23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 21 AĞUSTOS 2013 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Mısır Olaylarını Değerlendirme... Eğitim Planlanmazsa MUTLAKA planlama isteyen bir iş varsa o da ulusal eğitimdir. Planlanmazsa ne olur derseniz, bugünün Türkiyesi’ne bakmak yeter. Ne yazık ki eğitim sistemimiz, eğer buna sistem denebilirse, tam bir içler acısıdır. Bu acının başlıca nedeni, hiç kuşkusuz genel plansızlıktır, ama AKP iktidarının okullar düzenine getirdiği son değişiklikler sorunu büsbütün içinden çıkılmaz duruma getirmiştir. Artık ne çocuklarla gençler neyi nerede nasıl öğreneceklerini biliyorlar, ne de ana babalarla öğretmenler nasıl bir basamaktan sonra hangi mertebenin geleceğini görebiliyorlar. Tam bir keşmekeş. on çıkmaz, meslek liseleri vesilesiyle yaşanmakta. Hangi mesleğin hangi yaştan sonra ne kadar süreyle nerelerde öğretileceği belli değil. Teknolojideki gelişmelere ve mesleklerdeki uzmanlaşmalara göre eğitim basamaklarına ne gibi yenilikler getirileceği bilinmiyor. Düzenlemelerde nasıl bir plandan kalkarak kararlar alınacağı da belli değil. Oysa eğitim planlaması için yararlanılacak elemanlar hiç de eksik sayılmaz. Gazi Eğitim Enstitüsü’nün kuruluşundan beri yalnız çeşitli branşlarda öğretmen yetiştirilmesine değil, öğretim yöntemlerinin çağdaşlaştırılmasına da önem verildi. Yeni üniversitelerin eğitim fakülteleri yine aynı amaçla kuruldu. Kısacası, bilgi birikimi ve istatistik veriler açısından ekonominin ve sosyal gelişmenin gereksinimlerine uygun bir planlama yapmaya elverişli düzeye erişilmediği söylenemez. imsenin bu konuda mazeret ileri sürmek hakkı yoktur. Eldeki malzemede eksiklik varsa, eksiklikten söz edenler aynı zamanda o eksiklikleri gidermek sorumluluğunu taşıdıklarını da unutmamalıdırlar. Aslına bakılırsa, gerçekleştirilip başarılması için zorlamaya ya da ekstra teşvike gerek göstermeyecek bir durumla karşı karşıyayız. Sabah akşam her fırsatta eğitim sözünün edildiği ve her olumsuzluğun eğitimsizliğe bağlandığı bir toplumda eğitim düzeyini yüceltecek bir planlamadan kaçmak affedilir bir sorumsuzluk değildir. Erdoğan ve Davutoğlu’nun şunu artık öğrenmeleri gerekiyor. Dış politika temel olarak ülkelerin ulusal çıkarlarına göre biçimlenir. Hele büyük güçler için herhangi bir ülkede demokrasinin gerçekleşip gerçekleşmemesi önemli değildir. Kendi devletinin çıkarları önemlidir. 3 ALEV COŞKUN Temmuz’da Mursi’nin görevden alındığından bu yana Mısır kaynıyor... Yüz binlerin, milyonların katıldığı büyük kitlesel hareketlere tanıklık ediyor. En sonunda 15 Ağustos’ta göstericilerle güvenlik güçleri çatıştı, ölü sayısı 600’e dayandı. Mısır iç savaşın eşiğine gelmiş bulunuyor. Başbakan Erdoğan olayın tam içine girdi. Batı’ya, Birleşmiş Milletler’e sürekli çatıyor. Geçen cuma gününden itibaren de İslami kesim cuma namazı sonrası gösteriler için düğmeye basmış görünüyor. Bu harekete Başbakan’ın oğlu Bilal Erdoğan da katkıda bulunuyor. Türk basını Mısır’daki gelişmeleri kendi ideolojik yaklaşımlarına göre değerlendiriyor. Mursi devrilmeseydi Mısır’ın demokrasiye dönüşeceğini yazanlar bile var. Kısaca anımsayalım, Arap Baharı sonunda Mübarek’in otoriter yönetimi devrildi. Bir kaos ortamına giderken, Müslüman Kardeşler’in (MK) adayı Mursi ordunun ve ABD’nin desteğiyle bir yıl kadar önce cumhurbaşkanı seçildi. Mursi iktidara geldiğinde, karşı karşıya olduğu sıkıntılar şöyle özetlenebilir: Ekonomi zor durumdaydı. Toplumun yüzde 70’i tarımla ilişkili olmasına karşın Mısır, toplumun gıda gereksinmesinin yarısını ithal etmesi gerekiyordu. 24 yaşını geçen gençler arasında işsizlik oranı yüzde 40’a dayanıyordu. Mursi bunların düzeltilmesi için uğraşmadı. Tersine, MK’nin şeriata dayalı ideolojisini ön plana çıkardı. Toplumun yüzde 10’unu oluşturan Hıristiyanlara güven vermedi, yargıyı şeriat söylemleri ve kurallarıyla etki altına almak istedi. Sivil toplum örgütlerini dışladı, devlette MK’lerin kadrolaşma konusunu en öncelikli bir iş olarak ele aldı. Temelde şeriat ilkelerine dayalı bir anayasa için çalışıyordu. Arap sosyalisti Prof. Samir Amin şöyle diyor: “Mursi şeriatçı bir anayasa dayatarak ülkesini ve toplumu karanlık bir geleceğe doğru yönlendirmek istedi. MK’ler kendi elleriyle çizdikleri bir senaryonun kurbanı oldular. Ordu için, Mursi’yi zorla göndermek dışında bir seçenek kalmamıştı.” (Söyleşi, Aydınlık, 17.8.2013) Bir yanda şeri hukukun savunduğu değerler, öte yanda özgürlükçü, demokratik değerler. İşte aslında bu iki düşüncenin çatışması sonucunda milyonlar sokaklar ve meydanlara dökülmüştü. Mısır’daki karşılıklı değerler çatışmasının sonucuydu bu durum. Mursi, uzlaşma yerine direndi. Kendisinin istifası için toplanan 20 milyonu aşkın imzayı görmezlikten geldi. 3 Temmuz öncesi, milyonlar meydanları dolduruyordu. Bir iç savaşa doğru gidiliyordu. Mursi ise uzlaşma yoluna gitmiyordu. Bu noktada durum çok nazikti. Mursi seçimle işbaşına geldi, seçimleri bekleyelim, ama arada halk birbirini öldürsün denilebilir mi? İç savaşı durdurmak, taraflar arasında böylesi bir çatışmayı engellemek, uzlaşmayı sağlamak, aslında Mursi’nin göreviydi... Ama yapmadı ya da yapamadı. Taraflar arasında uzlaşma yerine sertliğe prim verdi. Sonunda Mursi’nin iktidara gelmesinde başat rol oynayan ordu, 3 Temmuz’da yönetime el koydu. ABD de buna destek verdi. Bu hemen hemen bizdeki 105 yıl önceki 31 Mart 1909 olayına ve Hareket Ordusu’nun Rumeli’den gelip yönetime müdahalesine benziyor. (Özgürlükler Mücadelesi Tarihimiz Devrimin İlk Karşıtları kitabımıza bakılabilir.) Ancak 3 Temmuz’dan 15 Ağustos’a kadar geçen 42 gün içinde karşıt gruplar meydanlarda hareketlerini sürdürdüler. En sonunda beklenen oldu. 15 Ağustos’ta sokağa çıkma yasağını dinlemeyen göstericiler ile güvenlik güçleri çatıştı. Res mi açıklamaya göre ölü sayısı 525’tir. Kuşkusuz, askeri yönetimin yaptığı bu müdahale hiçbir biçimde onaylanamaz. Çok büyük bir katliamdır. S AKP iktidarı İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri’ni bu olaylar nedeniyle sesini çıkarmadığı için eleştiriyor. Bu, AKP’nin dünyadan ve Ortadoğu’dan gerçekten habersiz olduğunu gösteren en ilginç kanıttır. Mısır’daki olaylara başından beri, 47 devletten oluşan İslam İşbirliği Teşkilatı hiçbir biçimde karışmıyor. En ufak bir yönlendirici etki yapmıyor. Zaten, bu 47 İslam ülkesi aralarında bir uzlaşma da sergileyemiyorlar. Neden? Özet nedeni şöyle: Bugünkü koşullarda Arap dünyasının vazgeçilmez lider ülkesi Suudi Arabistan ve Körfez emirliklerinde toplumsal bir değişim hareketi hemen hemen olanaksızdır. Suudi Arabistan ve Körfez emirlikleri için alttan gelecek bir sarsıntı ancak MK’lerden gelebilir. Onun için özellikle Suudi Arabistan, Mısır’daki MK hareketine karşıdır ve askeri yönetime hemen destek verdi. Suudi Veliahtı’nın ramazan mesajında bütün Ortadoğu’yu kastederek “Aşırı uçların dini kendi bencil amaçlarına alet etmesine izin vermeyeceğiz” biçimindeki söylemi çok ilginçtir. (E. Yıldızoğlu, Cumhuriyet, 17.07.2013) Mısır’da kuşkusuz bir askeri darbe olmuştur. Her ülke bu darbeyi kendi ulusal çıkarları çerçevesinde değerlendiriyor. ABD, Ortadoğu’da “Ilımlı İslam” düşüncesini öne çıkardı, bu düşünce çökünce şimdi yerine kendi emperyal çıkarlarına uygun yönetimleri destekleyecektir. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, Mısır’daki askeri darbe konusunu tek başına ele almak yerine, Rusya’nın Ortadoğu ve Mısır’da İslam İşbirliği istikrardan yana olduğunu belirtiyor. Bu durumda Mısır konusunda, ABD, Rusya, Çin, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri birleşmiş oluyorlar. Bu durum yakın gelecekte Suriye’de Esad’ın pozisyonunu güçlendirecektir. İşte tüm bu gelişmelerin Sayın Erdoğan’ı çok sinirlendirdiği anlaşılıyor. Çünkü Suriye ve Mısır konusunda uyguladığı politikalarla Erdoğan mezhep esasına dayalı bir Ortadoğu gücü “hayal” etti. Ama bu politika tutmadı, Erdoğan’ın Batı dünyasına ve Birleşmiş Milletler’e çatmasının arka planında bu hayallerinin çökmesi vardır. Ama Erdoğan ve Davutoğlu’nun şunu artık öğrenmeleri gerekiyor. Dış politika temel olarak ülkelerin ulusal çıkarlarına göre biçimlenir. Hele büyük güçler için herhangi bir ülkede demokrasinin gerçekleşip gerçekleşmemesi önemli değildir. Kendi devletinin çıkarları önemlidir. Bu noktada, Türkiye neden Ortadoğu’da demokratik gelenekler açısından öndedir sorusu da önem kazanıyor. Çünkü Türkiye’nin 200 yıllık bir özgürlükler tarihi vardır. Çünkü, birçok “yetmez ama evet”çi yazarın düşüncelerinin tersine, 19231950 yıllarında uygulanan aydınlanma devrimleri dönemi vardır. İşte bu nedenle ünlü siyaset bilimci M. Duverge şöyle diyor: “1923 sonrası Türk evrimidir. Türkiye örneği basiretle uygulanmıştır. Demokrasinin kurulmasını mümkün kılacak yeni bir yönetici ve siyasal elitin ortaya çıkmasını sağlamıştır.” Unutulmasın, demokrasi sadece sandıktan çıkan oy sayısı değildir. Ortadoğu lideri Değerler çatışması Ulusal çıkarlar K Yarım Limon ve Ergenekon Silivri’de 5 Ağustos 2013’te verilen karar, bir iddiayı kanıtlama değil, iddianameyi “haklı çıkarma” gayretidir. Bunun gerekçeli kararı beklemeyi bile gerektirmeyen somut kanıtı, “suça uygun” kanıt yaratma yolunda gösterilen yoğun çabadır. Oysa ceza yargılamasında aslolan, suçtan kanıta değil, kanıtlardan suça ulaşmaktır. tur. Niçin? Siyasallaştığı için. Bütün bu olup bitenler karşısında vicdanlar rahatsa ya olmadığından, ya da nasırlaştığındandır. Silivri’de 5 Ağustos 2013’te verilen karar, bir iddiayı kanıtlama değil, iddianameyi “haklı çıkarma” gayretidir. Bunun gerekçeli kararı beklemeyi bile gerektirmeyen somut kanıtı, “suça uygun” kanıt yaratma yolunda gösterilen yoğun çabadır. Oysa ceza yargılamasında aslolan, suçtan kanıta değil, kanıtlardan suça ulaşmaktır. Aralarında hiçbir kişisel, eylemlerinde hiçbir hukuki ve fiili bağlantı (irtibat) bulunmayan, moral, sosyal ve politik görüş ve inançları taban tabana zıt, kimi Susurluk artığı çete, kimi Danıştay katliamcısı, kimi çocuk istirmarcısı sanıkların eylemleri arasında sıkı nedensel bağ kurup hepsini aynı örgütün üyesi yapmanın bir tek amacı vardır: Sanıklara (Başbuğ’a, Balbay’a, Haberal’a Özkan’a) isnad edilen TCK’nin 311 ve 312. maddelerindeki “TBMM’yi, T.C. hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını engellemeye teşebbüs” suçunun cezalandırılabilme koşulunu oluşturan “cebir ve şiddet kullanma” eylemini davaya ithal etmek! Çünkü ortada bunlara isnad edilebilecek en küçük bir cebir ve şiddet emaresi yoktur. Ancak kurgu gereği bu kişilerin cezalandırılması gerekmektedir. Bu yüzden Danıştay’daki cebir ve şiddet, ya da gömülü bulunduğu iddia edilip fakat ayna gibi parlayan silahlar bir Başbuğ’la, bir Balbay’la, bir Haberal’la bütünleştirilmiştir. Oluş biçimleri ve koşulları bu kadar farklı eylemler arasında tümünü kapsayan formel ve sıkı nedensel bağ kurabilmek için “Laplas’ın cini” olmak gerekir. Ünlü matematikçi Laplas, “Olasılıklar Üzerine Felsefi Deneme” adlı yapıtında, “ancak insanüstü bir güç, doğanın çok farklı olaylarının koşulları arasındaki bağlantıyı bir anda görerek doğa yasasını sıkı nedensel bir formül halinde ifade edebilir” der. Türkiye’nin onuru, gururu olan bu insanları cezalandırabilmek için “cebir ve şiddet” unsurunu var kılabilme uğruna sarf edilen bu insanüstü gayretin, Laplas’ın cinini bile yaya bıraktığı anlaşılmaktadır. ‘Konuşmuyorum İşte!’ ERDAL ATICI Laplas’ın cini B İBRAHİM TÜRKEŞ, Hukukçu, Felsefeci Sakık), tecavüzden, çocuğa yönelik cinsel istismardan (Danıştay katliamı zanlısı) yargılanan sanıkları “gizli tanık” yapıp şereflendirdiği bir yargı, elbette ve beklendiği üzere, “bedenimin sahibiyim” diyen kadınlarımızın, “fikrimin, vicdanımın, Cumhuriyetin sahibiyim” diyen gençlerimizin, yazarlarımızın, gazetecilerimizin, bilim insanlarımızın, “Atatürk’e dil uzatma gereksiz, sen anandan yine doğardın ama, ... ” diyen askerlerimizin etrafında örülmek istenen “karanlık koza”ya da alet edilebilmiştir. BBC (radyo), “gösteri yürüyüşünde yanında yarım limon bulunduran Türk, terörü desteklemekle suçlanıyor” başlıklı haberinde, “bir Türk savcısı, sağır, dilsiz, okuma yazması olmayan şahsın, terörü desteklediği için 25 yıl hapsini istiyor” dedikten sonra, “yarım limon biber gazını, biber gazı gösteri yürüyüşünü, gösteri yürüyüşü de terörü çağrıştırıyor” kurgusuna dayalı böyle bir iddianamenin, “Türk hukuk startlarına göre(!)” bile olağandışı olduğu yorumunu yapmıştır. Ergenekon da dahil, bütün siyasal davaların iddianamelerindeki temel mantık, yarım limondan terör örgütü yaratabilme becerisini göstererek Aristo’nun pabucunu dama atan böylesine muhteşem mantıktır. Aynı sanığa aynı suçtan verilen farklı cezalar (Ankara 11. Ağır Ceza ve İstanbul/Silivri 13. Ağır Ceza Mahkemleri), birinin silahtan saydığını ötekinin aksesuvardan saydığı savcılar (meşhur pala örneği), hakkında aynı suçtan önce salıvermeler, sonra 27 yıla kadar istenen cezalar! Bu yüzden Türkiyede yasalar, işine gelenin bıçak, işine gelenin makas, işine gelenin tirbuşon olarak kullandığı “çok işlevli” izci çakısına döndürülmüş, sonuçta hukuk, gün boyunca ördüğünü gece söken gerçek bir Penelope (mitoloji kahramanı) olmuş “Ö ir kelime bulmacasının çözülmüş hali, bulmacayı kurgulayanın kafasındadır. Adım adım ilerleyen çözümde sona doğru her şey yerli yerine oturur ve sonunda çözdüğümüzü sandığımız şey, artık bulmacayı kurgulayanın kafasında önceden var olandır. Ergenekon denilen davada 5 Ağustos’ta verilen kararla çözüldüğü sanılan da aslında bir bulmacadır. Her şeyin önceden kurgulandığı (bir genelkurmay başkanının tutuklanması için emekli olması bile beklenmiştir), soldan sağa, yukarıdan aşağıya hangi boşluğun neyle doldurulacağının yurtdışındaki “büyük kurgucu” ile içerideki ayaklarının zihninde önsel olarak yer aldığı ve bulmacadaki her bir sözcüğün “İslami bir demokrasi”nin düşünsel evreninden seçilerek düzenlendiği bir bulmaca! Artık bulmaca çözülmüştür. Karşımıza çıkan tablo, Arşimed’i hamamdan çıplak fırlatan bir “evroka” (buldum) heyecanı ve onuru değil, “kurt ile kuzu” masalının Ergenekon’a uyarlanmasına dayalı bir metafordur (mecaz). Kurt bir kez kuzuyu yemeye karar vermiş, yemek için uydurduğu “suyumu bulandırdın” iddiası, “yer” ve “zaman”bakımından maddi gerçekle örtüşmediği halde, kuzucuk, “aslolan dış gerçeklik değil, zihindeki gerçekliktir” diyen Platoncu bir idealizme kurban edilmiştir. Sayın Başbuğ’un, Sayın Balbay’ın, Sayın Haberal’ın, Sayın Özkan’ın ve sayamadığımız diğerlerinin çevresinde örülmek istenen bu “karanlık koza”, Danıştay katliamı davası Ergenekon’a bodoslamadan bindirilerek isnad edilen suçun cezalandırılabilme koşulu olan “cebir ve şiddet”i var kılmaya yönelik bir hilei şeriyye, bir hukuk ihlalidir. Muhteşem mantık Savcısının “yarım limon”dan, “baştaki poşu”dan, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nden “örgüt” türettiği; yargıcının katliamdan (Ş. Hukukta Türk standardı ğretmen Dünyası”, adından anlaşılacağı gibi eğitimi ve öğretmenleri önceleyen bir meslek dergisi. Her sayıda bir başlığı, okul yöneticilerinin ve öğretmenlerin değişik konulardaki görüş ve düşüncelerine ayırıyor. Bu nedenle, her sayı için, ayrı bir konu saptanıyor, değişik illerden rastgele okullar aranıyor ve saptanan konuyla ilgili yöneticilerin görüşleri soruluyor. Temmuz Ağustos 2013 sayısının sorusu; “Gezi Parkı Direnişi olarak adlandırılan ve yayılan eylemlerde özellikle gençlerin rolü çok konuşulup tartışılıyor. Gençliğin bu durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?” Öyle ya, bu soru okul yöneticilerinden, öğretmenlerden başka kime sorulabilir? Sokağa çıkan gençleri yetiştiren ve en iyi tanıyan onlar… Derginin görevlisi, Adana, Çanakkale, Hatay, Zonguldak, Tokat, Çorum, Muğla, Sinop, Kastamonu, Antalya, İstanbul ve Ankara’da aradığı okullardan, konuştuğu yönetici ve öğretmenlerin kestirmeden “Cevap vermiyorum!” dediğini yazıyor ve ekliyor: “En ilginci Datça’daki bir meslektaşın tutumu oldu. ‘Yaşanan haksızlıklara karşı böyle bir şeyin olması kaçınılmazdı. Ancak katılan gençlerin bilinçli olduğunu düşünmüyorum. Sorun daha ılımlı şekilde çözülmeli’ dedikten sonra dergimizi telefonla iki kez arayarak yanıtının yayımlanmamasını istedi.” Korku imparatorluğu böyle bir şey işte! 12 ildeki yöneticiler, büyük olasılıkla muhalif oldukları için konuşmak istemiyor. Düşüncelerini açıklarlarsa, başlarına geleceklerden korkuyorlar… Ne ki, dergide; muhalif yöneticilerin tersine; yandaş yöneticilerin düşüncelerini özgürce açıkladıkları görülüyor. Hiç çekinmeden konuşabiliyorlar, hatta öğrencilerini, meslektaşlarını dahi suçlayabiliyorlar. Örneğin; Kastamonu’dan bir lise müdürü (dergide adı ve okulu var); “Eylem yapan on bin kişinin bizim gençliğimizi temsil ettiğini düşünmüyorum. Kaldırım taşlarını sökerek, bankaların camlarını kırarak hak arandığı dünyanın neresinde görülmüş? Hak aramanın düzgün yolları var” diyor. Karabük’ten bir tarih öğretmeni; “Yani dış odakların parmağı var. Ayrıca öğretmenlerin de bu işte parmağı var. Bazı öğretmenlerin ‘ne kadar ses, o kadar not’ dediklerini duyuyoruz… Bu olayları sol örgütledi…” diyebiliyor. Demokrasimizin getirildiği son nokta bu işte! Bir tarafta, konuşabilmek için sokaktan başka umarı kalmayan insanlar! Diğer taraftan iktidara yaslanıp her istediğini yapabilen, söyleyebilen özgür insanlar! Bir tarafta biber gazı, cop, tazyikli su, hapishaneler, hücreler, ölümler… Diğer taraftan kral sofraları, ihaleler, krediler, kaymaklar, ballı börekler…
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear