Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
İnci Aral, öyküye ilk adımları atarken de, gerçeğin inceliklerini gösteren bir dil anlayışına varmıştı. Böyle bir dili işlemek, soyutlamaya giden bir biçem anlayışına uluşmak, sabır isteyen bir çalışmadır. Mustafa Şerif ONARAN Değinmeler “H ayatım roman” diyenlerin içi boş sözlerine gülümsemekle yetinelim. Kimi insanların tekdüze geçen yaşaması öyküye bile gelmez sanılır. Zaten Sait Faik de, “Sakın benden büyük vakalar beklemeyin, ne olur” demiyor muydu? Bakmak başka şey, görmek başka! Tekdüze geçen zamanda, görmesini bilen için öyle ayrıntılar var ki! Öykü ayrıntılar sanatıdır. “Hişt Hişt” gibi gelen ses Sait Faik’e öykü yazdırmak olanağı veriyorsa, o seste bir gizli büyü var demektir. Belki de acımasız doğadaki gizil güçlerden birini sezmişizdir. Görmek, kimi sezgileri yorumlamak anlamına da gelir. Bir öykünün düşlem gücünde canlandırılması da gördüklerine yeni anlamlar kazandırmakla olur. Doğada hiçbir zaman yalnız değiliz. Belki ormanın iç sesidir bizi irkilten. O sesi duymak kolay değildir. Belki ağaçlardır bizi dinleyen. Sessizliğin sesi bile bizi değiştirebilir. Nesneleri tanıdıkça kendimize çekilir, oradaki bir yerde kendimizi ararız. O zaman kendini bulmak, “kendini bilmek” anlamına gelir. Belki de iç gerçekleri görmek kendini bilmekten başlar. Bir olayı anlatmanın da biçeme yansıyan ustalıkları vardır. Ama iç gerçekleri görmek; yaşamanın görünmez boyutlarında zamanı yorumlamak, yanılsama bile sayılsa nesnenin öte yüzünü görmek, düşlem gücümüzle ölümün sınırlarına ulaşmak; düz anlatımı aşarak, gerçeğin bilinmeyen yüzünü tanımak anlamına gelir. Görünmezi görebilmek için nasıl bir “eşik”te durmak gerekir? Handan İnci “eşik” kavramını önemseyen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın iç dünyasını şöyle açıklıyor: “Onun dünyasını açan bütün kavramların/sözcüklerin gelip oturduğu yerdir eşik: Tereddüt, rüya, sis, ikilik, bitmemişlik, arta kalmak, tezat... Fert ve cemiyet, şark ve garp, eski ve yeni” (EŞİK CİNİ, “Eşikte Bir Yazar”, MayısHaziran 2006)... “Eşik” bir yazarın yazarlık serüveninde sezgilerinin somutlaştığı bir aşamadır. Yahya Kemal Beyatlı da bunu bir aşama olarak gördüğü için, bir rübaisinde şöyle der: “Bir merhaleden güneşle derya görünür/ Bir merhaleden Zamanın gizlerini İnci Aral’ın öykülerinde aramak her iki dünya görünür./ Son merhale bir faslı hazandır ki sürer/ Geçmiş gelecek cümlesi rüya görünür.” GERÇEĞİN ÖTE YAKASI Bir öykücü de somut gerçek sandığı görünümlerin arkasında başka gerçekler olduğunu ne zaman anlar? Bir öykücü zamanın görece bir kavram olduğunu anladığı zaman Turgut Uyar’ın sorusunu yanıtlayabilir: “Söyle ey göksu akşamı hafız burhan ölüm ne zaman” Zamanın gizlerini öyküde tanımak olanağını bulan İnci Aral, Ayşe Çavdar’ın sorularını yanıtlarken, bizi, gerçeküstünün çözümsüz bir yerinde bırakıyor: “Ölüm, zaman, yanılsamalar... her üç öğe de gerçeküstüden pay alan, onunla iç içe gelişebilecek soyutluktaydı. O tarafa doğru kaymam kendiliğinden oldu” (EŞİK CİNİ, “Her an her şeyin olabildiği bir ülkede yaşıyoruz”, MayısHaziran 2006). Divan şiirinin gizli ozanlarından Sabit, zamanın görece oluşunun ayrımına varmıştı. Zamanın bilimsel anlamına varmak yeterli olmuyor. Önbilicilerle gökbilimcilerin en uzun geceyi değerlendirmesi, anlamayı daha da zorlaştırıyor. Oysa Sabit diyor ki: “Şebi yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir/ Müptelayı gama sor kim geceler kaç saat.” İnci Aral her kitabında kendini yenileyen bir yazar. Onun kadın duyarlığını öne çıkarması “Ağda Zamanı”nda kaldı denebilir. Ayşe Çavdar’ın onu “kadınları yazan bir öykücü” olarak görmesi, romanlarıyla öykülerini iyi yorumlayamadığını, üstelik İnci Aral’ı öfkelendirdiğini düşündürüyor: “Beni bir ‘kadın yazarı’ olarak etiketleyenlere şiddetle itirazım var. ‘Kadınları yazmışsınız’ derseniz, siz de bu etiketi yapıştırmış olursunuz bana.” Bir yazarın kendine özgü dili bulması, biçem yaratması, sabırlı bir çaba işidir. İnci Aral’ın kadını anlatmasını değil, bu dilin inceliklerinden topluma nasıl baktığını araştırmaktır önemli olan. Ancak ayrıntıları görmeye yarayan soyutlanmış bir dil iç gerçekleri anlatmaya, zamanı yorumlamaya yarar. ZAMAN İnci Aral “Ruhumu Öpmeyi Unuttun”da zaman sorunsalı üzerinde duruyor (RUHUMU ÖPMEYİ UNUTTUN, öykü, Epsilon Yayınları, 2006). Kısa bir zaman parçasına sığan nice zamanlar var. İnci Aral diyor ki: “Zaman büyük bir acının ardından gelen uykuyla uyanıklık arasındaki tanımlanamaz çizgide ne kadar kalıyor belli değil.” Karşıdan gelen arabayla çarpışma, sezilemeyen bir an sorunudur artık. Arabadaki kadın ölürken “boşluğa ve yokluğa açılan zaman” kızıla boyanarak hızla boşalmaktadır. Zamanın sonsuzluğunda insanın ölümsüzlüğünü sınamak bir düş müdür? Ölümden sonra da sevdiğini öpebileceğini uman Fuzuli diyor ki: “Sevdiğimi öpmeden ölürsem, toprağımdan testi yapıp ona su versinler ki, isteğim yerine gelsin”: “Dest busi arzusuyla ölürsem dostlar/ Kuze eylen toprağım sunun onunla yare su” Fuzuli’nin ruh dokusundan oluşacaktır o testi. Bir çeşit ölmezlik kazanacak, susayan sevdiğinin dudaklarına değecektir. Trafik kazasında ölen Lale, toprağında biten lalelerde yaşayacaktır. “Karısının teniyle beslenmiş bu lalelerin yeri onun boş bıraktığı ev değil miydi?” Sulama suyuna yeterince “er suyu” katılarak, tenle beslenen “siyah lale”nin yaşatılması, yaşamaya cinsellikle direneceğimizin simgesidir. Artık yaşamayan bir genç kızın odasında konuk olarak kalmak! “Bazı konuk odaları, başkalarının izleri ve yaşam işaretleriyle dolu yabancı odalar kimi zaman böyle tekinsiz duygular yaratıyordu insanda.” O “tekinsiz” izler ölen bir genç kızın zamanı kurmadaki değişikliklerden geliyor: “Zamanın kesinlik taşımadığını herkes biliyordu. Tek boyutlu değildi çünkü. Bazıları zamanın hep ileriye doğru aktığını, durmadan ilerlediğini sanıyorlardı. Hayır, hayır! Bazen geriye doğru akıyor, bazen de duruveriyordu.” Demek ki geriye doğru akan zamanda “Pembe Kayışlı Saat”ini almıştı genç kız. OLMADIĞIMIZ BİR ZAMANI YAŞAMAK Melih Cevdet Anday “Akan Zaman Duran Zaman” adını koymuştu anılarına. Dışımızdaki zamanın hızlı akışıyla içimizdeki zamanın yavaşlığı arasındaki çelişki insanın ruh dokusunu zedeliyordu. Trafik kazasına yol açan bir anlık dalgınlığında, Kağan da, o yavaş zamanda yaşıyordu: “Durmuş iç saatine özgü, daha kalın dokulu, ağır, daha yoğun ama asla geçici olmayan, anılarla sabitleşmiş durağan bir zamanda.” İnci Aral yaşamanın anlamına varmak için zamanı yorumlamak gerektiğine inanıyordu. Yitik bir zamanı yaşayan Melih Cevdet Anday bir evi, bir merdiveni, birden güneş vuran bir pencereyi anımsayıp; “Çok eskiden yaşadım bu anı ben” diyebiliyor. “Yaşamak anımsamak mıdır?” Bir ses, şaşırtıcı bir görüş, bir yanılsama, bir sanrı yitik bir zamandaki “şaşırtıcı karşılaşma” olarak beliriyor. İnci Aral, sevi ilişkilerinin tekdüzeliğinde, ruh dokusunun nasıl zedelenebileceğini sezdirmeye çalışıyor. Fikret’in canına kıyan eşi, “Ruhumu Öpmeyi Unuttun” derken, çözülen ilişkilerdeki inceliklere duyarsız kalışımızı eleştiriyor. Fikret’in sevgilisi Güleç, canına kıyan kadını nasıl bir sanrı içinde yeniden yaşıyor? İnci Aral, Melih Cevdet Anday’ın “Şaşırtıcı Karşılaşma”sını yorumlar gibidir: “Öyle bir yer, insanın ve her şeyin düşük yoğunlukla dünyadan korunduğu bir yer vardı kesinlikle, olmalıydı. Zamanın içinde sıkışmış olduğumuza inanmak büyük bir yanılgıydı. Evren öylesine büyük ve gizemliydi ki, her şey gibi hayat ve ölüm de bilmediğimiz sınırların ötesine geçiyorlardı bazen.” BİLİNMEYEN İNSAN Yaşamanın görümez boyutlarını anlatırken zamanın göreceliğini sezmek, insanı gizemli yönleriyle yeniden keşfetmek, bir öykücü için önemli bir aşamadır. İnci Aral bir kalıbı yinelemenin dışında, insanın ruh dokusundaki değişimleri görmeye çalışıyor. Aslında böyle bir çalışma kendimizi keşfetmek anlamına gelir. Kendini keşfetmekte, “kendini bilmek” eğitimini gerektiren bir “riyazet” anlayışı da vardır. İnci Aral “tasavvuf” gerçeğini çözmeye çalışırsa; iç içe geçen zamanlardaki göreceliği, değişik mekânların nasıl birbirinin içinde yaşadığını daha iyi anlayacaktır. Ancak, “tasavvuf gerçeği”ne varmak bilgi işi değil, gönül işidir. Gönül gözüyle görmesini bilmek işidir. İnci Aral “Ruhumu Öpmeyi Unuttun” adındaki öyküler toplamında bu gerçeğin gizlerine varmış görünüyor. Daha önemlisi bu iç gerçeği yorumlayan bir dil yoğunluğu içinde biçemini geliştirdiği anlaşılıyor. İnci Aral, öyküye ilk adımları atarken de, gerçeğin inceliklerini gösteren bir dil anlayışına varmıştı. Böyle bir dili işlemek, soyutlamaya giden bir biçem anlayışına uluşmak, sabır isteyen bir çalışmadır. Böyle bir çalışmanın üstesinden geldiği için İnci Aral’ı kutlamak gerekir. “Ruhumu Öpmeyi Unuttun” öykücülüğümüzde yeni bir aşamadır. ? Bu sayfayla iletişim kurabilmeniz için dergilerinizi ve kitaplarınızı aşağıdaki adrese gönderirseniz memnun oluruz. MUSTAFA ŞERİF ONARAN Hekimköy Sitesi 20. Sk. No: 8 06800 ÜmitköyAnk. Tel.: (0312) 235 91 11236 23 46 SAYFA 28 CUMHURİYET KİTAP SAYI 851