17 Haziran 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
2 21 ARALIK 2019 CUMARTESİ [email protected] TASARIM: SERPİL ÜNAY olaylar ve görüşler Doğu Akdeniz’de Olmazsa olmaz bir son liman: Libya çağdaşlık ölçüsü: Laiklik M. Birol Güger Gazeteci Türkiye, 11 Haziran 2011’de devrik lider Muhammed Kaddafi’den, yaşam garantisi karşılığında ülkeyi terk etmesini talep ederek Libya krizine doğrudan müdahil oldu. O günlerde, bu tutumun ardında Kaddafi’nin, 1996’da eski Başbakan Necmettin Erbakan’la yaptığı görüşmede ve çeşitli demeçlerinde dile getirdiği “bağımsız Kürt devleti” meselesinin etkili olduğu konuşuldu. Ancak, Türkiye’nin tutumunu etkileyen bir başka önemli etken de şüphesiz AKP iktidarının Müslüman Kardeşler (İhvanı Müslimin, kısaca İhvan) örgütüyle tesis ettiği organik ilişkilerdi. Müslüman Kardeşler, Kaddafi’nin devrilmesinin hemen ardından, Mart 2012’de, Adalet ve İnşa Partisi’ni kurdu. Parti, üç ay sonra yapılan parlamento seçimlerinde 200 sandalyenin 34’ünü kazandı. Ancak iktidarı boyunca dinsel dayatmalar ve şiddet eylemleri örgütlemekle suçlandı. Dahası, Ocak 2014’te partinin görev süresi sona ermesine rağmen, aralık ayında tek taraflı oylamayla bu süreyi 1 yıl uzattı. Bu hamle, Libya’daki iç karışıklığı yeni bir aşamaya taşıdı. Bugünlerde adından çokça bahsedilen Halife Belkasım Hefter, tam da bu aşamada sahneye çıktı. Hefter sahnede İnişler, çıkışlar ve zıtlıklarla dolu yaşamöyküsünden son derece pragmatik ve uzun vadeli hareket eden bir kurmay olduğu anlaşılan Hefter, mevcut durumda İhvan rejiminin dağıtılması ve bir geçiş hükümeti oluşturulması yönünde çağrı yaptı. Durumda bir değişiklik olmayınca, üç ay sonra, 16 Mayıs 2014’te “İtibar Harekâtı”nı baş Yalan lattı, ancak başarısızlığa uğradı. Bu harekâtın sonucunda Libya İç Savaşı patlak verdi. Bazı tahminlere göre, bugün Libya topraklarının yüzde 70 ila 80’e yakınını kontrol altında tutan Hefter başta Rusya olmak üzere Mısır, Fransa ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından destekleniyor. Hefter’in komuta ettiği Libya Ulusal Ordusu, donanım ve savaş kabiliyeti bakımından sahadaki en etkin güç olarak kabul ediliyor. Fayiz esSerrac kimdir? Libya siyasetinde bugün adından en az Halife Hefter kadar çok bahsedilen bir başka isim de Birleşmiş Milletler tarafından Libya’nın meşru hükümeti olarak tanınan, UMH’nin Başbakanı Fayiz esSerrac. Serrac hükümetinin kontrol ettiği alan, ülke topraklarının yüzde 20 ila 30’unu teşkil etse de, nüfusun büyük çoğunluğu UMH’nin kontrol ettiği merkezlerde yaşıyor. Trablus merkezli, Türk kökenli, seçkin ve Libya bürokrasisi içinde kuvvetli bir aileye mensup olan Serrac, Türkiye tarafından destekleniyor. Sarrac hükümeti, Türkiye’nin sunduğu kısıtlı imkânlar ve Birleşmiş Milletler’in sağladığı meşruiyet şemsiyesi dışında geniş olanaklara sahip değil. Türkiye’nin hamlesi Türkiye ile Serrac liderliğindeki UMH arasında, 27 Kasım 2019’da, “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası”, hemen ardından 15 Aralık’ta da “Güvenlik ve Askeri İş Birliği Mutabakat Muhtırası” imzalandı. Bu durum adeta gardan gürültüyle ayrılan bir treni son anda yakalamaya benziyor. Zira İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), 2010 yılından bu yana Doğu Akdeniz’de, Türkiye ve Kıbrıslı Türklerin egemenlik haklarını hiçe sayarak doğalgaz arama faaliyeti yürütüyor. Mısır da bu faaliyetlere destek veriyor. Türkiye’nin, güney deniz sınır komşusu olan Mısır’la ilişkileri 2013 yılından bu yana oldukça gergin seyrediyor, GKRY zaten diplomatik olarak tanınmıyor. Bu durumda, Türkiye ve Libya arasında imzalanan mutabakatın, Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi yok sayan enerji arama, boru hattı inşa etme gibi projelerin önüne set çekebilecek tek formül olduğu görülüyor. Müzakere olasılığı Hefter ve Serrac’ın, geçen yıllarda Paris, Palermo ve Abu Dabi’de yaptıkları üç zirve de barış ümitlerini askıya alarak savaşın derinleşmesiyle sonuçlan dı. Ancak bu aşamadan sonra krize müdahil olan yerel ve uluslararası güçlerin, Astana benzeri çokuluslu bir müzakere mekanizmasını bu defa Libya’da hayata geçirmeleri gündeme gelebilir. Novaya Gazeta savunma analisti Pavel Felgenhauer, 15 Aralık’ta Euronews’e demecinde, “Rusya’nın hem Hefter hem de UMH ile ilişkileri var. Türkiye ve Rusya Libya için savaşmayacak. Bu Suriye’de ciddi bir krize yol açar ve Türkiye, Rusya için Libya’dan daha stratejik bir öneme sahip” diyerek Rusya’nın pozisyonuna dikkat çekti. Bu alanda en önemli gelişme ise 18 Aralık’ta yaşandı. Sputnik’e konuşan Rus parlamentosu dışişleri komitesi üyesi Oleg Morozov, Türkiye ve Rusya’nın, Suriye ve Libya’da yaşanan krizlere ilişkin yaklaşımlarının “büyük ölçüde” örtüştüğünü, iki ülkede yaşanan sorunların Türkiye’nin ciddi katılımı olmadan çözülemeyeceğini vurguladı. Morozov’un sözlerinden, “taktiksel” değil, uzun vadeli, stratejik bir işbirliğine dikkat çektiği anlaşılıyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de, 19 Aralık’ta düzenlenen büyük yıl sonu basın toplantısında, Rusya’nın Libya’daki pozisyonuna ilişkin olarak, “Moskova, Libya’daki soruna çözüm bulmak için her iki hükümetle de temas halinde” dedi. Kısa bir süre içerisinde bir biri ardında gelen resmi açıklamalar ve her iki ülke makamları arasındaki yoğun diplomasi trafiği, Türkiye ve Rusya’nın, Libya’da ortak bir zemin arayışında olma ihtimalini güçlendiriyor. haber suç değildir Av. DR. MEHMET RUŞEN GÜLTEKİN Eski Yargıtay Cumhuriyet Savcısı 20Kasım 2019 tarihinde Rahmi Turan, Sözcü gazetesinde yer alan köşesinde “Müthiş bir haber!” başlığı altında, Saray’a yakın bir haber kaynağından öğrendiği bazı bilgilerden bahsetmiştir. Söz konusu yazıya göre kaynak; CHP’den önemli bir ismin Külliye’ye giderek Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüştüğünü, Erdoğan’ın bu şahsa CHP Genel Başkanı olması gerektiğini ve kendisini destekleyebileceğini söylediğini iddia etmiştir. Köşe yazısının yayımlanması üzerine “Kim bu CHP’li?” tartışmalarının yapılmaya başlandığı sırada Rahmi Turan bu defa da bahsi geçen CHP’linin Muharrem İnce olduğunu söyleyerek baskılar üzerine de kaynağını açıklamıştır: Talat Atilla. Talat Atilla ise kaynağının bir CHP’li olduğunu ve haberi Rahmi Turan ile paylaşmadan önce Kılıçdaroğlu’na bir şekilde doğrulattığını iddia etmiştir. CHP Genel Başkanı da bu iddiayı reddetmiş, çok uzun süredir bu gazeteci ile görüşmediğini belirtmiştir. Tüm bu “topu başkasına atma” silsilesi devam ederken zan altında kalan Muharrem İnce konuyu yargıya taşıyarak Talat Atilla hakkında 3, Rahmi Turan hakkında ise 5 kuruşluk tazminat davası açtı. Ayrıca Turan ve Atilla’nın görevlerini kötüye kullanarak “iftira ve hakaret” suçlarını işlediği gerekçesiyle savcılığa suç duyurusunda bulundu. Son olarak Rahmi Turan hem Muharrem İnce’yi arayarak hem de köşesinde yazı yayımlayarak özür dilediğini belirtti. Yaşananlar üzerine “yalan haber” kavramının suç oluşturup oluşturmadığı tartışılmaya başlandı. Kimileri suç oluşturacağını söylese de ne Türk hukukunda ne de uluslararası hukukta yalan haberin suç oluşturduğu şeklinde bir düzenleme bulunmamaktadır. Türk hukuku açısından geçmişe dönük bir inceleme yapıldığında zaman zaman yalan haber yapılması suç olarak düzenlense de insan hakları hukukunun gelişmesi ile günümüzde basın, ifade ve haber alma hürriyetlerinin önemlerinin kavranması ile söz konusu hususun suç olarak düzenlenmesi düşüncesinden uzaklaşılmıştır. Pek tabii bu durum, söz konusu hakların sınırsız kullanımı şeklinde yorumlama anlamına gelmeyecektir. Örneğin, İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesinde ifade özgürlüğü düzenlenirken aynı maddenin ikinci fıkrasında söz konusu hakkın sınırları da belirtilmiştir. Hak arama yöntemleri Türk hukukuna göre yalan haberlere karşı hak arama yöntemleri olarak karşımıza iki husus çıkıyor: 1 Tazminat davaları, 2 Cevap ve düzeltme hakkı. Kişiler, kendi onurlarına, şeref ve haysiyetlerine yönelik yalan haberler konusunda bu davalar ve talepler yoluyla hak arama özgürlüklerini kullanabilir. Zira mevzubahis kamu yararı ise salt kişisel haklara kıyasla daha üstün tutuldukları bir gerçektir ve aynı zamanda gereklidir. Hele ki siyasetçiler noktasında, daha önce yargı kararlarına da konu olduğu üzere, nasıl ki eleştiri eşiklerinin daha yüksek olması gerektiğine hükmedildiyse aynı şekilde yalan haberler karşısında da hak arama imkânları bulunduğundan haricen bir yasal düzenleme beklentisi yersizdir. Bu bilgilere göre anılan gazeteciler hakkında ceza hukuku yönünden bir soruşturma yapılma imkânı bulunmamaktadır. Gazetecilerin haber yaparken görevlerinin gerektirdiği şekilde etik ve ahlaki değerlere uygun haber yapmaları toplumun kendilerinden bir beklentisidir. Yasada gazetecilik kavramının “fikir işçisi” olarak ta nımlandığı noktada, gazetecilerin, etik ve ahlaki unsurları görmezden gelerek en ufak somut veriyi dahi sorgulamaksızın, ideolojik veya farklı sebeplerle adeta kamuoyunu yönlendirme amaçları ile hareket ederek haber yapmaları, ciddiyetsizliğin yanı sıra kendilerine duyulan güven ve saygıyı da azaltıcı niteliktedir. Yalnızca Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nin Gazetecinin Sorumluluğu başlıklı “Gazeteci; basın özgürlüğünü, halkın doğru haber alma, bilgi edinme hakkı adına dürüstçe kullanır. Bu amaçla her türlü sansür ve oto sansürle mücadele eder. Gazeteci, önce halka ve gerçeğe karşı sorumludur...” cümlelerine riayet edilerek haber yapılsa, bugün yaşadığımız pek çok sorun gündemimizde olmazdı. Son olarak, Reuters Institute for the Study of Journalism’in 2018 için yayımladığı rapora göre Türk halkı dünyada asılsız veya yalan habere en çok maruz kalan halk konumundadır. Bu durum içler acısıdır. İfade özgürlüğünün önemi sebebiyle, Türkiye’de yalan haberlerin suç olarak kabul edilmesinin tartışılması yerine gazetecilerimizin kendi etik kurallarına uygun gerçek haberler vermeleri ülkemiz açısından önem arz etmektedir. İsmail Özcan Eğitimci/Yazar Henüz ilk çeyreği içinde bulunduğumuz 21. yüzyıl, mevcut bütün toplumlar üzerinde laikliğin çok büyük ölçüde ve oranda egemen olacağı bir yüzyıl olacaktır. Laikliğin egemenliği arttıkça geri kalmış ve gelişmekte olan birçok toplumda var olan ve var olduğu toplumların düzenini altüst eden din ve mezhep kavgaları, savaşları ortadan kalkacak ya da minimuma inecektir. Bunun olması gerektiğine inandığım kadar olacağından da kuşku duymuyorum. Bir şeyden daha kuşku duymuyorum: 21. yüzyıl ve sonrasında tüm devletlerin anayasal düzenlemeleri arasında tek yükselen değer laiklik olacaktır. İşte bu nedenle laiklik; devletler için de, bireyler için de çağdaş ve modern olmakla eşanlamlı hale gelecektir. 21. yüzyıl toplumları kaçınılmaz bir şekilde ya dini, ya ırkı, ya mezhebi, ya ideolojisi vb. sebebiyle farklı kimliğe sahip kesimlerden oluşacaktır. Günümüzde böyle toplumlara “çoğul toplum” diyoruz. Günümüz demokrasilerinin temel hedefi bu çoğul toplumu barış içinde yaşatıp yönetmektir. Bunu başarabilen toplumlara da “çoğulcu toplum” deniyor. Zamanımız Batı toplumlarının çoğunluğu bunu büyük ölçüde başarmışlardır. Bunun da en büyük aracı laiklik olmuştur. Laiklik olmadan özellikle din ve mezhep farklılıkları ve çekişmeleri yüzünden istikrarsızlık yaşayan toplumlara istikrar getirmek, barış ve huzur sağlamak hiçbir şekilde mümkün olmayacaktır. Bugün bu anlamda istikrara, barış ve huzura en fazla muhtaç olan toplumlar Türkiye istisna olmak üzere bütün Müslüman toplumlardır. Günümüz Müslüman toplumlarının büyük çoğunluğu din mezhep çatışmaları; tarikat cemaat çekişmeleri sebebiyle kaos içinde bulunmaktadır. Barışı, huzuru bırakın, sıradan bir istikrara kavuşma ümitleri bile yoktur. Bu ülkeler laikliği benimseyene kadar bu konuda hiç şanslarının olmayacağını söylemek kehanet sayılmamalıdır. Laikliğin; “din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması, devletin din kurallarıyla yönetilmemesi” şeklindeki tanımı eksik bir tanımdır. Gerçek laiklik bundan çok daha fazlasını kapsamaktadır. Laik bir devlet din ve dünya işlerini ayırmakla, toplumu çağdaş ve rasyonel yasalarla yönetmekle yetinemez. Laik bir devlet din ve vicdan özgürlüğünün gereği olarak vatandaşlarının din, mezhep, inanç ve inançsızlık konularında birbirlerine dayatmada bulunamamaları; tam tersine karşılıklı saygı göstermeleri için gerekli yasal düzenlemeleri yapmakla, sınırları belirlemekle de görevlidir. Bu; dinlerin, mezheplerin, tarikat, cemaat gibi dini oluşumların başıboş bırakılmaması demektir. Bizim laikliğimizin bugün için önemli eksiği söz konusu oluşumların yeterli denetlenememesidir. Bu denetim eksikliği nedeniyle tarikatlar, cemaatler, dini çıkar aracı haline getirmekte; bağlılarını sömürmekte; daha da ileri giderek toplumun bütününe yönelik olarak “yanmaz kefen” gibi akıl ve mantık dışı ürünler pazarlayabilmektedirler. Laiklik; inananların, dindarların bu tür sömürülerden korunmalarının da güvencesidir. Çünkü laiklik din ve inanç özgürlüğünün olduğu kadar inancın dışavurumu ve sömürülerden uzak olarak yaşanması demek olan dindarlığın da güvencesidir. Bu sistemde dileyen ve isteyen; kimseye din ve dindarlık empoze etmemek, dini siyasete ve kişisel çıkarlara araç yapmamak koşuluyla dilediği kadar dindar olabilir. Bir gerçek daima vurgulanmalıdır: Laiklik asla dinsizlik ve din karşıtlığı değil, dinin devleti yönetme amaçlı siyasal bir ideoloji haline getirilmemesidir. Çünkü din böyle bir amaca yöneldiğinde, böyle bir amacın ideolojisi haline getirildiğinde toplumda özgürlük, demokrasi ve çağdaşlığın alameti farikası olan çoğulculuk bitiyor; tek inancın, tek görüşün, tek yorumun dayatmaları ve o dayatmalardan doğan çatışmalar başlıyor. İşte bu sebeple dinin ve dindarlığın özgürleşmesinin, bu alandaki seçeneklerden istenenin kolayca tercih edilebilmesinin; tek bir bakışın, görüşün ve yorumun dayatılamamasının garantisi laikliktir. Dinin ve dindarlığın kavga, baskı ve sömürü aracı olmaktan kurtarılmasının başka alternatifi yoktur. yeni yılda sevdiklerinize en güzel hediye! ö el tas ımZ c Kupal ı ve F e Altlığı www.cumhuriyetkitap.com.tr ‘ de! 2020 Masa Takvimi hediye! Satış İstanbul Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2 Şişli • 0212 343 72 74 Noktaları Ankara Güvenevler Mah. Güneş Cad. No:8/1 Kavaklıdere • 0312 442 30 50
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear