Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Doğru okur olmak, doğru soruları sormaktan geçiyor demek ki! Doğru yazarlığın da çıkış kaynağı doğru okurluğa yaslanıyor anlaşılan. Öyleyse yazarlığa soyunan birinin ilk işi, ne yapıp edip alımlayıcı okur kimliği kazanmayı başarmak olmalı ilkönce! M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası alımlamalara ve yorumlara yol açarak yaşamlarını sürdürürler. (…) Bu açıdan yazınsal yapıtın yaşamını yazarından bağımsız olarak sürdürdüğünü söyleyebiliriz.” (54) “Yazınsal metni yeniden anlamlandırarak okuma kültürlerarası ya da türlerarası etkileşimin yollarını açar.” (55) YARATICILIĞIN GURBETİNE ÇIKMAK Peki biz düşünce üretmeye, alımlamaya yönelik neler yapıyoruz? Çocukluğa dönelim mi bir kez daha? Yaratıcığın o ilk vatanına! Beyinsel yorganımızı sırtımıza vurup çıktığımız yaratıcılık gurbetinin ilk yollarına... “Aslında çocuk, gerçekleri tüm çıplaklığıyla görüyor ve gördüklerini daha koşullanmamış olduğu bir dönemde özgürce dile getirebiliyor ya da sorguluyor. Ancak onun bu doğal yetisi okul yaşamı içinde giderek geliştirileceğine, tam tersine bilinçli olarak engelleniyor. Çünkü amaç düşünemeyen, soru sormayan, kendisine verileni olduğu gibi kabul eden ‘uyumlu vatandaşlar’ yetiştirmek. Bu öylesine ileri gidiyor ki, çocuk yaşı biraz ilerlediğinde gözünün önünde olup biteni göremez oluyor ya da görmemesi gerektiğini düşünerek vara yok, yoka var deyip büyüklerin nabzına göre şerbet vermeye çalışıyor.” “Burada çok çarpıcı olan, çocukların büyük çoğunluğunda içselleştirilmiş otoriter bir eğilimin, daha somut bir deyişle bir tür otosansürün göze çarpması…” (Düşünme Korkusu, 94, 95) Ahmet Duman da Yetişkinler Eğitimi’nde “eğitim” kavramının açılımını getirirken ilginç bir ek yapıyor: “Eğitim sözcüğünün ‘eğmek’ sözcüğüne dayalı olarak geliştirildiği ve bunun için insanların ve hayvanların istenilen yönde biçimlendirilmelerini ima ettiği de ileri sürülebilir. Ağacı eğmek arasında bir ilişki kurulduğu için ‘ağaç yaş iken eğilir’ atasözü ortaya çıkmıştır. Günümüzde pek geçerliği olmayan bu söz, aslında çocukların küçük yaşta istenilen şekilde ve doğrultuda eğilebileceği, yani eğitilebileceği görüşünü anlatmaktadır.” (13, 14) Bu dile getiriş, eğitimin kimileyin çocuğu koşullandırmak anlamına gelebileceği vargısına da çıkarmaz mı bizi? Çocuğu eğitirken, söz konusu koşullandırmanın önüne nasıl geçeceğiz peki? Onu kuşkucu yaparak, sürekli sorular sormasını sağlayarak… Yaratıcı düşünce bu sorularla ortaya çıkıyor ilkönce. Yine Nazan İpşiroğlu, Zehra İpşiroğlu ikilisinin kaleme aldığı Yaratıcı Okuma III (ÇYDD Beyoğlu Şubesi ile Özyürek yayını, 2000), bizim için ilginç ipuçları sergiliyor. Zehra İpşiroğlu, yürüttükleri “Yaratıcı Okuma Projesi”nin uygulayım adımlarını açıkladıktan sonra gerek eğitmenlerle öğretmenlerin gerekse bizlerin yararlanabileceği çok sayıda örnek veriyor bu iki ciltlik ilginç kitapta: Söz konusu tasarının amacı, eldeki yaratıcı gereçlerden yararlanarak çocukları, yaratıcı okumaya doğru kışkırtmak! Doğru okur olmak, doğru soruları sormaktan geçiyor demek ki! Doğru yazarlığın da çıkış kaynağı doğru okurluğa yaslanıyor anlaşılan. Öyleyse yazarlığa soyunan birinin ilk işi, ne yapıp edip alımlayıcı okur kimliği kazanmayı başarmak olmalı ilkönce! ? SAYFA 13 U luslararası İstanbul Film Festivali’nin yoğun akışına ayak uydurabilmek için koşuştururken “yaratı” sorunsalı üzerine düşünme alıştırmaları da yaptım birazcık. Buna “düşünmek” denemezdi elbette… Öyle ya, sözcüklere yaslanmadan, kalem kâğıda sarılmadan düşünmenin gizine erilebilir mi hiç? Yoksul bir dille düşünebilir misiniz? İnsanın dili, dilsel birikimi neceyse, üreteceği düşüncenin değeri de oncadır, ötesi değil. “Düşünüyorum” dediğinizde yaşamınız boyunca biriktirdiklerinizle ortaya çıkıyorsunuz, bunlara dayanarak, belki de o güne dek söylenmemiş sözü, ulaşılmamış düşü, ayak basılmamış kıtayı, varılmamış limanı dillendiriyorsunuzdur. İşte yaratı denilen de bu. Düşünsel birikimin üzerine atılan çelimsiz bir çentik, o kadar. Ne var ki bunu, “işte o kadar” biçiminde küçülterek almanın olanağı yok! Çünkü insanoğlunun, bugüne dek bulguladığı en yüksek erke, en yüce edim bu; düşünmek, bunu sonsuzca geliştirerek yeni yeni düşüncelere varmak! Düşünmenin bunca tehlikeli sayılmasının nedenini burada aramak gerekiyor. Düşünüyorsa, vurulacaktır insan! Ama düşünüyorsa eğer, vurulmayı da göze almış demektir insan. Göze almayı göze almak değil, göze almış olmak! Gün başına izlediğim üç filmden artakalan kibrit çakımı zamanlarda notlar alıyorum ya, bunlar birer düşünce uçkunu olarak öylece asılı kalıyor havada. Diyelim düşünümün, düşünüşün kendisi üzerine kıvrılışı bu; gün ortası kısacık düşünce şekerlemeleri… “Yaratma” eylemi de birer düşünce çıkıntısı. Ortaya çıkar çıkmaz hemen eskiyen. Öyleyse “yaratım” dediğimiz de sonsuzca süren bir keşifler gezisi yalnızca. Bütün bunların temelinde ise iyi bir okur olmak yatıyor öncelikle. Okurun bir alımlayan olarak portresi şünmeyi bilmediklerinden, önemini ve gerekliliğini de kavramamış olduklarından, işi hemen basit bir alışverişe dönüştürüp onların adına düşünen birilerini buluyorlar. Böylece her dönem çoğunluğu yönlendiren birkaç ‘düşünen’ çıkıyor, onların anlattıkları dinleniyor, notları ezberleniyor, düşünceleri benimseniyor.” (18) Deneyler sonrasında vardığı yargı irkiltici yazarın: “Öğrencilerle yapılan deney ve soruşturmalar, okumayan, okuduğunu anlamayan, düşünemeyen ve düşündüğünü korkusuzca dile getiremeyen bir gençliğe ayna tutuyor, türlü önyargılarla kafası doldurulmuş, türlü baskılarla sindirilmiş, ezilmiş, içi geçmiş, ürkek bir gençliğe…” (46) Sorun nasıl aşılabilir? Sürdürüyor yazar: “Bu engelleri aşabilmenin tek yolu, daha ilk ders yılında öğrenciye tartışmanın düşünsel bir etkinlik olduğunu öğretmektir. Düşünsel etkinlik, sürekliliği olan, bitmeyen bir etkinliktir. Yenme yenilme diye bir şey yoktur düşünsel etkinlikte, aşamalar vardır. Önemli olan kişinin kendi üstünlüğünü kanıtlaması değil, düşüncenin aydınlığa çıkarılmasıdır. Ortaya atılan bir düşünce, bir diğeri tarafından geliştirilir, bir başkası ona bir başka açıdan yaklaşarak yeni bir boyut katar vb.” (52, 53) Oysa “kitap okuma, okuduğunun üzerinde düşünme, okuduğunu özümseme, okuduğundan yola çıkarak yeni düşünceler geliştirme çok önemli, ama bu on sekiz yaşından sonra birdenbire olacak bir şey değil ki. Yani daha çocukken, çok küçük yaşta öğretilmesi gereken bir şey. İlköğretimden başlayarak bu alanda çalışmalar yapılmazsa kolay kolay bir şey elde edilemez.” (90) Öyleyse düşünme eylemi nasıl zengin bir sözcük varlığına gereksinim duyuyorsa iyi bir yetişme koşulu da gerektiriyor. Bu ise çocuklar kadar yetişkin eğitiminin de önemli olduğunu gösteriyor bize. Ahmet Duman, Yetişkinler Eğitimi (Ütopya, 1999) adlı kayda değer kitabında işin püf noktasına değinmek gereğini duyuyor: “…Yetişkin eğitimine kültürün üretimi, yeniden üretimi ve toplumsal değişmenin yönlendirilmesi konularında önemli sorumluluklar düşmekte ve bize yetişSAYI 844 kinler eğitiminin kaçınılmaz bir biçimde siyasal bir konu olmak durumunda olduğu gerçeğini göstermektedir.” (40) ALIMLAMAK Papirüs Yayınlarının Düşünme Korkusu’ndan sonra yayımladığı üç kitap daha var. Alımlama Boyutları ve Çeşitlemeleri üst başlığıyla sürdürülen dizinin ilk kitabı Resim (2000), ikinci kitabı Yazın DÜŞÜNMEK Zehra İpşiroğlu, kimi deneylerine de yer vererek her okuyanın gözlerini fal taşı gibi açtıracak benzersiz kitabı Düşünme Korkusu’nda (Papirüs, 2002), önümüze olağanüstü genişlikte bir evren açıyor denebilir bu konuda. Zehra İpşiroğlu’nun ilk saptaması şu: “…Düşünmeye alışmamış bir toplumda, düşünmeyi öğrenme ve öğretme kolay değil. Yıllar yılı bilgi aktarmacılığı ve ezberciliğe alışmış öğrencilere, okudukları bir şiir, öykü vb. üzerine kendi düşünceleri sorulduğunda şaşkına dönüyorlar. DüCUMHURİYET KİTAP (2001), üçüncüsü ise Tiyatro (2004) alt başlıklarıyla sunulmuş. Nazan İpşiroğlu, Zehra İpşiroğlu ikilisi, “Sunuş”larında diziden şöyle söz ediyorlar: “Her sanat yapıtı alımlayanla yaşar. Okuyucusunu bulamayan kitap, izleyicisini bulamayan resim, dinleyicisini bulamayan müzik sandık içinde saklanan eşya gibidir. Sandıktan çıktığı anda bir ağaç gibi dallanıp yeşillenmeye başlar. Sinema ve tiyatro örneği, kimi sanat dallarının varoluşları ise sadece alımlayana bağlıdır.” “Alımlama kaynağını sanat yapıtını anlamada buluyor. Bu nedenle alımlama(nın) çıkış noktasını da yapıtın kendisi oluşturuyor. (…) Böylece sanat yapıtıyla alımlayan arasında hiç bitmeyen bir diyalog başlıyor.” “Bu yaklaşım temelini anlamada bulan yorumbilim kuramına ve onun bir uzantısı olarak değerlendirdiğimiz alımlama estetiğine dayanı yor.” Zehra İpşiroğlu, kaleme aldığı Alımlama Boyutları ve Çeşitlemeleri 2 / Yazın başlıklı kitabında okuyucu, yazar, yapıt diyaloğu üzerinde duruyor ilkin: “İyi bir okuyucu olmanın, başka deyişle yapıtla iletişim kurmanın temel koşulu bilinçle sezgiler arasındaki gelgitlerin ritmine ayak uydurarak yazarın dünyasının adım adım içine girmektir. Yapıtla iletişime açık olan etkin okuyucu onu yadırgatan, şaşırtan her sorunun yanıtını yapıtın içinde bulacak, böylece birbirini izleyen sorular ve yanıtlar zinciri sürekli gelişen bir diyaloğa yol açacaktır.” (24) “Yazaryazınsal metinalımlayan ilişkisinin başlayabilmesi ve gelişebilmesi, alımlayanın dikkat etmesi gereken belli kurallara bağlıdır. Bu kuralların başında yazınsal yapıtın kurgusal özellikleriyle çok anlamlılığının alımlanması, başka deyişle sözcüklerin ardındaki anlamın çıkartılması, açık açık söylenilmeyenin bulgulanması, bağlantıların kurulması gelir.” (28, 29) “Alımlamada metinlerin özelliklerinin nasıl belirleyici olabileceğini gösterebilmek için, yazınsal metinleri ana çizgileriyle yalın anlamlı, yabancılaştıran ve örtük anlamlı metinler olarak ayırmayı uygun gör(en)” (38) Zehra İpşiroğlu bu konuda şunları söylüyor: “Ancak yalın anlamlı metinler modern yazında yerini giderek yabancılaştıran ya da örtük anlamlı metinlere bırakıyor. Yabancılaştıran ya da örtük anlamlı yazınsal metinlerde yazarokuyucu, kurmaca dünyagerçek yaşam bütünlüğünden söz edilemez.” (39); “Örtük anlamlı metinlerde okuyucunun doldurması gereken boş alanlar yabancılaştıran metinlere göre daha çoktur. Çünkü örtük anlamlı metinlerde gerçeğe yapılan göndermeler yabancılaştıran metinlerde olduğu gibi belirgin değildir.” (48); “…Özellikle bu tür metinlerde yazarokuyucu eşitliğinden söz edilebilir.” (49) “Yazınsal gizilgücü olan yapıtlar tarihsel süreç içinde farklı AYŞEN BALOĞLU