22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
2 19 KASIM 2020 PERŞEMBE gorus@cumhuriyet.com.tr Türkiye’ye gözdağı OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AV. HÜSEYIN ÖZBEK TBB BAŞKAN YARDIMCISI ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun, 7 ülkeyi kapsayan ziyaretinin Türkiye ayağında yalnız Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin seçilmiş olması üzerinde düşünülmelidir. Bu ziyaret, patrikhanenin Türk hukukundaki statüsünün ABD açısından bir anlam taşımadığının çok kaba biçimde ifadesi olarak okunmalıdır. Türk hukukuna göre Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin yetkisi, Türk uyruklu Ortodoks yurttaşlarımızın dini iş ve işlemleri ile sınırlıdır. Patrikhane, politik bir kurum değil, Türk hukukuna tabi dini bir kurumdur. ABD ve AB ise patrikhanenin yetkisinin Türkiye ile sınırlanamayacağını, dünya üzerindeki bütün Ortodoksların en yüksek dini makam ve otoritesi olduğunu ileri sürmektedir. ABD ve AB yetkililerinin patrikhane ziyaretlerinde ve Rum patriğinin yurtdışı ziyaretlerinde uygulanan protokol yukarıdaki tanımın çok ötesinde ve üzerindedir. Patrik, dünya çapında hem dini hem siyasi bir makam ve statünün sahibi olarak takdim edilmektedir. Teopolitik bir dünya lideri olarak tanımlanan patriğin ve dünya çapında bir dini merkez olarak görülen patrikhanenin fiili statüsünün hukukileşmesi için Türkiye’ye uzun zamandır baskı yapılmaktadır. Bartholomeos, ABD ve AB tarafından kendisine sunulan güçlü destekten son derece memnun görünmektedir. Kendisine gösterilen ilgi ve verilen destekle orantılı olarak teopolitik bir dünya liTürkiye, başına örülmek istenen çoraplardan, ellerine, ayaklarına, bilicine vurulmak istenen zincirlerden kurtulmanın tek yolunun 29 Ekim 1923 ile simgeleşen kuruluş mimarisinden vazgeçmemekle mümkün olduğunu unutmamalıdır. derinin davranışlarını sergilemektedir. Türkiye’nin yapılan baskılara boyun eğip patriğin fiilen kullandığı unvana ve sahip olduğunu iddia ettiği misyona uygun bir hukuki düzenleme yapılması halinde, Türkiye içinde Türk hukukuna tabi olmayan teopolitik bir devlet ortaya çıkacaktır! Verilen mesaj açık ABD Dışişleri Bakanı’nın 17 Kasım 2020’de düzenlediği ziyareti ve açıklamaları önceki ziyaretlerden daha öte bir durumun ipuçlarını vermektedir. ABD yetkilileri, birkaç saat süren patrikhane ziyaretinin ardından gönül alma kabilinden en fazla yarım saatlik İstanbul Müftülüğü ziyareti gerçekleştirirlerdi. Müftülük ziyaretinin es geçilip Rüstem Paşa Camii’nin ayaküstü ziyareti ile verilmek istenen mesaj, Türkiye’nin politik ve dinsel olarak aşağılanması olarak görülmelidir. Türkiye’nin Ege ve Akdeniz’deki haklarını ve çıkarlarını koruma çabalarına karşı verilen tepkilerin açık tehdit boyutlarına ulaştığı bir süreçte gerçekleşen ziyaret bu açıdan da iyi değerlendirilmelidir. Pompeo’nun 1323 Kasım tarihleri arasında 7 ülkeyi kapsayan ziyaretinin ilk adımı olan Fransa ziyaretinde Macron’la görüşmesinin ardından Le Figaro gazetesine verdiği demeçte, “Türkiye’nin son dönemdeki eylemlerinin çok saldırgan olduğu konusunda Macron’la aynı fikirdeyiz” cümlelerini kullanması, gezinin ikinci ayağı olan Türkiye’ye gelmeden önce verilen açık bir tehdit olarak algılanmalıdır. Pompeo’nun Fransa ziyaretinin ardından uçakta ABD’li üst düzey bir yetkilinin gazetecilerle düzenlediği bilgilendirme toplantısında, Fransız mevkidaşı Le Drian’ın ile Pompeo’nun, Türkiye ile aralarındaki farklılıkları konuştuklarını açıklarken kullandığı “Türklerle ilgili kaygılarımızın olduğu Dağlık Karabağ, Doğu Akdeniz, Libya, Suriye ve diğer bölgelerle ilgili kapsamlı görüşmelerimiz oldu” sözleri, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin önüne nelerin konulacağının da ipuçlarını vermektedir. Ağır tehdit ABD Dışişleri Bakanlığı’nın, Pompeo Türkiye’ye gelmeden önce yaptığı resmi açıklamada, İstanbul’da yalnızca Fener Rum Patriği Bartholomeos ile görüşüleceği, Türkiye ve bölgedeki dini konuların masaya yatırılacağı ve ABD’nin din özgürlüklerine ilişkin güçlü duruşunun vurgulanacağı cümlelerine bakıldığında ziyaretin iki temel amacı anlaşılmaktadır: Patrikhaneye güçlü destek, Türkiye’ye ağır tehdit! Görüldüğü gibi bu ziyaret, dini özgürlüklerin salt dinle, Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin de salt Ortodoks yurttaşlarımızın dini işleriyle ilgili olmadığını bir kez daha göstermiştir. Emperyal güçler için dinin politik anlamı ve içeriği teolojik ilahi boyutundan daha fazla önem taşımaktadır. Yeni sömürgecilik açısından “dini özgürlük” söylemi, emperyal çıkarların makyajlanması ve kutsallaşması için kullanılan bir kavramdan öteye anlam taşımamaktadır. Mazlumlar coğrafyasındaki sömürünün sonsuza kadar sürmesini isteyen emperyalistler, mazlum milletlere vurdukları ekonomik kelepçeyi, dini özgürlükler makyajıyla piyasaya sürdükleri teolojik kelepçe ile bir daha çıkarılamayacak prangaya dönüştürmek istemektedirler. Türkiye, başına örülmek istenen çoraplardan, ellerine, ayaklarına, bilicine vurulmak istenen zincirlerden kurtulmanın tek yolunun 29 Ekim 1923 ile simgeleşen kuruluş mimarisinden vazgeçmemekle mümkün olduğunu unutmamalıdır. T.C. sokak devleti olabilir mi? Türkiye Cumhuriyeti, Parlamenter Demokrasi modeline göre kuruldu: İstiklal Savaşı’nı kazanan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Meclis Hükümeti döneminde çıkan bir kriz üzerine, Cumhuriyeti ilan ederek Parlamenter Demokrasi’yi kurdu. Oysa toplum, başta halifelik olmak üzere, her türlü otoriter yönetime uygun bir DinTarım toplumu niteliğindeydi... Nüfus esas olarak kendilerini padişahın kulu olarak görmeye koşullanmış olan köylülerden oluşuyordu. Mustafa Kemal Atatürk’e de önce, hem içeriden hem de dışarıdan halife olması önerilmiş, o ise “Halifeliğin devri çoktan kapandı” diyerek bunu reddetmişti. Dönem, ırkçı milliyetçiliğin filizlenme dönemiydi... Mussolini ve Hitler ufukta sezilmeye başlamıştı. Tam bu sırada Mustafa Kemal Atatürk de Osmanlı’nın mirası olan köylü kullardan oluşan bir “İslam Ümmeti”nden kentli ve çağdaş bir “Türk Milleti” yaratmaya çalışıyordu. Ama rejimin temelleri Demokrasiye dayanmadığı için Mustafa Kemal Atatürk, Faşizmi ve Führer Kemal olmayı da reddetti. Öte yandan İstiklal Savaşı sırasında Sovyetler Birliği hem silah hem de para yardımı yapmış, Kuvayı Milliyecilerin yanında yer almıştı. Lenin, Türkiye’ye destek için Aralov adlı bir Büyükelçi yollamıştı. Mustafa Kemal Atatürk, Aralov’u siperlerde gezdirirken askerleri işaret ederek ona halkın Bolşevizme uygun olmadığını söylemiş, Yoldaş Kemal olmayı da reddetmişti. İnsanlığın evrimini, DinTarım Toplumundan Endüstri Toplumu’na geçiş sürecinde, padişahlıktan Cumhuriyete doğru, milli egemenlik, demokrasi, özgürlük, bağımsızlık, antiemperyalizm, çağdaşlık, KentselEndüstriyel Toplum çizgilerinde görüyordu. İnsanlığın evrim çizgisini yakalamak için bir DinTarım Toplumunun kalıntıları üzerinde, toplumsal ekonomik, siyasal ve kültürel temelleri olmayan çağdaş bir Cumhuriyet ilan etti ve bunu Parlamenter Demokratik model üzerine kurdu. Elbette toplumu bu modele göre yönlendirmek, Osmanlı kalıntılarına çağ atlatmak, insanlığın dört yüzyılda geçtiği aşamaları birkaç on yıla sığdırmak için Parlamenter Demokratik modeli Tek Parti ile uyguladı. Ama hedefi Çok Partili Demokrasi idi. Nitekim bu modeli denedi ama Devrimin tehlikeye girdiğini görünce vazgeçti. Sonunda İsmet İnönü, Cumhuriyeti Demokrasi ile taçlandırmak için Tek Parti Modelinden Çok Partili Demokrasiye yine Parlamenter Demokrasi içinde geçti. Ama henüz Demokrasiyi yaşatacak sınıfsal, toplumsal, ekonomik ve kültürel yapı oluşmamıştı... Emperyalizmin etkilerine ve yönlendirmesine açık olan çökmüş DinTarım Toplumunun temsilcileri Demokrat Parti olarak iktidara geldiler ve Parlamenter Demokrasiyi otoriter bir rejime doğru yozlaştırdılar. 1961 Anayasası, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Parlamenter Demokratik Rejimi, Anayasa Mahkemesi, yargı bağımsızlığı, ikinci meclis (senato), grev hakkı ve medya özgürlüğü gibi, çağdaş güvencelere kavuşturdu. Ne yazık ki yine emperyalistlerle işbirliği yapan eski toplumun kalıntıları, 1971 ve 1980 askeri darbeleriyle bu Anayasa’yı da yok ettiler ve yerine dinciotoriter eğilimli 1982 Anayasası’nı getirdiler. İşte bugünkü iktidar, bu yeni otoriter ve dinci Anayasa sayesinde iktidara gelip devleti önce “Parti Devleti”ne dönüştürdü... Sonra da Parlamenter Demokrasiyi kaldırdı ve yerine ucube bir “Şahsım Devleti Rejimi” kurdu. Yani iktidar, Mustafa Kemal Atatürk ile başlayan “Tek Partiden Demokrasiye” giden süreci, “Demokrasiden Tek Partiye, Tek Partiden Şahsım Devletine” olarak tersine çevirmeye çalışıyor. HHH Şimdi Ana Muhalefet Partisi Lideri’ne, mahkum olmuş bir suç örgütü liderinin, akıl almaz terbiyesiz ve hakaretamiz saldırısını duyanlar, bir başka haddini bilmezin akademisyenlere yönelik “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve kanlarınızla duş alacağız” sözlerini de anımsatarak “Şahsım Devletinden de Sokak Devletine doğru yeni bir dönüşüm mü yaşanıyor” diye soruyorlar! Dilerim böyle bir şey olmaz, çünkü “Sokak Devleti”nden en çok zarar gören mevcut iktidar olur ama toplum da çok yüksek bedeller öder!
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear