden düşünsel, yaratısal esinler aldığı kabul edilebilir belki, ama bir büyülü gerçek odağında bu ikilinin değil de Yaşar Kemal, Osman Şahin öykücülüğünün ardılı olduğu düşünülmeli daha çok onun. Hasan Özkılıç’ın, Sabahattin Ali’ye, Orhan Kemal’e yakın durmasından çok örneğin Bekir Yıldız’la, Necati Güngör’le ilişkilendirilmesi daha olası geliyor bana. Bunun nedeni var elbette. Çünkü Sabahattin Ali ile Orhan Kemal öyküyü yazarak verimliyor, oysa Yaşar Kemal’le Osman Şahin’in, anlatı geleneğinin yazınsal sarmalında öyküyü kaleme aldıkları söylenebilir. Bekir Yıldız’la, Necati Güngör’le yakınlığı bu noktada kendini gösteriyor Özkılıç’ın. Çünkü Güngör de, tümünde değil ama kimi öykülerinde anlatı geleneğinin ardılı görünüyor daha çok. Bunun gibi Bekir Yıldız öykülerinin kimilerinin anlatı sanatına yakınlığı anımsanmalı burada. Hasan Özkılıç, “Bizim toprağımızın özelliği mi bu, böyle sevdalara batıp batıp çıkanlardan geçilmez” (Gönlümün Şirazesi Bozuldu, 37) derken, bu tutumunun nerelerden beslendiğinin de ipucunu veriyor öyleyse. Gerçekten de öyküler yer yer masal, yer yer destan havası yayan tutum yansıtıyor olabildiğince. Çünkü öyküsünü, anlattığıyla değil anlatımıyla, yukarıdan bu yana özetlemeye çalıştığım biçemiyle karıyor yazar. Ancak bu öykülerin hiç mi hiç acılı, hüzünlü gülümsemeler içermediği düşünülmemeli. Ne ki bu, bir Doğu bilgeliğinin izdüşümü bağlamında alınmalı daha çok. Kaldı ki Hasan Özkılıç’ın öykülerinde Doğuyla birleşen, Doğu söylenleriyle örtüşen bir yan da görülüyor aynı zamanda. Bu, ötekilerden ayrılarak yalnızca, Özkılıç’ta rastlanan özellik bağlamında alınabilir sanıyorum. Halk anlatı geleneğini, halk hikâyeciliğini, kimileyin yer yer Anadolu söylenlerini de ustalıkla harmanlayıp kullanabiliyor yazar. Hatta Gönlümün Şirazesi Bozuldu’da belirgin olmak üzere, yine bütün öykülerinde halk müziğinden, özellikle türkülerden, uzun havalardan, bir anlatı gereci olarak değil yalnız, bunları öykü evreninde gezindirerek de yararlanıyor. Hasan Özkılıç’ın Iğdır’ın çevresinde dolaşırken, bu öne sürüşlerim için yöreyle örtüşen gerçeklikler, bunların sanatsal düzlemde soyutlayımı, dönüştürümü üzerine yeniden düşünce gezintilerine çıkacağımı kestirebilirsiniz kolayca… Evet, mayıs, haziran çiğdem zamanı, öykü ayı… Döndük dolaştık yine mayısa geldik. Mayıstan mayısa, Sait Faik’ten Erdal Öz’e daha pek çok mayıslarda buluşacağız kuşkusuz. Oktay Akbal, “Git mayıs, git başımdan” demişti bir yazısında… Biz ne diyelim? Gel öykü, gel, gel… ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 951 Daha önce de “Erdal Öz’ün Öykücüleri” başlığıyla yazılar kaleme almıştım “Kitaplar Adası”nda. Böyle bir başlıktan amacım, öykücü yayıncı olarak Erdal Öz’ün nasıl da geniş bir yelpazede öykü yazarını dağarına kattığını vurgulayıp bu bağlamdaki özel yerini, konumunu göstermek yalnızca. Nitekim Can Yayınları’nın, yirmi beşinci yıldönümleri için yayımladığı Can Öykü Antolojisi (2007), bunu somut olarak göstermeye yetiyor. Andığım seçkide, öykü kitapları daha önce Can’da yayımlanmış 90 yazardan, 90 öykü yer alıyor. Salt bu sayı bile, “Erdal Öz’ün Öykücüleri” gibisinden bir başlığın ne kadar yerini bulduğunu imliyor olmalı. Yoksa Erdal Öz’ün kendi anlayışı yönünde bir beğeninin altını çiziyor değilim… Buna kim ne karışabilir? Onun öykücülüğü üzerine yazılabilir elbette, nitekim, bu yönde azımsanmayacak yazı kaleme aldığımı söyleyebilirim, sonra başka yazarların öyküleriyle aralarında köprü de kurulabilir, ama sanki kendisi dile getirmişçesine onun adına kimi görüşler öne sürmek olası mı? ÖYKÜNÜN EŞKIYASI: HASAN ÖZKILIÇ... Erdal Öz’ün öykücülerinden biri de Hasan Özkılıç dedim… Öykünün “fedailer mangası”nda tartışmasız yeri olan bir yazar o. Onu tanıyanların bir bölümü, Iğdırlılığını, davranış biçimlerini, konuşma biçemini abartılı bulabilir, bana sorarsanız, öykünün yapyalın bir dervişi o… Çünkü öyküye adanmış, öyküyle yaşanırlık kazanmış, kızı Öykü’yle soluk alıp veren bir yaşamı var bildiğimce Hasan Özkılıç’ın. Onca güç koşullar altında, kan kusarken bile öykü şerbeti içtiğini söyleyerek üstelik… “Öykünün eşkıyası” diyorum, o niye? Bizim öykücülüğümüzde, hele de 1980 sonrasında, kahramanların sınıfsal konumlanışla yer aldığı öyküyü tek o verimliyor da ondan. Bir tek o, halkın, ezilen insanların, özellikle kır emekçileriyle Doğu insanlarının yoksulluklarıyla yoksunluklarına, ekmek için yerinden yurdundan oluşlarına, verdikleri yaşam savaşımına uçurumun en dibinden, onların tarafından bakarak öyküyü yapılandırıyor da ondan… Diyalektik bakışın egemen olduğu, öykü kişilerinin öykü evrenine sınıfsal konumlanışla yerleştirildiği başka öyküler de yazılıyor elbette. Bu doğrultuda azımsanamayacak bir öykücü grubu, öykülerini, hâlâ 1980 öncesi yaklaşımla örüntüleyerek kaSAYFA 26 Böylesi bir ortamda Hasan Özkılıç’ın öyküsü, tam anlamıyla yalnız kalıyor bana göre. İşte onu, öykünün eşkıyası yapan da bu yalnızlığı yanılmıyorsam… Tek başına giden bir öykü atlısı o… Öyküdeki duruşuyla, öykü için verdiği uğraşla, savaşımla, görece böyle bir sanı da hak ediyor galiba. Demek o da bizim öykümüzün eşkıyası... leme alıyor. Ama çokluk, hemen aynı izleklerin, konuların, sorunsalların, sorunların anlatıldığı, anlamlandırmadan uzak bir “hikâye ediş” çıkıyor karşımıza yalnızca. Hasan Özkılıç öykülerinin bunlardan farkı, kendini burada gösteriyor. Sınıfsallığı, toplumsal değil yazınsal temelde yapılandırarak, soyutlayıp dönüştürerek, yazdığını olay aktarısı olmaktan çıkarıp anlamlandırmaya dayandırarak, öykü kılarak gerçekleştiriyor da ondan… Hayır, hakkını yemeyelim, özellikle genç öykücüler arasında, bu yanlarıyla dikkat çekici tutum sergileyen yazarlar yok değil. Örneğin Elif Çınar, Özgür Soylu, Nevzat Güngör, Haydar Demir vb. bunlar arasında örneklenebilir, dergilerde okuduğum kimi öykülerin yazarları da (Dosyasını okuduğum Erkan Tuncay da) bu yönde alınabilir. Bu arada Tuncer Uçarol’la ailesinin, Abdullah Baştürk adına inatla, sabırla, kararlılıkla sürdürdükleri “İşçi Öyküleri Yarışması”nın da bu yönde gerek nitel gerekse nicel açıdan alana büyük erke taşıdığı eklenebilir. Ancak andığım genç öykücüler, ürünlerini öykü sanatının gereklerine uygun verimlerken, alana önemli erke yüklerken; genç, erişkin bunca öykü yazarının açmaya çalıştıkları bu yolda, egemen öykü anlayışının getirdiği karıncalanmayla, tozuyan tipi altında izler silinmeye koyuluyor hemence. Sonuçta bu yönde görenek de oluşturulamıyor ne yazık ki. Böylesi bir ortamda Hasan Özkılıç’ın öyküsü, tam anlamıyla yalnız kalıyor bana göre. İşte onu, öykünün eşkıyası yapan da bu yalnızlığı yanılmıyorsam… Tek başına giden bir öykü atlısı o… Öyküdeki duruşuyla, öykü için verdiği uğraşla, savaşımla, görece böyle bir sanı da hak ediyor galiba. Demek o da bizim öykümüzün eşkıyası… HEM BİLDİK HEM BİLİNMEDİK BİR ÖYKÜCÜLÜK... Hasan Özkılıç, yayımladığı ilk öykü kitabı Kuş Boranı’ndan (İnsancıl, 1998) sonra kitap verimleyişinin onuncu yılında bu yenilerde dördüncü öykü kitabıyla bir kez daha okurun önüne geldi: Gönlümün Şirazesi Bozuldu (Can, 2008) Arada yine Can’dan yayımlanan iki öykü kitabı daha var onun: Şerul’da Beklemek (2002), Orada Yollarda (2005). Bu dört öykü kitabı gözden geçirildiğinde Hasan Özkılıç’ın öyküye taşıdığı öykü evreni, nesnesi, öğesi, kişisi vb. ile bunları soyutlayıp dönüştürme biçimlerinin, sonuçta öyküyü yapılandırışının dikkat çekici yükseklik oluşturduğu görülebiliyor. Özkılıç, sınıfsal tutumunun yanısıra hemen bütün öykülerinde doğaya, insana yönelik sevgisiyle öne çıkıyor aynı zamanda. Bunları, sanki Yaşar Kemal’den Osman Şahin’e uzanan gelenekçi çizginin ardılı olarak yeniden işliyor, bir ritüelle içlidışlı. Doğayı da, insanı da sevgiyle, onurla örülmüş bir haleyle hep yukarıda tutuyor, bunları yere düşürmüyor hiçbir zaman. Onda insani değer de en yalın haliyle öylece duruyor denebilir, katışıksız halde. Aşklarla birlikte elbette. Zaten aşk, bireyin insanlığının en yalın biçimi olarak duruyor, somut gösterge halinde. Kadın, erkek soyunun en onurlu duruşuyla. Emek nasıl en yüce değerse, aşk da en onurlu değeri insanın. Bu çerçevede Hasan Özkılıç’ın hemen her öyküsü, bizi güç doğa koşullarına, insanın önüne çıkarılan her türlü sınıfsal engele karşın doğanın saflığı, bunun somutlanışıyla aşkın yüceliği duygusunda buluşturuyor sanki. Bu ise kendini derin bağlanışlarda, soylu direnişlerde, kendinden geçilerek sergilenen özverilerde, ölümüne bağlı kalınan tutkularda, bütün bir ömrün bağlandığı özlemlerde vb. gösteriyor. Hasan Özkılıç, kadını yücelten, bununla yetinmeyip onu bütün yaşamın biricik gizi, büyüsü haline getiren tutum sergiliyor. Bu yanıyla kadın, hem yakınımızda bir yerde sürekli yolumuzu kesiyor bizim hem de öylesine uzak ki, yanına varmak için fersah fersah yol almamız gerekiyor, alıyoruz da, yolun sonuna ulaşabilsek iyi, ama ne mümkün, biz elimizi uzattıkça o uzaklaşıyor bizden. Zaten kadınların kimi öykülerde, kendilerini kocaman bir göz olarak ortaya koyması, boşuna değil. Onlardan yana bu göz