23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
HABER TASARIM: ŞÜKRAN İŞCAN 7 6 NİSAN 2020 PAZARTESİ NEDEN SEREN SELVİN KORKMAZ? Lisans ve yüksek lisans derecelerini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden aldı. Yale Üniversitesi MacMillian Uluslararası ve Bölgesel Çalışmalar Merkezi’nde araştırmacı olarak çalıştı. Kurucusu olduğu Avusturya merkezli Avrupa Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün 2018’e kadar Türkiye Direktörlüğü’nü yaptı. Doktora çalışmalarını sürdürdüğü Stockholm Üniversitesi’nde Türkiye ve Ortadoğu siyaseti üzerine ders veren İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü (IstanPol) Genel Direktörü Korkmaz’ın güncel çalışmaları, popülizm, güvencesizlik, siyasal hareketler, seçmen algısı ve seçim stratejileri üzerine. Ayrıştırmayan lider puan toplar İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü Genel Direktörü Korkmaz’a göre Türkiye’de mevcut iktidar sıklıkla “büyük ve güçlü Türkiye” söylemine dayanıyor. Eğer hakikaten kastedilen güçlü bir Türkiye ise devlet en zor zamanında yurttaşlarına, onların ödediği vergilerin karşılığı ve sorumluluğu gereği destek olabilmeli. Üstelik bu destekler yöneticilerin lütfuna bırakılmamalı. Korkmaz, korona sonrası adalet ve eşitlik vurgusunun baskın olacağını, güvencesizlerinse siyasi aktör haline gelebileceğini söylüyor. n Sosyologlara göre koronavirüs dört aydır sarstığı dünyayı kökünden değiştirecek. Peki, bu değişimin izlerini nasıl göreceğiz? Gerek Türkiye gerekse dünyada siyasete bakış ve beklentiler değişir mi? Sonuçlarının ne olacağını şimdiden kestirmek zor olsa da insanlığın deneyimleri bize böylesine büyük bir kriz sonrasında değişimin kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Örneğin Büyük Buhran denilen 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı sonrasında ABD’de ekonomik ve sosyal değişim vaat eden Roosevelt başkanlığa seçilmişti. “New Deal” (Yeni Düzen) adını verdiği reform paketi ABD için sıra dışı bir durumu yani ekonomiye önemli devlet müdahalelerini içeriyordu. Krizden en çok etkilenen ülkelerden biri olan Almanya’da ise işsizler ve gelir kaybına uğrayanlar yükselen faşizm dalgasına kapıldı. Ekonomik hıncın siyasal ve toplumsal bir hınca dönüştüğü bir durum bu. Yine I. ve II. Dünya Savaşı sonrasında tamamen altüst olan siyasal ve ekonomik sistemleri düşünelim. Bu altüst oluşlar ve yeniden yapılanmalar yurttaşların siyasete ve kurumlara dair algılarının ve beklentilerinin değişmesi ile ilgili. Ben bugün yaşadığımız salgın krizinin de küresel düzeyde sisteme, ekonomik ve siyasal yapılara dair büyük sorgulamaları ve öfkeyi beraberinde getireceğini düşünüyorum. Tablo iç açıcı değil n Dünya “Evde kal” mesajını verirken geçim derdindeki yurttaşına hayatını idame ettirecek olanağı da sağlıyor. Bizde ise hükümet sokağa çıkma yasağını ilan etmek bir yana, yardım kampanyalarıyla para toplamaya başladı. Dünya ve Türkiye arasındaki bu farklı tabloyu değerlendirir misiniz? Aslında böyle zamanlarda ülkeler kurumlarını, yöneticilerini ve politikalarını test etmiş oluyor da diyebiliriz. Tam da bu yüzden kriz anları siyasal ve toplumsal değişimlere gebe oluyor. Eğer sistem hakikaten işliyorsa ve sorunları çözebiliyorsa zaten yurttaşlar “istikrar” arayışında olduğu için bir değişim talebinde bulunmuyorlar. Elbette toplumun farklı kesimleri için “değişim” talebi ille de bir kriz anını beklemiyor. Dışlanmış olmanız, taleplerinizin siyaseten karşılığını bulamıyor oluşunuz, temel haklarınıza yönelik tehditler, ideolojik tercihleriniz veya ekonomik sorunlarınız gibi pek çok neden değişim talebinin kökeninde yatıyor. Ancak böylesine toplumun çok geniş kesimlerini etkileyen hayati bir krizi iyi yönetememek ideolojilerden ve geçmişte biriken öfkelerden de bağımsız olarak çok daha keskin talepleri ortaya çıkarır. n Türkiye’de kamuoyu için de durum böyle mi? Evet. Türkiye’de mevcut iktidar sıklıkla “büyük ve güçlü Türkiye” söylemine ve hedefine dayanıyordu. Eğer hakikaten kastedilen güçlü bir Türkiye ise devlet en zor zamanında yurttaşlarına, onların ödediği vergilerin karşılığı ve sorumluluğu gereği destek olabilmeli. Üstelik bu destekler yöneticilerin veya bireylerin lütfuna ve merhametine bıra ABD’de fatura ağır olacak ABD gibi eşitsizliklerin en yoğun yaşandığı, sağlığa erişimin oldukça pahalı olduğu bir ülkede salgın bu eşitsizlikleri çok daha göz önüne çıkaracak. Özellikle 2008 krizi sonrası ABD’de ivme yakalayan ve temel odağı sınıfsal eşitsizlikler olan yeni solun, zaten yapısal reform önerileri ile hazırlıklı olduğu bu süreç sonrasında daha etkili olacağını düşünüyorum. Bernie Sanders, Alexandria OcasioCortez, İlhan Omar gibi aktörlerin popülaritesi de bu programlarla birleşince, etki alanı artıyor diyebiliriz. Bu sol dalga Demokrat Parti’nin merkez kanadının söylemlerini çok daha güçlü bir şekilde etkileyerek de kendini gösterebilir. kılmamalı, sosyal devletin kurumları aracılığı ile sistematik bir şekilde yapılmalı. Pek çok ülke ekonomik olarak ayakta kalmak için önlemler alırken, yurttaşların da bu süreçten en az zararla çıkması için kira yardımı, fatura ve kredi ödemelerinin ertelenmesi, aylık gıda yardımı veya her vatandaşa belirli bir miktar nakit desteği gibi önlemleri uygulamaya başladı, bazı ülkelerin ise öncelikli gündemi bu tartışmalar. Türkiye’de ise bağış kampanyalarının nasıl dağıtılacağı konusunda şeffaf bir uygulamanın eksikliği de geniş kesimlerde güven problemi yaratabilir. Haliyle, Türkiye açısından tablo çok da iç açıcı değil. ‘Devlet sahip çıkamadı’ n Sizce tablo, “İktidar sınıfta kaldı” mı, yoksa “Dünya bir şey yapamıyor, bizimkiler ne yapsın” şeklinde mi okunur? Halihazırda ev, tüketici kredisi çekmiş ve günlük gelirle geçinen insanların yaşayacağı kaybın etkisinin çok ciddi olacağını düşünüyorum. Kişiler yalnızca sağlığını veya işlerini değil, statülerini de kaybediyor. Bunun yaratacağı psikolojik ve toplumsal buhran “Bizimkiler ne yapsın” dedirtmeyecektir, aksine devlet en zor zamanda bize sahip çıkamadı dedirtecektir. Hatırlayalım, 1999 depremi ve 2001 krizinin faturası o dönem yönetimde olan tüm siyasal parti ve aktörlere çok ağır bir şekilde yansımıştı. Çünkü halk tam da böyle kriz anlarında devletin koruyucu gücüne ihtiyaç duyar. İnsanlar bugün ideolojik tercihlerinden, kimliksel kaygılarından ziyade faturasını, kirasını nasıl ödeyeceklerinin, nasıl geçineceklerinin derdinde. Haliyle özellikle iş garantisi olmayan, günlük gelirle geçinen güvencesiz kesimlerin siyaset kurumuna ve siyasetçilere güveninin daha da kırılacağını düşünüyorum. İktidar için büyük tehdit n CHP’li belediyelerin bağış hesaplarına bloke konulması “Bu durumda dahi kutuplaştırma politikası güdülür mü?” eleştirisini de beraberinde getirdi nitekim.. Popülist siyaset, kutuplaştırmadan, ayrıştırmadan, sürekli olarak yaratılan tehdit algısından beslenir. Sorunların kaynağı dış mihraklar, muhalifler, akademisyenler, gazeteciler, göçmenler ve daha sayabileceğiniz pek çok unsur olabilir. Popülistlere göre bunlardan kurtulursanız sorunları çözersiniz. Türkiye’de iktidar partisinin söylemleri ve faaliyetleri de uzun zamandır kutuplaşmadan besleniyor. Ancak, 31 Mart yerel seçimlerinden bu yana bu kutuplaştırma siyasetinin etkisinin kırılmaya başladığını görüyoruz. Muhalefetin kutuplaşma yaratan kimlik siyasetinden çıkıp, kapsayıcı, geniş bir demokrasi ittifakı üzerinden hareket etmesi, ekonomik kaygıların altını çizmesi, iktidarın rotasını şaşırtmıştı. Bugün de CHP’li belediyelerin salgının Türkiye’de ortaya çıktığı ilk günden bu yana süreci çok iyi yönettiği ve öncül uygulamalar ile yurttaşların günlük sorunlarına çözüm sunmaya çalıştıklarını görüyoruz. Belediyeler işlevi sebebiyle bir kentteki her yurttaşa dokunabilecek, onları mobilize edebilecek doğrudan gündelik hayata etki edebilen yapılar. Haliyle iktidar için büyük bir tehdit de yaratıyor. Oysa böyle bir dönemde sürekli altı çizilen beka sorunu ülkenin ayakta kalabilmesi ve halk sağlığıdır. Bunun için tüm ulusal ve yerel kurumların işbirliği içinde çalışması gerekiyor. Popülist iktidarların alışık olduğu hamaset ve kutuplaşma ne ya AB’nin iki zorlu sınavı Bana kalırsa süreç sonunda AB’nin önünde iki zorlu sınav var. İlki AB karşıtı popülist hareketlerin kemer sıkma politikalarının sağlık sistemine yapılan harcamaları zayıflattığı ve bunun Güney Avrupa ülkelerine yaşattığı maliyete dair kurabilecekleri söylem. Bir diğeri ise genel anlamda kriz anında acil çözüm üreteme yen ve sorunların çözümünü ulus devletlere bırakan kurumsal yapılanmasının sorgulanışı, bu AB’nin özüne dair bir tartışma açabilir. Bu süreçte AB’ye düşen en büyük görev özellikle Avro bölgesindeki ekonomi yönetimi ve destek paketleri olacak gibi. Bu konuda göstereceği perfor mansın sürecin sonrasındaki tartışmalara etkisi olacağını düşünüyorum. zık ki yapısal çözümler sunmanın çok gerisinde. n Ciddi bir salgınla uğraşırken kayyım atamalarını, Kanal İstanbul ihalesinin araya sıkıştırılmasını, infaz yasasında siyasi suçlulara yönelik adaletsiz düzenlemeleri göz önüne aldığınızda, yurttaş?tüm bunları nasıl okur? Salgın ortamı popülist veya otoriter yönetimler için çeşitli fırsatlar da barındırıyor. Bu süreçte toplumsal muhalefetin etki alanı daha da daraldı ve sağlık ve ekonomik tedbirler dışındaki herhangi bir konuya dikkat çekmek oldukça güç. Dolayısıyla kayyım atamaları gibi antidemokratik uygulamalar oldukça rahat bir şekilde deyim yerindeyse aradan çıkarılabiliyor. Pek çok suçluya yönelik adli düzenlemeler yapılırken siyasi suçlardan tutuklu bulunanların kapsam dışı bırakılması ise somut bir kin ve hamaset göstergesi. Toplumun farklı kesimlerine değen bu adaletsizliğin daha da katlanmasına yol açacak bir uygulama. Haliyle ben “adalet ve eşitlik” vurgusunun çok baskın olacağı bir korona sonrası dünyada, bugün yönetimde olan popülist siyasetin var olmakta çok zorlanacağını düşünüyorum. Tabii bunun için karşı hareketlerin yani muhalefetin alanı boş bırakmaması gerekiyor. Çünkü korona sonrası dediğimiz süreç de kendiliğinden bir siyasi yıkım ve oluşum getirmeyecek. Bu sürece, bugünün ve geçmişin yıkımlarını çok iyi okuyarak politika önerileri ile hazırlanan, yeni kadrolar ve yeni bir anlayışla hareket eden yeni bir siyasetin öncülük etmesi lazım. Özellikle Türkiye’de siyaset, mevcut fikir ve ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar ve sivil topluma baskılar sebebiyle siyasal partiler eksenine sıkışmışken, muhalefet partilerine düşen görev oldukça önemli. n “Benzer krizler otoriter yönetim ler için fırsatlar da barındırıyor” dediniz... Macaristan Başbakanı Orban, salgını fırsat bilip ülkeyi kararnamelerle yönetme yetkisi aldı. Temel özgürlüklerin kısıtlanması konusunda kalıcı bir tavır ortaya çıkarması mümkün müdür bugünkü konjonktürün? Orban da popülist bir lider ve diğerleri gibi gücü tek elde toplayacak her türlü fırsatı değerlendiriyor. Buradaki en ciddi sorun popülistlerin birbirlerinden ilham ve cesaret alması. Dünya son yıllarda demokrasinin geriye gidişine şahit oluyor. Özgür ve adil seçimler, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü, özgür basın, hükümetin hesap verilebilirliği gibi demokrasinin en basit ve temel ilkelerinin pek çok açıdan zedelendiğini görüyoruz. Demokratik kurumları ile övünen Avrupa ülkeleri ve ABD de bu dalganın etkisinde. Yani popülist ve otoriter yönetimlerin demokrasilere uğrattığı yıkım aslında zaten adım adım ilerliyor. Türkiye’de olduğu gibi dünyada da bununla mücadele karşı hareketlere düşecek. Yani popülizme karşı adalet temelli uluslararası dayanışma içeren programların varlığı ve bunların sürekli canlı tutulması önemli. Bundan sonrasını belirleyecek olan yurttaşların talepleri ve popülizme karşı alternatif hareketlerin çabaları olacaktır. Ekonomik adalet talebi n Kriz sonrasında insanların talebi ne olacak? Daha iyi bir sağlık sistemi talep edecek, parası olmadığı için tedavi olamayan, herkes evde otururken dışarıda çalışmak zorunda olan, işini kaybeden insanlar “ekonomik adalet” talep edecek. Bunun çözümünün de aynı mahallede oturduğu göçmenlerden veya “öteki” partiye oy verenlerden kurtulmak olmadığını bilecek. Bu nedenle sürecin sosyal devlete olan ihtiyacın ve sosyal demokrat politikaların bugünün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden düşünülmesi için de bir alan açacağını düşünüyorum. n Hangi tip lider, ne gibi fatura ödeyecek sonuçta? Bu süreçte sağlık kurullarının aldığı tedbirleri uygulaması için liderleri ikna etmeye çalıştığını duyuyoruz hem dünyada hem Türkiye’de. Bu da lider odaklı, tek kişinin kararlarına dayanan yönetimlerin aslında ne kadar kırılgan ve tehlikeli olduğunu gösteriyor. Tüm yetkileri elinde toplayan tek bir yöneticinin hataları sebebiyle tüm toplumun, hatta dünyanın bedel ödemesine sebep olabileceği gerçeğini farklı ülkeler deneyimliyor. Bu nedenle demokrasinin temel ilkelerinin ve dengedenetleme mekanizmalarının eksikliğinde gücü tek elde toplamaya çalışan liderler aslında kendileri için de kırılgan bir alan yaratmış oluyorlar. Bu süreçte kapsayıcı olan, toplumu ayrıştırmayan, sağlık ve ekonomi politikalarını iyi yöneterek krizin bedelini yurttaşa en az şekilde yansıtabilecek, bunu yaparken de şeffaf bir yönetimi benimseyen her lider ve yönetim puan toplar. Aksini yapanlar ise açık bir şekilde kaybetme riskini alırlar. Ankara Güvenpark’ta kuşlara yem veren yurttaşın pet şişeden yaptığı maskenin üstü mesaj dolu... ‘Güvencesizler’ zamanı n Dünyada ciddi bir ekonomik kriz bekleniyor. Milyonlarca insanın işsiz kalacağı ortada. Krizin siyasete de ödeteceği fatura olacaktır herhalde... Ekonomist Niall Kishtainy, 1929 ekonomik buhranının yarattığı yıkımı anlatırken 1932’de Amerika’da listeleri altüst eden bir şarkının sözüne yer veriyor: “Bir zamanlar demiryolu inşa ettim; artık o iş bitti. Kardeş, birkaç kuruş bozukluğun var mı?” Bu sözler bize 1920’ler ABD’sinin zenginlik kaynaklarından biri olan malları ve insanları taşıyan demiryollarında çalışan bir işçinin buhran sonrası düştüğü sefaleti anlatıyor. Trenler, buhran sonrası artık zenginliği değil, iş aramak için eyalet eyalet dolaşan, yük vagonlarına doluşmuş milyonlarca insanı taşıyordu. 1932’de Yeni Düzen politikaları ile Roosevelt böyle bir ortamda iktidara geliyordu. n Koronavirüs felaketi 2008’den ziyade 1929 krizine benzetilebilir mi? Etki alanı çok daha geniş ve görülen o ki Türkiye’yi de teğet geçemeyecek bir kriz. 2008 krizi sonrasında dünyada pek çok ülkede neoliberal politikalar sorgulanmaya başlandı, dünya çapında yeni siyasal hareketlere alan açan sosyal patlamalar, isyanlar ortaya çıktı. ABD’de Occupy hareketleri, Avrupa’da İspanya, Yunanistan ve pek çok ülkede görülen kendilerine genellikle “Öfkeliler” diyen grupların meydanları doldurması, Gezi Hareketi ve Arap Baharı... Bunlar tüm dünyada ekonomik ve siyasal adaletsizliğe karşı gelişen hareketlerdi. Karşılığında bu hareketlerin bazıları siyasallaştı, bazıları geri çekildi ama dünya bu deneyimleme sürecini yaşa yarak girdi buhrana. Şüphesiz ki bu hareketlerden filizlenen özgürlük ve adalet talepleri ekonomik krizin yaratacağı öfke birikimi ile siyasallaşabilir. Toplumun çok geniş kesimlerini içeren güvencesizlerin taleplerini siyasallaştırma hamlesi olacaktır bu. Meslektaşım Alphan Telek ile yaptığımız çalışmalarda önümüzdeki süreçte eğer siyasallaşmayı başarabilirse güvencesizlerin en önemli siyasal aktör olacağını uzun süredir tartışıyoruz. Bunlar AVM’de çalışan görevliden fabrika işçisine, bankada çalışan beyaz yakalıdan bir akademisyene veya üniversiteyi bitirip işsiz kalan bir gence kadar yarınını öngöremeyen belirsizlik ve geleceksizlik hissi ile baş etmeye çalışan kaygı ve stres içindeki milyonlar. Bu kitleler dönüşümün itici gücü olmaya aday.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear