23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
2 1 MAYIS 2021 CUMARTESİ gorus@cumhuriyet.com.tr OLAYLAR VE GÖRÜŞLER 2021’DE 1 MAYIS: Cumhuriyet açısından emek DR. BARIŞ ZEREN Türkiye’nin rejim ve anayasa tartışmalarında 1923 öncesine referanslar yaygınlaştı. 1921 Anayasası ile 1920 Meclisi gerek liberaller gerek hükümet cenahınca “model” olarak gündeme getirilmeye başladı. Çeşitli politik hesapların yanında, bunda AKP iktidarıyla geçen on dokuz yılın, özellikle pandemiyle açığa çıkan siyasal ve sosyal krizi Türkiye’yi giderek Osmanlı son döneminin sosyal ve siyasal koşullarına benzetmiş olmasının da payı var. Peki bu koşullar altında Cumhuriyet açısından emek ve emekçiler ne ifade ediyor? Temsil edici bir anekdotla başlayalım: 1922 yılı baharı. Büyük Taarruz hazırlıkları var. Mustafa Kemal, yanında Sovyet Büyükelçisi Aralov’la Konya’da. Bir medreseye giriyorlar. Hocalar gayet saygılı, yerlere eğilerek selamlıyorlar. Biri, en kıdemlisi, Mustafa Kemal’den medrese sayısını artırmasını ve medrese öğrencilerinin askere alınmamasını istiyor. Mustafa Kemal öfkeyle parlıyor: “Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt için canlarını feda ederken siz burada genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz!.. Bu besili delikanlılarınızın askere alınmaları için hemen yarın emir vereceğim!” Derin bir ayrım Öfkesi aslında tüm bir medreseler sistemine. Osmanlı toplumunda medreseler, dini vakıflarla birlikte ayrıcalıklı bir konum sürmüşler. Ancak 1908 Türkiye’de emeğiyle yaşayan nüfus bir yeni düzeni sırtlayacak sayı ve bilince ulaşmış durumda. Bunlar yalnızca, eşitliğe, laikliğe ve Cumhuriyete en fazla ihtiyacı olanlar değil, aynı zamanda Cumhuriyetin yeniden ayağa kalkmak için ihtiyaç duyduğu toplumsal dinamik. Anayasa Devrimi’yle birlikte, eşitlik ilkesi gereği medrese öğrencilerine de askerlik zorunlu tutulmuş. Hoca eski ayrıcalıklarının devamını istiyor. Medreseden çıkınca Mustafa Kemal’in kızgınlığı dinmiyor: “Savaş sona erince onlarla daha ciddi konuşacağız! Her şeyden önce onları mali dayanaklarından, vakıflardan yoksun etmek lazım.” Mustafa Kemal’in medreseden sonraki uğrağı ise nalbantlık okulu. Okulun ilk mezuniyet törenine katılacak. Önemli bir gün, zira gayrimüslimler gidince ordunun atlarına usulüyle nal çakacak insan bulunamaz olmuş. Duvarları “İşçinin teri kutsaldır”, “Çelik ordunun gücü üretici emektir” yazılarıyla dolu okulun ilk nalbantlarına Mustafa Kemal konuşuyor, “padişah idaresinin emeği küçümsediğini” söyleyerek bunun eski Türkiye ile yeni Türkiye arasındaki derin bir ayrım olduğunu vurguluyor. Medresedekiler ayrıcalık peşindeyken nalbant mezunlar madenlerde, atölyelerde savaşın ağırlığını omuzlayan emekçilerin saflarına katılıyorlar. Halkçı tavır Mustafa Kemal’in soldan beslenecek kadar ona yakın ama Sovyetler’e bağımlı olmayacak kadar mesafeli bir noktada durmaya çalıştığı biliniyordu. Ama sola mesafesinde daha önemli bir faktör, emekçileri yeni Türkiye’nin üzerinde yükselebileceği yeni bir sosyal sınıf olarak yeterli görmemesiydi. Aralov’a da söylediği üzere “Türkiye’de işçi sınıfı yok çünkü gelişmiş bir sanayi yok.” Ama medrese ile atölyeyi, ayrıcalık ile emeği karşı karşıya getiren bu anekdot, medrese sistemi ile dini vakıfları, hilafet makamıyla aynı gün tasfiye ederken laikliği yerleştiren 3 Mart 1924 tarihli devrimin arka planını göstermektedir. Bu tarihte, Osmanlı’dan kalan sosyal hiyerarşi ve ayrıcalıklar sistemi reddediliyor, onun yerine “tesanüt” yani dayanışma ilkesine dayalı halkçılık öne çıkarılıyordu. Kader ortaklığı Cumhuriyet, laiklik ile emeğin kaderi bu denli ortaksa, emekçinin sefil koşullara itilmesiyle, toplumsal eşitliğin bozulmasıyla Cumhuriyetin yıkımının el ele ilerlemesine şaşırmamalı. Cumhuriyet tarihi boyunca nicelik ve nitelik olarak büyüyen, giderek bir siyasi güç haline de gelen emekçiler kitlesine en büyük darbenin, 12 Eylül’ün, aynı zamanda Cumhuriyete vurulmuş bir darbe olması bu denklemi doğrular. Ama en büyük doğrulamayı 1 Mayıs 2021 itibariyle yaşıyoruz. Cumhuriyetten kalan sanayi kuruluşlarını acımasızca tasfiye eden, Cumhuriyet tarihinin en yüksek dış borçlanma oranına erişen siyasal İslam tam bir diktatörlük niteliğine bürünürken emekçileri, yasaklanan grev ve haklar, dağıtılan örgütlenmeler, işsizlik ve büyüyen eşitsizlikle boğmayı politika olarak seçti. Pandemide toplumun yükünü görüntüde bile paylaşmayıp topluma koyduğu kurallara kendisi uymayan bir ayrıcalıklılar sınıfı oluşturarak özünü açığa vurdu. Dahası, eğitim yaşamı baştan aşağı dinselleştirilirken 2021 yılında dini vakıfların da canlandırılmasına tanık olduk. İktidar saflarında hilafet tempoları tutulmaya başladı. Özetle, 1923 öncesi koşullarının yeniden gündemde olduğu doğru. Bu tabloya çare olarak 1923 öncesi yeniden gündeme getiriliyor ama artık o koşullara sığmayan en büyük toplumsal faktörden pek söz edilmiyor: emekçiler. Kafa işçisinden kol işçisine, en vasıflı teknisyeni, uzmanından vasıfsızına artık Türkiye’de emeğiyle yaşayan nüfus bir yeni düzeni sırtlayacak sayı ve bilince ulaşmış durumda. Bunlar yalnızca, eşitliğe, laikliğe ve Cumhuriyete en fazla ihtiyacı olanlar değil, aynı zamanda Cumhuriyetin yeniden ayağa kalkmak için ihtiyaç duyduğu toplumsal dinamik. Bu 1 Mayıs, Cumhuriyet ile emek davasını birleştirmenin kaçınılmazlığını berraklaştırıyor. KORONAVIRÜSLE SAVAŞIN STRATEJISI DR. CIHANGIR DUMANLI EMEKLI TUĞGENERAL Koronavirüse karşı mücadele bir savaştır. Savaşta da inisiyatifi düşmana kaptırmamak ve elde bulundurmak çok önemlidir. Ülkemizde salgın hastalıkla mücadele, “açkapa” olarak tanımlanabilecek bir yöntemle yapılmaktadır. İnisiyatif düşmana (virüse) kaptırılmıştır. Önce o saldırıyor, biz önlem alıyoruz. Önlemler karşısında saldırının şiddeti azalınca iktisadi ve siyasi kaygılarla önlemleri gevşetiyoruz. Bunu gören düşman yeniden saldırınca biz de önlemleri yeniden sıkılaştırıyoruz. Yani virüsün davranışına göre reaktif strateji izliyoruz. Virüs bizden ileride gidiyor. Bu da kayıpları artırıyor. Bu stratejinin başarılı olmadığı anlaşılmıştır. Aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklenmez. Proaktif strateji Savaşta komutan zamanlama bakımından üç tür karar verebilir: 1) Fırsat kararları. 2) Sorun kararları. 3) Kriz kararları. Doğru ve etkili olanı, fırsat kararı vermektir. Buna göre komutan bir durum muhakemesi yapar. Tehdidin ileride alacağı boyutu, düşmanın imkân ve kabiliyetini değerlendirir. Tehdit henüz o boyuta ulaşmadan, komutan önlemini alır. Tehdit o boyuta geldiğinde komutan hazırlıklıdır. Tehdidin erişeceği boyutu doğru tahmin etmek, bilgi ve deneyim gerektirir. “Biraz daha bekleyelim, tehdit gelişsin, ona göre önlem alırız” denirse inisiyatif düşmana geçer. Tehdit artık sorun veya kriz haline gelir. Bu durumda riski daha yüksek olan sorun veya kriz kararları almak zorunda kalınır. Bu teoriyi, salgın hastalığa karşı savaşa uygularsak doğru strateji şöyle olmalıdır: Öncelikle Bilim Kurulu, bilimsel öngörülerle, kısa ve orta vadede, vaka, ağır hasta, ölüm sayılarının ne olabileceği üzerinde çalışmalıdır. Karar vericiler o sayılar gerçekleşmiş gibi sıkı önlemleri önceden almalıdır. Savunma tedbirlerini (aşı) güçlendirmelidir. Virüs yeniden saldırdığında, zaten önlemler önceden alınmış, savunma pekiştirilmiş olacağından, daha az kayıp verilecektir. Kısacası, şimdi olduğu gibi reaktif değil, proaktif bir strateji izlenmelidir. Virüsten önde gidilmelidir. Vakaların ilerde alacağı tehdit boyutu öngörülemiyorsa en tehlikeli senaryoya göre önlem alınmalıdır. Koronavirüsle mücadelede diğer bir husus, tehdidin boyutunun doğru tanımlanmasıdır. Diyalektik materyalizmde bir kural vardır: Nicelikteki değişim, nitelikte değişimi getirir. Vaka sayıları milyonları buldukça bu sadece bir sağlık sorunu olmaktan çıkar. Toplumsal, siyasal, iktisadi, psikolojik boyutları olan, birbiriyle ilgili çok boyutlu bir sorun haline gelir. Alınacak önlemler de buna uygun, çok boyutlu ve bütünleşik önlemler olmalıdır. Karar vericilere öneride bulunacak organlarda, bütüncül bir yaklaşımla işin tüm boyutlarını dikkate alacak uzmanlar görev almalıdır. Salgınla mücadelede bilimin gerekleriyle siyasetin ihtiyaçları bazen çelişmektedir. Siyasetçiler kararlarında kısa vadeli siyasi çıkarlarını değil, bilimin gereklerini ön plana almalıdır. Bu suretle salgın önleneceğinden, uzun vadede siyasi avantaj da sağlanır. En doğru yolu gösteren bilimdir.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear