Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
ütün evinde işleyen çeşit çeşit kadının arasında, Tezgâhtar Handan en güzeliydi. Evindeki besin eksikliği, her gün soluduğu tütün tozu, onu çirkinleştireceğine, tersine, tenini büsbütün apak ediyor, yüzünün çizgilerini daha da inceltiyor ve kapkara gözlerini çukurlaştırıyordu. Handan’ın elinde olmayan bu güzelliği, oradakilerin gözünde kendilerine edilen bağışlanmaz bir aşağsama (hakaret) sayılıyordu. İşte bundan dolayı, Handan’ın gizli ilişkilerde bulunarak bol bol para kazandığını, mahallesinde Çakmakçı Remzi’yi, Koç Halil’i bıçaklamaya kışkırttığını, o delikanlının ona kâr kalmayacağını fiskos ediyorlardı. Önceleri bir ahmak ıslatan gibi seyrek fısıldanan bu dedikodular, Handan’dan karşılık görmeyince gürleyen bir kin seli durumunu aldı. Gün geçmezdi ki, Dolapdereli Feride, o kalın sesiyle; Ah zamane şırfıntıları, işleri güçleri erkeklerle dalga geçmek, diye eşekarısı gibi zırlayıp durmasın. Tepecikli Benli Huriye de, parmak kalınlığındaki rastıklı kaşlarını anlamlı anlamlı büzerek, Onca düzgü ve pudra sürüp sürüştürdükten sonra kim dünya güzeli olmaz? demesin. Bir gözü ötekinden iki kat daha büyük olan Şişko Hanife Dudu da, bu söz üzerine, Hay Allah müstahakını vermesin Huriye, taşı gediğe koymasını ne güzel bilirsin. İşte bundan dolayı erkekler dizi dizi peşine takılıyor. Dişi köpek kuyruk sallamayınca erkek köpek ardına düşer mi? diyerek, kof kahkahalarını takırdatmasın. Bu konuşmaların arasında, Handan’ın yanında tütün yapraklarını ayıklayanlar, hızla sakızlarını çiğneyip yumuşattıktan sonra, dudaklarının arasında balonlar gibi şişiriyorlar ve Handan’a doğru dönüp, onları puf puf diye patlatıp şaklatıyorlardı. Handan’ın annesi, gözleri pek seçemez, kulakları işitemez bir yaştaydı. Herkesin güldüğünü görünce, Handan’a gülmekte olduklarının farkına varamayarak, kendisi de masum masum gülümserdi. O zaman, “Bak, anası bile çakıyor ve gülümsüyor; o ne ihtiyar çakaldır” diye gevrek kahkahalarını gürletirlerdi. Böylecedir ki Handan, tütün evinin gagalanan pilici olmuştu. Gagalayıcılar doğuştan kıskanç oldukları için mi böyle davranıyorlardı? Bir bakıma evet. Ama şu da vardı ki; uzun süren fukaralık gövdeyi çökertmekle kalmıyor, ahlakı da çürütüyordu. Yapılan bir haksızlığa karşı insanın normal olarak duyacağı asil öfke yerine, kıskanç ve kinci bir köpek uluyuş ve hırlayışı geliyordu. Handan ve yaşlı anası, fukaralığın insanı bozan sopsoğuk ve ıssız karanlığında büyümüşlerdi. Onlar da sürü sürü otomobiller, zengin tuvaletler, bakkallarda ağız sulandıran çerezler görmüşlerdi. Fakat bu gördükleri, duygularına kıskançlığın zehrini katmamıştı. Handan otomobile binmekten, güzel giyinmekten, enfes şeyler yemek T Fethi NACİ Seçilmiş Hikâyeler Fosforlu Handan Halikarnas Balıkçısı (18861973) ten hoşlanmıyor muydu? Hoşlanıyordu. Fakat bir iç vakarı vardı. Bunların hepsinin arasından, bomboş ve ıssız bir yerden geçiyormuş gibi yürüyordu. Handan’ın aklını oyup duran bir soru vardı: Neden o tütün evindekiler, kendisini bir yaşam arkadaşı sayarak ona karşı bir sempati duymuyorlardı? Tam tersine... Neden kendisini aşağılayıp, çıkardığı bir lokma ekmeği zehir ediyorlardı? Bazı geceler bu düşüncelerle göz yumuyordu. Geleceğini kapkara görüyordu. Fakat o anlarda bile kendi içinde, insanlara karşı kini ve kıskançlığı değil, kendi çocuk masumluğunu buluyordu. Eh, sanki dünyada değil, kapkara bir tünelin içinde yürüyordu. Ama o tünelin derinliğinde, çoğu kez tünelin ağzını, çakan kırpan bir yıldız gibi görüyordu. O da hiç dinlenmeden, istemeden, gönülden kopup bir gün kendisine verilecek insan sevgisiydi. Bıyıkları ince ince yeni çıkmaya başlayan bir çocuktu. Delikanlılığın caka satmak hevesiyle, Sipahi Ocağı sigarası dudakta, sokağa fırlamıştı. Hava güzel olunca, akşamüzerleri bir aşağı bir yukarı sokak gezintilerine çıkmak, fukara mahallelerde oturanların bir geleneğidir. Kız ve erkek satıcılar, küçük kâtipler, odacılar, çıraklar, yamaklar, fabrika ve tütün işçileri, içlerinden doğan bir sürü gizemli isteklerin zoruyla ucuz, bazen ekmeklerinden bile keserek, ipek mendiller, saç kurdeleleri, işporta malı cicibiciler satın alırlar ve köşe bucak mahallelerine en yakın ana caddelerde kaynaşan renkli kalabalığa bütün bir cesaretle katılırlardı. Bu çıkışların hiç de gizemli olmayan masum nedenleri de vardır. Her gün aynı bunaltıcı işi yeni baştan görmek sıkıntısından kurtulmak! Çoğu dar, dostsuz ve sevgisiz olan evlerden, bir iki saat için olsun kaçmak! Eve karşı duyulan isyan dolayısıyla, insan sevgisi ve hayranlığını aramak vb. Kısacası, birdenbire insan şiddetiyle bir iç gereksinmesi olan şiire, romana ve güzelliğe (kimilerince çocukça ve gezicilerin birbirlerine attıkları, sözüm ona nükteli sözlere bakılırsa kaba ve hoyratça) bir atılıştı bu. Pek bayağı bir durum olduğu söylenebilir. Fakat onlardakibu isteğe dikkat edilirse, bunun, eşini ışığıyla çağıran ateşböceğinin isteği olduğu görülür. Dolayısıyla, yaradılışın ta kendisi kadar bayağı ve doğal bir istek! İşte öyle bir akşam, delikanlımız, dudağına sıkıştırmış olduğu altın uçlu, pahalı ve şanlı cigarasıyla yürürken, yanı başından uzun boylu bir genç kız geçti. Delikanlımız, akşamın alacakaranlığında, onun sıcak ve canlı yüzünü seçebildi. Gözleri, yıldızlar yansıtan durgun göller kadar derindi. Kız, başını döndürüp omzunun üstünden baktı. Kızın bu geçer ayak iltifatı, iki genci bakış bakışa getirdi. Delikanlının gözü, artık uzaklaşmakta olan cömert büklümlü saçlardan ayrılmadı. Yüreği göğsünü güm güm yurukluyordu. Cakalı cigarısını yere fırlatarak ve kendi kendine “fosforlum” diye mırıldanarak, ardına düştü. Çocuk tuhattı. Belki yaşamı boyunca delikanlımız, birçok kez âşık olacaktı. Fakat hiçbir zaman birdenbire duyduğu bu heyecan kadar şiddetlisini duymayacaktı. Delikanlımız kelle koltukta, uzun boylu kıza yanaşıp selam verdi. Kızın gözlerinin içi merhametle, acı tatlı gülüyordu. Pek hoş saçma sapan sözler söyleyerek, yan yana yürüdüler. Bir yan sokağa daldılar Handan o uzun boylu kız Handan’dı daha ileriye gelme Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı) mesini delikanlıdan yalvardı. Ertesi akşam için ana caddede randevu verdi. Ertesi akşam yine, birlikte taban teptiler. Akşamleyin, Handan’ın evde bekleyen anası. “Handan bir buçuk saat önce bakkala gitti. Fasulya çabuk pişmez ki. Yarın işe geç kalacağız,” diye meraklanıyordu. Ne var ki, Handan artık bakkaldan hiç dönmedi. Daha ertesi akşam delikanlımız, caddede bir aşağı, bir yukarı, saatlerce yürüyüp durmuştu. Ama Handan hiç gözükmemişti. Delikanlımız o sabah gazete okumamıştı. Eğer okumuş olsaydı, bir gece önce, Koç Halil’i yaraladığı için bir buçuk yıl hapiste yattıktan sonra, iki gün önce çıkmış olan Çakmaklı Remzi’nin, Fosforlu Handan’ı, bakkaldan evine dönerken, 1456. Sokak’ta bıçaklayıp öldürmüş olduğunu anlayacaktı. Delikanlımız, birkaç gün sonra, sporcu bir arkadaşına dert yanıyordu. Öteki, Yahu, sana Alsancak takımı yenilmiş diyorum. Sen, sanki hiçbir şey olmamış gibi, senin o kara saçlı, kara gözlü aşifteden söz ediyorsun! diye bağırdı. Beriki, Ağzını topla! Aşifte deme, alimallah, ağzını yırtarım. Hele dur; ne anlatıyordum? dedi. Yüzü heyecandan pancar kesilerek, sözünü sürdürdü: Ha, Eşrafpaşa Parkı’nın yanından geçiyordum. Ona ilkin orda rastgeldim. Beni görünce, başını çevirip güldüydü. Resim bilseyim, sana onun yüzünün resmini yapardım. Sen yaşamında, onun kadar güzel bir kız görmemişsindir. Beni görünce, bana âşık olmuş. Yürüdü, ardına düştüm... Sporcu genç, Hah, anladım. Hemen santradan dosdoğru kaleye bir şut çektin, değil mi? Yaşşa! Gool! diye bağırdı. Delikanlımız, Dur be. Ne diyordum? Haa... Ardına düştüm. Hani ya, Yani Moda Mağazası’ndan yedi liraya aldığım şapkayı biliyorsun ya! Onu göklere kaldırarak, dehşetli bir selam salladım... İşte o zaman, kız topu senin ayaklarından aldı demektir. Hah ha haay! Dur be avanak. Amma da zevzeksin. Kız bana, ta ezelden bayıldığını söyledi. Kolkola girdik; kolumu sıcacık sıkıyordu. Yeryüzünde mi yürüyorduk, yıldızlar arasında mı geziyorduk, farkında olan kim? Hani ya, bir ay önce Asri Sinema’da birlikte izlediğimiz “Şen Yürekler” filminde Rita Hayworth’un, filmin sonundaki upuzun öpüşmesi vardı ya. İşte, fısıldaştık ve ondan sonra, tıpkı o öpüşme gibi, uzun uzun öpüştük. Ona, “Sen benim Fosforlumsun,” dedim. O da bana. “Sen benim belalımsın.” dedi... Delikanlımızın sesi burada kırıldı, gözleri yaşlarla dolar gibi oldu. Kendini topladı, boyunca irkilerek, vahşi bir şiddetle, İşte o gün bugün, her gece buluşup sevişiyoruz, dedi. Birdenbire beli büküldü, başı, önündeki masanın üstüne düştü ve bir çocuk gibi, hıçkıra hıçkıra ağladı. ? KİTAP SAYI 834 SAYFA 10 CUMHURİYET