Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
2 1 TEMMUZ 2019 PAZARTESİ gorus@cumhuriyet.com.tr TASARIM: İLKNUR FİLİZ olaylar ve görüşler Türkiye ve ‘kabotaj’ Prof. Dr. Rona AYBAY Fransızca “cabotage” sözcüğünden Türkçeye geçen “kabotaj”, bir devletin limanları arasında ticari taşımacılık yapma olanağının, o devletin bayrağını taşıyan gemilere özgülenmesi anlamına geliyor ve doğal olarak, bu alanlarda yabancı bayraklı ticaret gemilerinin çalışmasının yasaklanması sonucunu doğuruyor. 1 Temmuz 1926 günü yürürlüğe giren 815 sayılı “Türkiye Sahillerinde Nakliyatı Bahriye (Kabotaj) ve Limanlarla Kara Suları Dahilinde İcrayı Sanat ve Ticaret Hakkında Kanun” Türk kıyılarında yolcu ve yük taşımacılığını yabancılara yasaklamış, Türklere özgülemiştir. 1 Temmuz’un Denizcilik Bayramı olarak kutlanmasının nedeni budur. İlgili devletin taraf olduğu bir sözleşme ile tersine bir düzenleme yapılmış ya da özel bir izin verilmiş olmadıkça, her devletin kabotaj uygulaması, yani bir devletin limanları arasındaki ticari taşımacılığı yabancı bayraklı gemilere yasaklaması uluslararası hukuka uygun sayılıyor. Önceleri sadece gemiler için kabul edilen bu ilke, zamanla gelişen havacılık alanında da benimseniyor. Osmanlı dönemindeki durum “Kabotaj” konusunun, Osmanlı’nın son dönemlerindeki durumu neydi? Bu soruya en özlü yanıtı bir romanda buluyoruz: Recaizade Mahmut Ekrem’in 1896 yılında yayımlanmış “Araba Sevdası” romanından küçük bir alıntı, nereden nereye geldiğimizi çok güzel açıklıyor: Romanın kahramanı Bihruz Bey, İstanbul’da Galata açıklarında bekleyen gemilere bakarak, kıyı ile açıkta demirlemiş gemiler arasında yolcu taşıyan kayıkçıya sorar: Dün, İzmir’e vapur var mıydı? Vardı ya! Dün Fransızın postası idi; bugün Nemsenin (Avusturya Macaristan’ın); yarın da Moskofun (Rus’un) var... Romanda olaylar 19.yüzyıl ortalarının İstanbul’unda geçiyor. Osmanlı yönetimi altında, ülke limanları arasında yolcu ve yük taşımacılığı yapmanın; AvusturyaMacaristan, Fransız, Rus bayraklı gemilere açık olduğu görülüyor. Başkent İstanbul ile en büyük liman kenti İzmir arasında, seferler yabancı bayraklı gemilerle yapılıyor. Yıl 1923; Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919’da başlattığı ulusal Kurtuluş Savaşımız, o zamanın “süper güçleri”nce desteklenen işgalci Yunan askerlerini yenerek 9 Eylül 1922’de, İzmir Hükümet Konağı’na Türk bayrağı çekmesiyle simgelenen zaferle sonuçlanmıştır. Ama bir yandan yılların savaşları, öte yandan Osmanlı’nın, yabancı güçler karşısında ezik ve kötü yönetimi yüzünden ülke perişan haldedir. Ulusal Kurtuluş’un, askeri zaferini destekleyecek ekonomik gücün eksikliği apaçık ortadadır; yurdu, ekonomik perişanlıktan kurtaracak yöntemler bulunması, yeni örgütlenmeler oluşturulması gerekmektedir. İzmir İktisat Kongresi Kurtuluşun ancak iktisat ala nındaki başarılarla tamamlanabileceği düşüncesiyle; iktisat alanında yapılması gerekenlerin saptanması için, Mustafa Kemal Paşa’nın isteği üzerine, askeri zaferin kazanılmasından altı ay kadar sonra İzmir İktisat Kongresi toplanmıştır. Ekonomik yaşamın çeşitli alanlarında hizmet gören, iş yapan, emek veren işçi, işveren, esnaf, tüccar gibi gruplardan bini aşan sayıda temsilcinin katılımıyla, 17 Şubat 4 Mart 1923 tarihleri arasında çalışan bu kongrede; ülkenin çeşitli, alanlarındaki iktisadi sorunlar ve bu sorunların çözümü için neler yapılması gerektiği konularında geniş görüşmeler, tartışmalar yapılmış ve kararlar alınmıştır. İzmir İktisat Kongresi’nde benimsenmiş amaçlar arasında, kabotaj konusuyla ilgili olarak, şunları görüyoruz: “Kendi limanlarımızda kendi bayrağımızdan maadasının (başkasının) ticaret yapmaması ve kabotajda hakkı istiklalimizin (bağımsızlık hakkımızın ) tamamen kullanılması”. Yani Türk limanları arasında ticari taşımacılık yapma hakkının Türk bayraklı gemilere özgülenmesi. Armatörlere sermaye temin edecek deniz ticaret bankalarının kurulması. Lozan Konferansı öncesinde toplanan İzmir İktisat Kongresi’nin ekonomik bağımsızlık yönündeki kararları; Lozan’da kapitülasyonların kaldırılması için verilen savaşımda TBMM Delegasyonu’na moral destek olmuş ve sonuç olarak Osmanlı mirası kapitülasyonlarla yabancılara tanınmış ayrıcalıklar ortadan kaldırılmıştır. 24 Temmuz 1923 günü imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile açılan yeni dönemde; 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet ilan olunmuş ve Cumhuriyetin ilk anayasası olan 1924 Anayasası kabul edilmiştir. 1926 yılında kabul edilen ve kısaca “Kabotaj Kanunu” adıyla anılan yasa da, bu bütünün bir parçasını oluşturmuştur. Sonuç Bugün, limanlarımız arasında yolcu ve yük taşımacılığı yapma olanağının, yabancı bayraklı gemilere tanınması diye bir sorunumuz yoktur. Bu durumu, ulusal Kurtuluş Savaşımızı kazananlara ve onu ekonomik alanlarda sürdürenlere borçluyuz. Ama bu, deniz taşımacılığı açısından içinde bulunduğumuz durumun son derecede üzücü olduğunu görmemize engel olamıyor. 1950’de, bağımsız yargının denetiminde, özgür seçimlerle iktidara gelmiş olan Demokrat Parti yönetimiyle başlayan dönemle birlikte; ulaştırma alanında politikalar kökten değiştirilmiş, denizyolları ve demiryolları ihmal edilmiştir. Bu politikaların, sonraki dönemlerde de sürdürülmesinin sonucu olarak; bugün başta İstanbulİzmir olmak üzere, Akdeniz ve Karadeniz limanlarımızı birbirine bağlayan yolcu taşımacılığı yapan gemimiz yoktur. Oysa ABD etkisiyle, taşımacılıkta kara taşımacılığının öne çıkarılmasından önce, bu hatlarda çalışan çok sayıda gemimiz vardı. Bu, Kabotaj Bayramımızı kutlamanın övüncüne gölge düşüren bir durumdur. Özgür disiplin SALİ TURAN İnsan ayakta, giderken, yürürken daha çok görür ve yaşar. Yol aldıkça, sağa sola evrildikçe, aşağı yukarı inip çıktıkça kompozisyonlar çoğalır. Ve konumunuz değiştikçe her şey, her varlık, her olay farklı görselliklerinin ve farklı gerçekliğinin sırlarını verir size. Geride kalanla görülenin ilişkilerini kurar, yeni biçimlendirmelere vardırırsın insanı, ağaçları, dağları, bulutları. İçinden bir nehir yol geçirirsin. Sağında solunda, önünde arkanda sıralar boyu akıp giden gençler, kızlar, erkekler, analar, babalar, kucaklarda çocuklar. Benzer akıl geçirmelerle örülür birbirine, çıkışları, tepkileri ve beklentileri. Dışına çıkıp baktığında akıp uzayıp gidene; şaşakalır, insanın serüvenini, yolculuğunu dağ eteklerinde bir su kenarında ağaçlar arasında sonra tepelerde bulutlar içerisinde. Yağmurla uyumlu adımlar sıra sıra. Mutlu, sevecen bir enerji geçer birinden birilerine, birilerinden birine ve bir güven bütün organlarda, duygularda, birlikteliğin ortak renklerinde. Bolu Dağı’nda, Köroğlu’nda İdris Akyüz’le zaman ve yol ilişkisinde. Kardeşim Sabri Turan’la, Ankara yönünden Bolu’ya yakın dinlenme alanında eklendik silahsız savaş veren güzel insanlar topluluğuna. Yaşamımda ilk kez insanın çevresiyle bu kadar bir bütün olduğunu görselleyerek her bileşeni yeni boyutunda kavrayarak iç benlerimle tanıştırıyordum. Otobüsler, kamyonlar, otomobiller, tomalar, akrepler, garip silahlı araçlar, polisler, jandarmalar, yol korkulukları, çimenler, tepeler, ağaçlar, insanlar, birbirlerine çok yakın, çok sıcak empati yapan herkesin her şeyin kabullenildiği, fazlalık hiçbir şeyin olmadığını doğanın şahitliğinde sessizce haykırıyorlardı. Gözlerinden, dikkatli davranışlarından, açık araba kapılarından, sanki gizli bir el tarafından kurulan masalardan, yemek dağıtanlardan, oturanlardan, güzel kızlar, güzel erkeklerden, anonslardan, türkülerden; içimizden geçip bizi bütün insanlarla, bütün varlıklarla birbirimize bağlayan bir yaşama sevinci. Uçmak, mutlu olmak işte böyle bir şey. Her güzellik, her nezaket, her saygı her an herkes için. Ben ömrümde ilk kez polislerin, jandarmaların bu kadar bendenbizden biri olduğunu, bizimle birlikte sorumlu ve sevgiyle yürüdüğünü yaşamın ve doğanın bir parçası olduğunu gördüm. Gözlerim her tarafı taramaktan çizmelere zaman kalmıyordu. Ne umulmaz şeydi yaşanan; bir dağda, yaylada, ıssızlığın ortasında bir rüyada mıydım? İşte, şaşkınlıklarıma şaşkınlık eklenerek karıştım iç lerine, bir başka ben olmaya bir büyük kitlenin duyarlılığında. Güzel, seviniyordum. Her yandan bir hareketlenme başladı. Görevliler, anonslar, arabalar, insanlar insanlar, beyaz tişörtler, beyaz şapkalar üzerinde “adalet” yazıları, dinlenme, yemek ve sohbet ritüelleri artık büyük harekete, büyük bir eyleme doğru yol alacaktı. Derken ellerin birbirine sert vuruşları ile dağlara yansıyan alkış sesleri arasında, kara kuru, kırsal kesimli, kolları bir iki kıvrılmış, beyaz gömleği, koyu pantolonu ile yürüyüşün önderi Kemal Kılıçdaroğlu gözüktü. Olduğu gibi yoldu, yolcu idi. Yürüdü. Herkes sıcak bakışın ve yürüyüşe katkının dışında davranış biçimlerinden arınmış insanlardı. Ne kendinden geçen hayranlık, ne cahilce yaklaşımlar vardı. Her biri bireydi ve her biri öndeki ile eşitlikli adımlar içerisinde yola diziliyordu. Kortej duygulu, bilen, cesur ve güzel insanların izlerini yolların belleğine bırakarak ilerliyordu. En sonda kalanlar şemsiyeleri, masaları, sandalyeleri toplayıp kamyonlara dolduruyor ve çevre temizliği başlıyordu. Her taraf tek çöp kalmaksızın temizlendikten sonra bir sonraki konaklama yerini hazırlamak için hızla yola koyuluyorlardı. Bazen başka yollara sapıyor, yürüyüşün uzaktan etkisini, görüntüsünü, duygusunu yakalamak için farklı alanlardan bakıyor ve çiziyordum. Karşı yakadaki benle, büyük insan yoğunluğunun ÖZGÜR DİSİPLİN içerisinde araçlarla, yollarla, ağaçlarla, dağlarla, bulutlarla; bir büyük nehir, bir büyük kara tren gibi yol alışını, bazen uzak derinlerde, bazen bir köprü üzerinden yukarı evrilen bir yolda, bazen ağaçlar arasında kaybolan bir arayışta. Sonra, ıssız dağların bulut sularında. Bu büyük yürüyüşün gücünün çok provalardan geldiğini, oluşan estetiğini ve direncini izliyordum. Her adımla çoğaltılan umut, eski Ankara İstanbul yolunun taşıyıcılığında Maltepe’de milyonların kazandığı yeni güç ve kararlı duruşla baskıya, karanlığa karşı güvenini arttırmış birbirine kenetlenmesini sağlamlaştırmıştır. ŞİMDİ: “SEVDA SPİRAL BİR GİDİŞTİR, ÇEMBERE DÖNÜŞTÜĞÜ AN BİTER.” Yürüyüşün akışkanlığını tarihi diyalektiğine uygun olarak sürekli kılmak yeni gereksinimlere göre evrilmesini sağlamak. “GRİ VE SİYAHLARIN YAYILMAKTA OLDUĞU BU TOPRAKLARDA BİR RENK SONSUZ RENK OLMALI SUSKUN YALNIZLIĞIN KOROYA DÖNÜŞMESİ İÇİN.” Gerçek bir demokrasi için İstanbul seçiminin sonuçları tartışılıyor, analiz ediliyor. Siyaset bilimi uzmanları, meslektaşlarımız, sosyologlar ve seçimin vazgeçilmezi anket şirketleri İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun zaferini masaya yatırırken, Ankara’da “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” tartışması yaşanıyor... AKP içinde kaynayan kazan, İstanbul’daki ağır yenilgiyle farklı bir boyut kazandı. Abdullah Gül, Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun isimleri üzerinde pek çok senaryo konuşuluyor. Ancak asıl konuşulması gereken İmamoğlu’nun seçim zaferiyle birlikte ana muhalefet partisi CHP’nin, Millet İttifakı’na destek veren partilerin bu tablodan çıkaracağı sonuç. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun talimatıyla parti yönetiminin yapacağı PM, MYK toplantıları ardından gelecek çalıştay ve kamp çalışmaları önem kazanıyor. CHP’li adayın İstanbul seçiminde farklı kesimlerden ve tüm partilerden hatırı sayılır bir yüzdeyle oy alması bundan sonra izlenecek yol haritasını da belirleyecek. Erken seçimi dillendirmek yerine “Anayasa değişikliğini” gündeme getiren ve “referandum” çağrısı yapan Kılıçdaroğlu ve CHP yönetiminin girişimleri Erdoğan’ı rahatsız, tedirgin etmiş gözüküyor. Öyle ki AKP içinde seçim yenilgisini “başkanlık sistemine” bağlayanlar ve bu eleştiriyi yüksek sesle dile getirenler var. Erdoğan’ın “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ile ilgili Devlet Denetleme Kurulu’na “aksaklıkları sorması, rapor istemesi” ağır İstanbul yenilgisinin ardından yaşadığı çaresizliğin bir göstergesi olarak da yorumlanabilir. Türkiye’nin “kuvvetler ayrılığından” sapmaya tahammülü yok. Yürütme, yasama ve yargının birbirinden bağımsız olmasının ne kadar değerli olduğu bir kez daha görülmüştür. Meclis’in yeniden güçlendirildiği siyasi bir ortama ihtiyaç duyulmaktadır. Nadi’nin ilkeleriyle Hacıbektaş’ta olmak... Cumhuriyet olarak özel haberciliğimizle, Türkiye’yi ve dünyayı analiz eden yazarlarımızın özgün yorumlarıyla bu sıcak gündemi okurlarımıza sunmaya çalışacağız. Öyle görünüyor ki biz gazetecilere bu yaz tatil yok. Geçen hafta Cumhuriyet ailesi için özel günler vardı. 95 yıllık çınarımız Cumhuriyet’in simge isimlerini andık. Gazetemizin kurucusu Yunus Nadi’yi, Edirnekapı Şehitliği’ndeki gömütü başında anarken Cumhuriyet, onun kurduğu yolda yürüyüşüne devam ediyor. 7 Mayıs 1924’te, “Cumhuriyet gazetesi ne hükümet ne de parti gazetesidir. Cumhuriyet ve demokrasi fikir ve esaslarını yıkmaya çalışan her türlü kuvvete karşı mücadele edecek ve ülkemizde her anlamıyla gerçek bir demokrasi kurulması için bütün varlığı ile çalışacaktır” diyen Yunus Nadi’nin ilkeleri Türkiye’nin geldiği noktada hem haberciliğimizin hem de yorumlarımızın ana ilkesini oluşturacak. Dün gazetemiz yönetimi, yazarlarımız, okurlarımız ve Cumhuriyet dostları, Hacıbektaş’ta İlhan Selçuk ve Turhan Selçuk anmasında bu ilkeler ışığında buluştu. Aydınlanma bilgelerimizi büyük bir özlemle anarken “gerçek bir demokrasi” için verdiğimiz mücadele sürecek... Aydınlığın gücü GÜROL SÖZEN “Aydınlığın gücü varsa karanlık kaçar.” Gılgamış Destanı M Ö 2000 Sonsuz doğanın gizemine tanık olan toplumlar geleceğin de habercisi olmuşlardır. Her yok edilmeye karşın bugün de her mevsim yenilenip çiçek açarken sesini, rengini, rüzgârını, fırtınasını, sevincini, coşkusunu... Hatta nasıl olup da toprağa karıştığını, Anka Kuşu gibi küllerinden yeniden nasıl doğduğunu sorgulayan toplumlar bu gizemin kapılarını aralayabiliyorlar ancak. Bakmak ile görebilmek arasında ki uçurumdur bu. “Bakmak ile görmek” arasındaki fark, uygarlıkları yaratmıştır. On iki bin yıldan beri Anadolu coğrafyasındaki uygarlıkların birbirini izlemesi, birbirinden etkilenerek yarınlara kalabilmesindeki gizem de bu. Çünkü doğduğun yer değil olduğun yerdir önemli olan: Hele bizim gibi göçer toplumlar için. Yunus Emre’nin, “Bana rahmet yerden yağar,” ya da “Çiğ idik piştik elhamdülillah” diyebilen Yunus Emre’nin deyişini, günümüzde nasıl yorumlarsanız yorumlayın. Önemli olan hayatın farkında olmak! Farkındalar mı? Üç yanı tuzlu denizlerle çevrili bu topraklarda, görkemli uygarlıklara bakıp “onlar bizden değil” diye çırpınsalar da, konup göçen toplumların bugün de beslendiğimiz Anadolu coğrafyasındaki büyük serüveni, kültürel miras olarak bize kalmıştır. Dile kolay, üstelik on iki bin yıldan beri ve hiç ara vermeden. Toprağı, suyu, şiiri, şarkısı, dansı, destanı, mimarisi, süslemesi ve ürettikleri ile. Yaşanılanın farkında olmadan kolay değil yarınlara kalabilmek. Sanırım, “üç yanı tuzlu sularla çevrili”, demem yerine dört yanı demem daha doğru olur. Neden mi?.. Anadolu topraklarında doğup ve salına, salına dolanıp binlerce kilometre yolu aldıktan sonra Basra Denizi’ne dökülen Dicle ve Fırat Nehri yeryüzü uygarlığını besleyen uygarlıkları yarattığı için. Su uygarlıktır: Asur, Babil, Akad ve Sümer, yani bugün kan gölüne dönen Mezopotamya uygarlıkları ile Anadolu; arkeologlar , antropologlar ve toplumbilimcilerin “Bereketli Hilal” diye tanımladığı coğrafyanın elbette ki ‘bekleme odası’nda değiliz. Bu bir seçim değil; var olabilmenin anlamı. Ne yazık; hiç bu kadar yoksul olmamıştık kendi topraklarımıza baka baka: Ne geçmiş ne gelecek! Yaşadığımız toprakların farkında olmak o nedenle kolay değil. Her birimizin üzerine ölü toprağı serpilse de çulsuz değiliz; ardımızdan gelen uygarlıklarla yıkanmış özgürlük duygusu, bunca kalabalığa, yoksunluğa karşın onur, direnç ve umudunu hiç yitirmedi. Çünkü doğa her mevsim kendini yeniliyor. Çünkü, arkasında bu toprağın şiiri, bereketi var. Çünkü, istense de istenmese de biz, “bu toprakların kiracısı değiliz.” Çünkü, Kuvayı Milliye’nin kağnıları, kadınları var arkamızda. Aykırı dal üstünde çiçek açan bir doğa nasıl dışlanabilir? Naif bir tek cümle Ama bir gün, hiç beklemediğimiz bir anda, otobüsün peşinde nefes nefese koşturup naif, küt küt atan yüreği ve gülümseyen yüzü ile biri, umudun ve barışın güvercinini konduruverdi: “Her şey, her şey çok güzel olacak abi.” Reklam ve iletişim dünyasını kıskandıran 16 yaşındaki Berkay’ın , (kendisinin de çoğalacağını, sele dönüşeceğini düşünemediği) yüreğindeki bir tek cümlesine, Anadolu coğrafyasında yaratılan bir masal ya da destan gibi dilden dile birden yayılmasına, hangi siyasal yapı karşı çıkabilirdi? Bu nedenle Gılgamış Destanı’nı anımsadım: “Aydınlığın gücü varsa karanlık kaçar / Gerçekten ölen artık göremez ki güneşin aydınlığını.” Kültür ve sanatın, bilimin; yeşeren, çiçeklenen her şeyin hiçlendiği, yok sayıldığı, on iki bin yıllık bu görkemli mirasın, doğadan esinlenip gelecek kuşaklara armağan edilmiş varlık nedenimizin aydınlığını nasıl toprağa gömebiliriz? “Tu kaka” eden bir aymazlık nasıl geleceğimizi ipotek al tına alabilir? Bilinen gerçek: Varsa da yoksa da çil çil altın! Yazar kasa gibiyiz. Sormalı: Öbür dünyada altın borsası nasıl? Shakespeare’den yinelediğimi bir kez daha aktarayım; ‘züğürt tesellisi’ diyebilenler olsa da: “Parlayan her şey altın değildir.” Bu alıntıma dudak bükenlere sevgili dostum Güngör Dilmen’in, kral “Midas’ın kulakları” oyununu, efsanesini öneririm. Kral Midas: “Tek dileğim. Tuttuğum her şey altın olsun,” demiştir. Ve efsanede Midas’ın dileği yerine getirilmiştir! Ödünç alınan yıllar ve aynalar Albert Camus’ü anımsadım:“ Uygarlıklar onun bunun kulağını çekmekle kurulmaz. Uygarlıkların çatışması, düşüncenin kanamasıyla, acı ve yürekle kurulur” demiş Camus. Betona bulanmamış toprağı bol olsun! Yeryüzü coğrafyası hepimizin ortak böleni! Yerleri sağlığında da münhal olan, bilmiş bilgeleri ekranlarda arada bir gördükçe seviniyorum! Tanrım ne bilgi, ne yakın/uzak görüş, kendine ne güven; nazar değmesin! Farkındalar mı, (kendilerinin de doğduğu toprakların), binlerce yıl öncesinden akıp gelen uygarlıkların izi ve birikimin üzerimizdeki tortusundan? Kim söyledi köksüz, onursuz, doğayı ve güzellikleri hiçleyen bir toplum olduğumuzu? Rüzgârı arkasına almış ironi uçuşurken üstelik. Halil Cibran, “Güneşe arkanı dönersen, ancak kendi gölgeni görürsün” demiş. Biz de öykünelim biraz. Ödünç alınan yıllar için mi bu söz? Belki! Her yolculuk, bir bedel kuşkusuz. Doğayı dışlamayan yolcunun karşısına toz toprak yollarda her zaman bir anımsatma çıkar karşısına. “Güzel tektir sen aynaları çoğaltırsan o da çoğalır.” Bu eskimeyen öngörünün üzerinden yedi yüz yıl geçmiş. Olsun! Aynalar giderek çoğalıyor, yitirdiklerimizi yeniden yansıtmak için. Tabii ki Mustafa Kemal ve arkadaşları ile yola koyulmanın keyfi başka. Herkese iyi yolculuklar...