28 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Peki, romanımıza ne oldu? ‘Önce Ekmekler Bozuldu’ sonra romanlar.... Enver Aysever, romanımızdaki varlığını düşündüğü olumsuzlukları tartışıyor yazısında. ? Enver AYSEVER hmet Oktay aydınlatıcı kitabı ‘Romanımıza Ne Oldu?’da pek çok yazınsal sorundan söz açar ve okuru irkiltir. Yazarların yaratma süreçleri, etkileşimleri, nedense salt onlara ait gibi algılanır. Buna itiraz ederim. Okurun tutumu, tüm bir yayın dünyasına biçim verir. Oktay işe kitapların isimlerinden koyulmuş. Okuru bir kitabı eline almaya iten de, raflardan davet eden de bu isimler değil midir? Hadi bir adım öteye gidelim, bir toplumun yaşamını okuduğu kitapların isimlerinden sezebiliriz sanki... Sözü Oktay Akbal’a getireceğim. Ahmet Oktay “Önce Ekmekler Bozuldu” ismine işaret ediyor ve ekliyor; “Bir zamanlar romancılarımız, öykücülerimiz 2025 yaşlarındaki erkek kahramanlarını 70 yaşındaki kadınların koynuna sokmayı, bu kadınları zevkten öldürmeyi düşünmez, buna karşın gündelik yaşamın en basit, en sıradan, ama en yaşamsal maddelerindeki değişimlere ve bu değişimin toplumsal/bireysel alanda yol açtığı olgulara dikkat eder, öykülerine (ve sonradan kitaplarına) Önce Ekmekler Bozuldu adını verir ve şöyle devam ederlerdi: ‘Sonra her şey’...” ŞİDDET ÇAĞI Ekmeklerin bozulduğu bir çağı yaşadığını bilen zamanın genç öykücüsü Oktay Akbal, kitabın genelindeki yalnızlık, aşk sıkıntısı, düşsüzlük, anlaşılmazlık gibi tüm insanlık hallerini, aslında ekmeklerin bozulduğu bir şiddet çağına bağlamaktadır. Demek tek sesli değildir öykücünün yazdıkları. Sadece aşk meşk işlerinden, kaçamak sevişmelerden, yalandan dolandan beslenmemektedir kurmacası. İşaret ettiği şeyler, topyekun bir rahatsızlıktan kaynaklanır. Çoğu zaman yazı adamı, bu rahatsızlık veren duyguların, sezgilerin baskısı altında isyanlarda yazar. Ahmet Oktay’ın bıraktığı yerden devam edelim; “Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey... Çünkü yeryüzünde savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürüyorlardı.” Bu öykünün 1944 yılında yazıldığını göz önünde bulundurursak, nasıl bir dünyanın acısını hissettiğini yakalarız Akbal’ın. Türkiye savaşa girmemiştir. Yorgun, güçsüz, yoksul bir halkın, bir büyük kavgayı verecek gücü yoktur. İsmet Paşa büyük bir beceriyle yönetmiştir bu krizi. Kimsenin burnu kanamamıştır. Ama ekmekler bozulmuştur. Bir de aynı öykü girişini 2006 yılında SAYFA 8 A Oktay Akbal (Fotoğraf: Ara Güler) okuyun, sanki bugün yazılmış gibi. Ne fark eder? Aynı açmazı, aynı ruhsal sıkışıklığı yaşamaz mı kişi? “Şimdi ise insanlar göğün mavi ya da siyah olmasına aldırış bile etmiyorlardı. Hepsi eski hallerini kaybetmişlerdi. Hepsi telaş içindeydi. Hepsi yalnız kendini düşünüyordu. Hayal kurmak artık geçmişte kalmıştı. Savaş zaten ilk önce hayalleri yok etti.” “YETENEKSİZLİĞİN ÖRTBAS EDİLMESİ” Yukardaki soruma, kolaylıkla ‘elbette yaşar’ yanıtını veremiyorum. Eğer öyle olsa, bu kaygılar duyulsa, yazarlar kitaplarına başka isimler koyarlar, okurlar başka türden kitapların peşine düşerlerdi. Toptan yargılardan kaçınmak gerekir, bilirim. Ancak kendi dilini bilmeyen, popüler kültürün gereğini yerine getirerek, hiçbir ciddi toplumsal ya da yazınsal kaygıyı taşımayan kimselerin caka sattığı, piyasa ekonomisi öngörüsüyle biçimlenen bir yazın dünyasında ayakları baş yapan büyük çoğunluk için ne demeli? Aklımda Melih Cevdet’in öğüdünü tutarak direnmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. “Geri kalmış halkın beğeni düzeyine seslenmek halkçılık değil yeteneksizliğin örtbas edilmesidir” diyor büyük usta. Birileri bu seçkin tutumun hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini savlayabilirler. Ötesi bu boş çabalarla zaman yitirildiğini, çağın ruhunu kavrayıp, bir an önce keseyi doldurmak için pazara hizmet etmeyi önerebilirler. Tepeden bakışlarında, bu yönde kaygılar taşıyan yazı insanlarına bir acıma da görülür. Onlara sormak gerekir, içinde özgür soluk aldığınız bu Cumhuriyet Türkiye’si de bir avuç inanmışla, çağını kavramış bir liderin ürünü değil midir? Giderek günde lik yaşamı tehdit eden kışkırtmaların ayırdına varmaksızın, bu ahmak uykusunun daha ne kadar süreceğini düşünmektedirler acaba? İyi kitaplar insanı bu uykudan uyandırır. Bugünün önde giden romancıları, Ahmet Oktay’ın saptamasıyla söyleyelim, gencecik bir adamı yaşlı bir kadının koynuna sokuyor. Neden? Elbette roman bir yaratıdır ve hiçbir sınırlama getirilemez bir yazara. Peki ama, bu eylemi kahramanlarına yaptırtan yazarın kaygısı nedir? Hangi gerekçelerle, neye işaret etmek için böyle zorlama bir durumu yaratmıştır? Kahramanlarının ruhsal tahlilleri bize ne söyler? Bu öykünün sonunda toplumun hangi sorunlarını, bireyin hangi açmazlarını buluruz? Eğer söz konusu olan sapkın bir ruhsal yapısıysa, bunu derinlemesine irdeleyecek bir yazınsal birikimi var mıdır bu romancının? Yazar neye isyan etmiştir? Bunları sormak bizim hakkımızdır. Tabii en önemli soru okurlar içindir. Siz niçin bu türden romanlara gereksinim duyarsınız? Bütün gün ekranlarda bu biçim bayağı öyküleri yeterince izlemiyor musunuz? “VURUN KAHPEYE” Halide Edib hiç kuşkusuz yürekli, öncü, savaşçı aydın bir Türk kadını ve yazarıydı. Son günlerin haberlerini izleyenler, yeniden “Vurun Kahpeye” romanını okurlarsa, kendilerine geleceklerdir. Laik Türkiye’nin kadınlarına her yerden baskılar yapılmakta, tersten devrim arayışları başlamaktadır. Bazen dünyanın gidişi buna izin verir. Tam da romancıların öne atılması, sesini yükseltmesi gereken anlardır bunlar. Yazarlar, yemeklerin üzerine dökülen sos değildirler. Yazmak ve okumak eğlencelik işlerden değildir. Bir sanat yapıtından haz duyabilmek için, hem duyarlı, hem de birikimli olmak gerekir. Diyeceğim; bu saldırılara uğrayan ya da uğrayacak olan kadınların, şimdiden Halide Edib’in satırlarını görmelerinde yarar vardır. Bildik bir öyküdür. İdealist bir öğretmen, ülkesinin aydınlanması için Anadolu’da bir köy okuluna gitmek için çıkar yola. Savaş yıllarıdır. İşgalciler sarmıştır dört yanı. KuvayıMilliye’ciler canla başla direnir. Bu direnç, genç öğretmenin yüreğinde büyür. Ama köyün gericileri, söz de namus bekçiliğine soyunan erkekleri, genç Aliye’nin peşindedir ve roman boyu bu kavga bitmez, tükenmez. Hoca takımının savaş yıllarında neler yaptığını görmek için de okumakta yarar vardır “Vurun Kahpeye”yi. “Hacı Fettah Efendi halkı meydanda toplamış, yüksek sesle Kuvayı Milliye aleyhine vaaz veriyordu: Bıyıksızları, gâvurlar gibi yakalık takanları, din düşmanı olanları istemeyiniz! Onlar ki ellerine kudret geçer geçmez mukaddesatı çiğner, kadınlarımızın örtülerini kaldırır, sünnet ve farzı inkâr ederler. Onları istemeyiniz! Ey ahali onların kanı kâfirlerin kanı gibi helaldir. Hatta derim ki, herhangi bir kuvvet ve hükümet, nereden gelir ve kim olursa olsun, camilerimizi, dinimizi sıyanet ederse (korursa) ona biat ediniz.” Bir kitabı edinmeyi arzulamamız için yazar kadar, bizim de bir sorunumuz olması gerekir. Eğer sürülen yaşamlar, çevremizde olup bitenler bizim yüreğimizi sızlatmıyorsa, zalimlerin iktidarına boyun eğmek mutsuz etmiyorsa bizi, düzenin bir parçası olmayı kendimize layık görüyorsak, ön raflardan, parlatılmış kitaplardan okumamızda sakınca yoktur. AYDINLIK SAVAŞÇISI AKBAL... Halide Edib hem eylemci olarak, hem de sorumluluk taşıyan bir aydınyazar olarak pek çok eser bırakmıştır geride. Cumhuriyetin kazanımlarını, kuruluşunu kavramak için önemli bir belgedir bu yapıtlar. Ardından gelen kuşağın yazarları çıtayı yükseltmiş, çağın yazınsal değerlerini, estetik ölçütlerini tutturmuşlar, aydınlanmanın uzantısı olan ürünler vermeye devam etmişlerdir. Oktay Akbal bu yazarlardandır. Bitmez tükenmez bir aydınlık savaşçısıdır. Gencecik yaşında, öykü kitabına verdiği isim bunun en güzel göstergesidir. Birinci baskısı 1946’da yapılan kitap, bugün altmış yaşında ve boynu büküktür. Sahaflık olmuştur. Yazar kadar, okur kadar, yayıncıların sorumluluğu yok mudur? Ülkelerinin insanlarından kazandıkları değerleri, onlara sağlıklı hizmet ederek geri vermek zorunda değil midirler? Yazar kişi tüm gününü yazma edimini gerçekleştirmek için harcar. Sanmayın ki masa başında oturur, derin düşüncelere dalar, sonra alır eline kalemi yazar da yazar... Başka türlü bir iştir bu. Kimi notlar arasında kaybolur gider, hatta yazacağı konuyu bile unutur. Kimi bu karmaşa içinde aklını yitirecekmiş gibi hisseder, kimi bambaşka âlemlerin insanı oluverir. Yabancıdır herkese ve her şeye... Olgunluk yıllarında usta gazeteci Akbal yazmış böyle bir günü. Sanki ruhunun derinliğini okura açmak ister gibi... “Sabahtan beri masa başındayım desem, doğru! Masa dediğim alçacık bir şey. Üstünde bir minder, onun üstünde de yazı makinem. Kâğıt tomarı, gazete tomarı, notlar, kitaplar, kitaplar... Bir savaş alanı gibidir böyle anlarda odanın içi. Yazı yazmayazamama sıkıntısı beni alır, bir uçurumun kenarına götürür. Bir şeyler bitti gibi gelir kişiye... Açar bakar önce yazdıklarına, kitaplarına. Evet, ad onundur, yazıları da hayal meyal anımsar. Ne zaman yazdığını, ne için, kimin için, hangi duygulanmayla, hangi kızgınlıklar, hangi umutla... Ben mi yazdım bunları, demiş bir gün Andre Gide, eski kitaplarını okurken, onun gibi...” Unutulmaması gereken şudur; her dönem güncel, popüler olan yazarlar bulunur. Ama bu kişiler asla koca bir ülke yazın sektörünü, edebiyatını besleyemezler. Ne güzel söylemiş Nietzsche: “Herkes için olan kitaplar pis kokar!” ? KİTAP SAYI 870 CUMHURİYET
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear