18 Haziran 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
8 12 ARALIK 2020 CUMARTESİ HABER 70 yılda bugünkü baskının Gazeteci, yazar, siyasetçi... Türkiye’nin saygın kalemlerinden Altan Öymen bugün gazeteciliğinin 70. yılını kutluyor. Öymen’in kapısını çaldık, özgürlük ve yasaklarla geçen 70 yılı konuştuk... örneğini görmedim n Bugün gazeteciliğe başlamanızın üzerinden tam 70 yıl geçti. Kapıdan içeri nasıl girdiniz, anlatır mısınız? Kapı, Ankara’da o zamanki Ulus gazetesinin kapısıydı. Ankara’da başlıca İPEK üç sabah gazetesi vardı. Gazeteciliğin ÖZBEY merkezi İstanbul’du. Cumhuriyet’ten Hürriyet’e, Milliyet’ten Vatan’a kadar, o zamanki “ana akım” gazetelerin hepsinin yönetim merkezleri ve basımevleri İstanbul’daydı. Ama oradan Ankara’ya gönderilen gazeteler, okurlarına ancak ertesi gün ulaşabiliyordu. Ankaralıların günü gününe gazete okumalarının tek yolu, Ankara’da basılıp yayımlanan gazetelerin birini alıp okumaktı. Gazeteleri, basıldıkları şehirden başka yerlere günü gününe ulaştırmaya, ne o zamanki iletişim ve baskı olanakları müsaitti ne de ulaşım imkânları... Bizim evde de her sabah bayilerin gelip kapı önüne bıraktıkları Ulus gazetesi okunurdu. Ulus, Birinci Meclis zamanında Hakimiyeti Milliye (Ulusal Egemenlik) adıyla yayına başlayan gazetenin devamıydı. İmtiyaz sahibi CHP’ydi. Ama Ankara’nın yerel konularına da önem vererek tüm Ankaralıların gazetesi olmaya gayret ediyordu. Ulus’taki yöneticilerin çoğu mesleklerine İstanbul’da başlayıp Ankara’ya gelen kıdemli gazetecilerdi. Gazeteciliğe Ankara’da başlayanların çoğu ise gençti. Meslekteki stajyerlik o zamanki deyimiyle “çıraklık” dönemlerini başkentte geçirmişlerdi. Ben de gazeteci olacaksam, bir Ankara gazetesinde olabilirdim. Ama hedefe varmam, bunu gazete yönetiminin kabul etmesine bağlıydı. n Etti mi? Ulus gazetesinin binası, Ankara’da Ulus Meydanı’ndaki Rüzgârlı Sokak’ın başlangıcındaydı. İki katlı bir binaydı. O işin “istikşafî” (keşif amaçlı) çalışmasını daha önce yapmıştım. Ulus gazetesi, babamın da, özellikle eğitimle ilgili konularda zaman zaman yazdığı bir gazeteydi. Yazıişleri Müdürü Münir Berk’ti. Yetki ondaydı. Derdimi ona gidip anlatmalıydım. O zamanlar gazete yöneticilerinin özel kalemi, sekreteri falan yok. İsteyen, kapıcıya söyleyip, müdürün kapısını tıklatarak içeriye giriyor. Ben de öyle yaptım. Derdimi anlattım, ama kısa konuştu, sonuç olarak dedi ki: “Şu anda vaziyetimiz müsait değil.” Ben bu sözü “Şu anda müsait değil. Ama ileride müsait olabilir” diye yorumladım. Münir Bey’in kapısını daha sonraları belirli aralıklarla birkaç defa daha çaldım ve aynı cevapları aldım. Sonunda, hem de hiç beklemediğim bir günde, önündeki dahili telefondan gazetenin istihbarat şefini aradı: “Size Altan Öymen Beyi gönderiyorum. Genç bir arkadaşımız. Stajyer olarak başlayacak” dedi. Ve hedefe ulaştım. Demokrasiye uygun da yaşadık n Türkiye’nin çok farklı, çok karmaşık dönemlerine şahit oldunuz. Gazeteci, yazar, siyasetçi olarak hep toplumsal olayların içinde yer aldınız. Biraz karşılaştırmalı gidelim isterim. Basın özgürlüğü açısından baktığınızda bugünkü gibi şartların zorlandığı bir dönem hatırlıyor musunuz? Türkiye’de demokratik seçimlerle ilk iktidar değişikliğinin gerçekleşmesinden beri, 70 yıl geçti. Benim gazeteciliğimin başlamasından bu yana yani... Bu 70 yıl içinde gazeteci olarak da, tüm vatandaşlar olarak da, çok büyük zorluklarla karşılaştığımız yıllar var. Ama şunu unutmamalı: Demokrasinin kurallarına olabildiğince uygun olarak yaşadığımız dönemler de var. Onlar da hiç az değil. n Kronolojik olarak bakalım... Demokrasiye geçiş yolundaki son pürüzlerin kaldırıldığı yıl 1947’diydi. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, o yılın Temmuz’unda CHP’li Başbakan Recep Peker ve Demokrat Parti Genel Başkanı Celal Bayar ile uzun görüşmeler yapmış, ikisini bir araya getirmiş ve demokrasinin tüm koşullarıyla birlikte gerçekleştirileceğinin güvencelerini vermişti. 12 Temmuz günü de bunu bir bildiriyle kamuoyuna açıklamıştı. O tarihten sonra da iki parti, yeni seçime gidişin yasalarını birlikte hazırlamıştı. 14 Mayıs 1950’deki genel seçimi kazanan Demokrat Parti de iktidara geçtikten sonraki ikiüç yıl içinde demokrasi yolundaki o ilerleyişi pekiştiren adımlar atmıştı. O adımlardan biri, yeni basın yasasının çıkarılmasıydı. Demokrat Parti’nin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve başbakanı Adnan Menderes, bu yasa ile muhalefetteki vaatlerinden birini yerine getiriyorlardı. Basın için, eski yasaya göre daha demokratik bir ortam oluşturuyorlardı. Onun yanında, Demokrat Parti iktidarı, bir de af kanunu çıkardı. Siyasi nitelikteki suçlar dahil, belirli suçlaYıl 1974... Gazeteci Altan Öymen Bülent Ecevit ile bir söyleşi sırasında. rı işlemiş olanların cezaları kaldırıldı. Yıllardır hapiste olan Nâzım Hikmet dahil olmak üzere, bir kısım siyasal hükümlü de cezaevinden çıktı. Aynı dönemde ayrıca, “Basın mesleğinde çalışanlarla çalıştıranlar hakkındaki münasebetleri düzenleyen kanun” adı altındaki bir kanunla, çalışan gazetecilerin sosyal haklarını elde etmesi sağlandı. Bunlara benzer kanunlar, kararlar ve uygulamalarla, Türkiye’de, basın özgürlüğü başta olmak üzere, demokratik hak ve özgürlüklerin uygulanması yolunda önemli adımlar atıldı. Gazete kapatmalar başladı n Bu gidiş ne kadar sürdü? Ne yazık ki uzun sürmedi. 1953 yılının son aylarından itibaren Millet Partisi’ne açılan davalar sonunda, o parti kapatıldı. CHP’nin mallarına o arada Ulus gazetesinin matbaasına da “tek parti zamanında elde edildi” denilerek, kanun çıkarılıp el konuldu ve bütün o mallar Hazine’ye devredildi. Bunun arkasından da basına karşı önlemler başladı. 1950’deki yeni basın kanunuyla bir ölçüde rahatlamış olan basın, 1954’te ilki, 1956’da ikincisi çıkarılan yeni yasalarla ağır hapis ve para cezalarının tehdidi altına sokuldu. Ayrıca, toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkı fiilen ortadan kaldırıldı. Siyasi partilerin radyodan eşit konuşma hakkını kaldıran, seçim ittifakı yapmalarını yasaklayan kanunlar çıkarıldı. Kıdemli hâkimlerin güvencesi kaldırıldı. Daha sonra da malum, 1960’ın ilkbaharında, iktidar partisinin 15 milletvekilinden oluşan bir “Tahkikat Encümeni” kuruldu. Ve o encümen, muhalefet partilerine ve “bir kısım basın”a karşı “siyaseti yasaklama”, “gazeteleri kapatma”, “toplantıları suç sayma”, “şüpheli gördüklerini tutuklama” gibi yetkilerle donatıldı. Özetle: Demokrasinin en ayrılmaz parçası olan temel hak ve hürriyetler rafa kaldırıldı. Ayrıca, Tahkikat Encümeni düzenine ek olarak bir de “sıkıyönetim” ilan edildi. Muhalefete ve basına karşı yaptırımlar, askeri birliklerin de katkısıyla uygulanmaya başladı. n Bu süreç, 1950’den sonraki ilk yıllarda atılan adımların tam tersi... Evet, öyle. Özellikle, 1956’dan sonraki dönem, demokratik bir dönem olarak kabul edilmesi mümkün olmayan bir dönemdi. Bu yüzden olaylar çıktı. Ve ülkede “kardeş kavgasını önleme” gerekçesiyle bir askeri müdahale yaşandı. O müdahaleye, ister o zamanki adıyla “ihtilal” deyin, ister sonraki adıyla “devrim” veya daha sonraki deyimiyle “darbe”, “kardeş kavgasını önleme”ye yetmedi. Gerçi bir Kurucu Meclis oluşturularak yeni ve demokratik bir Anayasa hazırlandı ve halkoylamasıyla onaylanıp yürürlüğe girdi. Ama o gelişme devam ederken, çok sayıda idam cezası ile hapis cezasını içeren Yassıada kararlarının bir kısmının Milli Birlik Komitesi’nce onaylanması ve uygulanmasıyla, çok büyük acılar yaşandı ve yeni bir toplumsal kavga potansiyeli ortaya çıktı. Bunun etkileriyle, yeni seçimler sonrasında iki yeni darbe teşebbüsü yaşandı. 22 Şubat 1962’deki ve 21 Mayıs 1963’teki Talat Aydemir’in girişimleri... Ve ikinci girişimden sonra da, yeniden iki idam ve çok sayıda hapis cezası... Ve yeni acılar... O iki darbe teşebbüsünün de tabii, tarihimizdeki yeri çok olumsuzdur. Ama bir teselli nedeni aranırsa, şunu belirtmek gerekir: O iki darbe girişimi de gerek o sıradaki iki koalisyon hükümetiyle birlikte, TSK’nin ve Ankara halkının hep birlikte karşı çıkışıyla, birer gün içinde önlenmiştir. O sıradaki koalisyon hükümetleri de ilginçtir. n Hangi açıdan ilginç? İkisi de Türkiye siyasetindeki eski karşıt partilerin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Birinci hükümetin iki partisinden biri CHP, öteki Adalet Partisi’ydi. Kurulmaları ve bir arada çalışmaları kolay olmamıştı. Ama sabırla sürdürülen görüşmeler sonunda göreve başlamışlardı. 1962’deki birinci darbe, o hükümetin yönetiminde, kimsenin burnu kanamadan önlenmişti. Birinci hükümetin daha sonraki bir anlaşmazlık yüzünden bozulması üzerine kurulan ikinci hükümet, üç partiliydi. Ama yapısı, birincisine benziyordu. İnönü gene başbakandı, öteki iki partinin biri, Yeni Türkiye Partisi, öteki Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ydi. O iki parti de, Adalet Partisi gibi, Demokrat Parti çizgisini sürdürdükleri iddiasındaydı. O koalisyon hükümeti de o darbe girişimlerinin önlemesine olduğu gibi, yeni anayasanın getirdiği özgürlükçü düzenin yerleşmesine önemli katkılar yaptı. Anayasadaki temel haklar ve özgürlüklerle ilgili tüm “uyum yasaları” o yıllarda çıkarıldı. O gelişmenin sonucu olarak Türkiye, basın özgürlüğü de dahil, bütün demokratik hak ve hürriyetleri güvence altına almış bulunuyordu. Bu açıdan 1960’lar döneminin büyük bir kısmının yeri de bence 19491956 arasındaki gibi “bardağın dolu tarafı”ndaydı. 1965 seçiminden sonra, 196970’e kadarki yıllar da öyle... Yani “demokrasili yıllar”dı, “özgür basın” yıllarıydı. Kısacası: Benim 70 yıllık gazetecilik hayatımın 40 yılı aşkın bölümünde, demokrasimiz de, benzeri çağdaş ülkelerin gerisinde kalmamıştı, demokrasinin “olmazsa olmaz”ı basın özgürlüğü de... n Sorumun şu kısmını da cevaplar mısınız: “Basın özgürlüğü açısından baktığınızda bugünkü gibi şartların zorlandığı bir dönem var mı?” Bu soruya, benim hesabımdaki duruma göre cevap vereyim. 1 Demokrasiye adım attığımız 70 küsur yıl içinde benim, sivil yönetimlerin bazı eksikleri de olsa “demokratik” saydığım dönemlerinde, basına bu ölçüde uygulanan bir baskının ne örneklerini gördüm, ne de benzerlerini... 2 Yaşadığımız “askeri darbe” dönemlerindeki baskı çeşitleri arasında bile bugünkü “baskı çeşitleri”nden bazısını hiç görmedim. Önce “sivil yönetim dönemleri”ne bakalım. Aklıma ilk gelenlerden birkaçını söyleyeyim: Kurul yetkiyi tersine kullanıyor n Buyrun... Bugünlerin gündeminde, bazı televizyonlara uygulanan RTÜK yaptırımları var... Önce televizyon ekranını beş günlüğüne karartma kararı var. Ama iş onunla da kalmıyor. RTÜK aynı cezayı iki kere daha verirse, o televizyonun lisansı iptal ediliyor. Yani, karartma, “ebedi” bir karartma haline geliyor. Sonsuza kadar” yani... Böyle bir uygulamayı ben askeri dönemlerde de görmedim. Sıkıyönetim dönemlerinde de. Ama bugünkü “sivil yönetim” döneminde, o yolda atılan adımları gördüm. RTÜK’ün kuruluşunun temel nedenlerinden en önemlisi, aslında, televizyonların ülkedeki siyasal ve sosyal görüşler ve akımlar arasında tarafsız kalmasını sağlayacak önlemleri almaktı. Başta siyasal partiler olmak üzere o alandaki kurum ve kuBASIN ÖZGÜRLÜĞÜNE KARŞI SON ICATLAR n Gazeteciler kaçma ihtimalleri kuvvetli olduğu için tutuklanır mı? Kaçmayı başarma ihtimali en az olan meslek gazetecilik. Çünkü, tanınır insan, gazeteci olarak, televizyoncu olarak... Havaalanlarındaki, tren vagonlarındaki kontrol polisleri haydi haydi tanır onları... O konuda “ya polisleri de atlatıp kaçarsa?” diye düşünmek de yanlıştır. Öyle düşünüyorlarsa devletin ilgilileri, o kontrolü bile başaramayacaklarını itiraf ediyorlar demektir. Ama gazetecilerin tutuklanmasını, öyle bir gerekçeyle savunamazlar. Kısacası: Bu, gazetecileri beraat edecekleri besbelli olsa bile, tutuklayarak cezalandırmaktır. Dışarıda kalanları da o cezayı göstererek korkutmaya çalışmaktır. Bunlar da basın özgürlüğüne karşı, bu son dönemde icat edilmiş metotlardır. ruluşların haberlerine, sözcülerine adaletli bir şekilde yer verilmesini kontrol etmekti. Ceza verme yetkisi, ona asıl, o görevini adaletli bir şekilde yerine getirmesi için tanınmıştı. Şimdi o kurul, o yetkiyi tam tersine, tüm televizyonların yayınlarında bugünkü iktidar partisinin desteklenmesi ve ötekilerin sessizleştirilmesi için kullanıyor. Baskı çeşitlerinin yeni icatları n Basın İlan Kurumu da öyle... Tabii, o da kuruluş amacının “tam tersine” bir uygulama içindedir. O kurum, devlet kuruluşlarının gazetelere verdikleri ilan ve reklamların adil bir şekilde dağılımını sağlamak için kurulmuştur. O da o yetkiyi, iktidarı desteklemeyen gazetelere “ilan kesme cezası” diye bir “ceza” kesmek için uygulamaktadır. Benzeri birçok yaptırım da bugünkü iktidarın baskı araçları haline getirilmişlerdir. Bunlar, baskı çeşitlerinin “yeni icat”ları... n Bir de gazetecilerin tutuklanması var... Gazetecilerin gözaltına alınması ve tutuklanması, daha önceki “sivil dönem”lerin hiçbirinde, son 1012 yıldaki kadar çok ve uzun süreli olmamıştır. n Ama Demokrat Parti’nin ikinci beş yıllık iktidar döneminde de basın mensuplarına verilen cezalar az değildi, değil mi? Haklısın. Basınla ilgili biri 1954’te, öteki 1956’da çıkarılan iki yasa vardı. Kanun numaralarını bile hâlâ hatırlarım. (6334 ve 6732 sayılı kanunlar). Devlet erkânına yönelik eleştirilerde hakaret unsuru bulunduğu iddiasıyla uygulanıyorlardı. Buna her suç için 10 aydan başlayıp yükselen hapis cezalarıyla birlikte, 1520 bin liradan başlayan para cezaları da ekleniyordu. Ayrıca, o para cezalarının on misli civarındaki para cezaları da gazete sahibine veriliyordu. Suçun tekrarı halinde o cezalar daha da yükseliyordu. O yasalara göre birçok gazeteci mahkum edilmişti. Fakat şunu da belirtmeliyim: Gerek o zaman çıkarılan kanunlar, gerek mahkemelerin bağımsızlığını tahrip etmeye yönelik tedbirler ve uygulanmalar, bugünküler karşısında gene de çok hafif kalır. Basın, ağır hapis cezaları ve para cezaları tehdidi altındaydı... İnönü’nün koalisyon ları.. Darbeler birer günde bastırıldı. 12 Mart rejimi. Silahlı kuvvetler hükümeti istifa ettirdi. Meclis görevinde kaldı ama yönetim “sıkı yönetim” değildi Basının görece özgür olduğu yıllar... AKP iktidarının 2007’den sonra basına baskısı artmıştı, kanıtı olmayan iddialarla hapise sokulanlar arasına basılmamış kitapların yazarları da girmişti. Türkiye’de basının 73 yıllık durumunun özeti yukarıdaki gibidir. 1947’de hızlanan demokratikleşme sürecinin ilk yıllarında, basın özgürlüğü görece genişlemiştir. Ama 1954’te başlayıp 1956’da artan baskılar sonunda çıkan olayları, 27 Mayıs 1960’tan 1962’ye kadar süren bir askeri yönetim dönemi izlemiştir. Sonra 9 yıllık bir özgürlük döneminin arkasından “12 Mart rejimi”nin baskıları... Yedi yıllık özgürlük dönemi ve 12 Eylül 1980 rejiminin baskılı yılları... Bunun arkasından gelen 1983’ten 2007’ye kadarki yıllar ise basının –tabii, yine görece– bir özgürlük dönemi sayılabilir. Sonuç olarak tablodaki 73 yılın yaklaşık 49 yılında, yasalar ve uygulamalar açısından yaşadığımız ortam, görece de olsa– demokratik bir ortam sayılır. Tabii bu, ülkedeki siyasal yönetimlerin basına karşı tutumu ve uygulamaları açısından böyledir. Türkiye basını o 73 yıl içinde, cinayetler ve tehdit dönemleri de yaşamıştır ki o da ayrı ve çok önemli bir konudur. Bütün etkenleriyle birlikte ele alınıp kapsamlı araştırmalarla ve bütün ayrıntılarıyla aydınlığa çıkarılması gerekir.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear