29 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 14 KASIM 2011 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Atatürk ve Diktatörlük... Duygu ve Moral BÖYLE teknik direktör görülmemiştir. Hazret, yenen her golden sonra, “Ben zaten söylemiştim; onlar bizden güçlü, yapacak bir şey yok” dercesine rahat ve tasasız izliyor maçı. Sanki yenilen, hem de hiçbir şey yapamadan yenilen rasgele bir takımmış ve oynayışından, daha doğrusu oynayamayışından sorumlu olan kendisi değilmiş gibi. Böyle bir yenilginin depremlerden ve terör belasından yaralı yetmiş beş milyonluk bir toplumu ne denli üzeceği, kırık moralleri daha da kıracağı umurunda değil. emen, “alt tarafı bir sportif oyun, bunca abartılır mı” demeyin. Futbol, başka. Daha doğrusu, bizim toplum için başka. İstediğiniz kadar, bu tür oyalayıcı oyunlarla totaliter rejimler arasındaki ilişkiden, şikelerden, kolay anlaşılmayan kulüpler dünyasının özelliklerinden dem vurun, futbolun öbür oyunlarla kıyaslanamayacak ölçüde bir kitle eğlencesi oluşunu, hatta “eğlence” ne demek, başıbaşına milyonlarca insanın psikolojisiyle, dünyaya ve kendi ülkesine bakışıyla ilgili bir toplumsal moral konusu olduğunu yadsıyamazsınız. Gerçi Hiddink “çok duygusal toplumsunuz, futbolcularınız da öyle” diyerek kestirip atıyor ama ona bakmayın siz, yenilgi akşamında kahvelerden deprem çadırlarına kadar her yerde hangi havanın estiğini, küçümsediği duygunun nasıl karamsar bir moral çöküntü getirdiğini o bilemez. ununla şu noktaya gelmek ve konuya bir de kamusal sorun ve devlet politikası açısından bakmak, ne ölçüde entelektüellik, ciddilik, sorumluluk tepkisi çekerse çeksin, hiç yanlış bir yaklaşım sayılamaz . Çünkü, bu çağda ve bu coğrafyada kamusal morale ilişkin her durum, her olay, kimilerince küçümsenen bir futbol maçı da olsa, üzerine özenle eğilmeyi gerektiren bir toplum sorunudur. Hele maç, bir “milli” maçsa. Yabancı teknik direktörle oyuncuların yüzeyselliği ve vurdumduymaz adamsendeciliği artık bu soruna eğilişin derin ve kapsamlı olmasını zorunlu kılıyor. Bu vesileyle, ilkeler üzerinde durmak ve kolay çiğnenemeyecek kurallar getirmekten çekinmemeli. Her şeyden önce, hiç değilse futbol gibi bir alanda yabancı teknik direktör tutkusundan vazgeçip o yola dökülen parayı yerli yeteneklerin, deneyimlerin ve görgülerin geliştirilmesine ayırarak bugün yerine yarını düşünmek daha doğru olmaz mı? “Şimdi Mustafa Kemal ne yapacaktı? Herkesin ağzındaki veya vicdanındaki sual bu idi. Eski şark geleneklerinde böyle bir komutan hanedanı devirir, tahta geçerek kendi hanedanını kurar. Acaba böyle mi yapacaktı? Atatürk padişah olmayı reddetti. Akla dayanan laik Cumhuriyeti kurdu. Diktatörlük bu mudur? Alev COŞKUN tatürk’ün devrimlerini özümseyemeyenler, onun bir diktatör olduğunu ileriye sürerler. Gazetelerde köşeleri tutmuş kimi yazarlar ve bilgileri kendilerinden “menkul” kimi TV yorumcuları bu yıl Atatürk ve diktatörlük tezine sarıldılar. Öncelikle şurasını belirtelim ki, dünyanın hiçbir uygar ülkesinde bu derece önemli ve bilimsel konular TV’lerde böyle yavanyavan tartışılmaz. Bu noktada Falih Rıfkı Atay’ın “Cumhuriyetçi” adlı makalesine değineceğim. 1923 öncesi ve sonrası günleri bizzat yaşamış olan ünlü yazar Atay, bu makalesine Cumhuriyetin ilan edileceği günlere değinerek başlar ve önemli bir soru sorar. Şöyle ki: “Şimdi Mustafa Kemal ne yapacaktı? Herkesin ağzındaki veya vicdanındaki sual bu idi. Eski şark geleneklerinde böyle bir komutan hanedanı devirir, tahta geçerek kendi hanedanını kurar. Acaba böyle mi yapacaktı? Artık kılıcını yerine ko A H B yarak yeni padişahın hükümetince ona verilecek hizmeti almalıdır. Yapacağı şey bu mu idi?” Falih Rıfkı, bu önemli yazısını şöyle sürdürür: “Mustafa Kemal’in devrimci ve uygarlıkçı düşünüş ve karakterini bilen eski kafalıların korkusu, onun işbaşından çekilmeyerek halife ve kadı, şeriye ve medrese sistemini yıkmaya kalkışması, Tanzimat’tan beri bir türlü çözülemeyen ‘Batı uygarlığına mı gideceğiz, Doğu medeniyetinde mi kalacağız?’ konusunu ele alması ve bütün şan ve şerefini ortaya atarak eski gelenekleri ve görenekleri yıkması idi. Hatta Meclis’e zafer haberi gelir gelmez sarıklı milletvekillerinden biri: Yunanlıdan kurtulduk, iyi... Bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız? demişti.” (Babamız Atatürk, s. 86) Atay’ın dediği gibi kolaylıkla padişah olurdu. Ama o bir hanedan kurmak, padişah olmak yerine Cumhuriyetin ilanını sağladı. Eğer padişah olsaydı, o dönemde bütün halk da çok memnun olur ve yeni padişah Mustafa Kemal’i içtenlikle alkışlardı. Ama Atatürk, işte o zaman diktatörlük “lakabına” kavuşurdu. Elinin tersiyle padişahlığı iten ve Cumhuriyeti kuran bir lidere diktatör denilebilir mi? Onun Cumhuriyeti bir “İslam Cumhuriyeti” değildi. Atatürk dini, toplum ve eğitim alanından çıkararak, aklı egemen kıldı. Dinsel eğitim yerine bilime, akla dayanan laik sistemi geçerli kıldı. İşte, Atatürk’ü Tanzimat reformlarından ayıran kesin çizgi aslında budur. Dünya yazarları Mustafa Kemal’in diktatör olmadığını dünya çapında önemli yazarlar ve bilim adamları söylüyorlar. Örneğin Lord Kinross şöyle diyor: “Asıl dilediği şey, ölümünden sonra ayakta durabilecek... Batı biçiminde hür demokrasi gibi gelişecek bir sistem yaratabilmekti.” (Atatürk, s. 519) Prof. Dr. Stanford Shaw, “Atatürk, halkın kendi kendini yönetme hakkını ve egemenliğini ortaya çıkarmıştı. Yeni slogan ‘Hâkimiyet milletindir’ idi.” (Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, s. 444446) Prof. Dr. Bernard Lewis, “... ne düşünülürse düşünülsün, şu kadarı tartışma götürmez bir gerçektir ki, Kemalist devrim Türk halkına, tarihin en karanlık anında, yeni bir hayat ve umut getirmiş... özgürlük yolunda sapasağlam yerleşmiştir.” (Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 392) Tek parti ve diktatörlük konularında dünya ölçeğinde tartışmasız bilim adamı Prof. Dr. Maurice Duverger, tek partilerin genellikle otoriter partiler olduklarını ancak bunun Atatürk için geçerli olmadığını söylüyor ve şunları ilave ediyor: “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur ilkesiyle faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite söyleminin yerini Kemalist Türkiye’de demokrasi söylemi almıştır... Atatürk’ün liderliğindeki tek particilik, liberal demokrasiyi tıkamamıştır... Hitler Almanyası’nda ya da Mussolini İtalyası’nda böyle bir şey düşünülemezdi.” (Siyasi Partiler, s. 360364) Prof. Dr. Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme adlı kitabında şöyle diyor: “Pratikte Kemalistler için askeri bir diktatörlük kurmaktan daha kolay bir şey yoktu... Ama o, bu kolay yolu reddetti ve aktif siyasette yer almak isteyen subayların görevlerinden istifa etmelerini sağlayarak orduyu siyasetin dışında tutmakta ısrar etti.” (s. 163) Atatürk’ün bizzat yazdığı Medeni Bilgiler kitabı çok önemlidir. Bu kitapta Cumhuriyet kavramı ile demokrasi kavramı iç içe geçmiş ve Cumhuriyet rejiminden demokrasinin anlaşıldığı açıkça şöyle belirtilmiştir: “... Demokrasi ilkesinin en çağdaş ve akılcı uygulamasını sağlayan hükümet biçimi Cumhuriyettir.” Şimdi bu yüzeysel gazete yazıcılarına ve her gün bir başka programda boy gösteren bu TV bülbüllerine sormak gerekir: Asırlarca Osmanlı devletinin “biat ve kul” sistemi ile yaşamış bir topluma, demokrasiyi, Cumhuriyeti, özgürlükleri öğretmek için kitap yazmış ve bu kitabın tüm okullarda okutulmasını sağlamış dünyada başka bir diktatör var mıdır? Meclis zabıtlarına geçen konuşmasından aşağıya alınan cümleler ne derece sert bir eleştiri yaptığını göstermeye yeterlidir: “Bize tarih, hukuk, ihtilal açıkça gösteriyor ki, bugün Millet Meclisi’nin kişiliğinde toplanmış olan haklarından hiçbir şey geriye doğru dönemez. Bunlar yalnız millet tarafından ve yalnız millete gitmek şartıyla Büyük Millet Meclisi’nin elinden alınabilir... Böyle olduğu halde veto, seçimlerin yenilenmesi kelimesi altında saklanan fesih hakkını milletten başka herhangi bir başa veya birkaç başa vermek... bir irticadır efendiler.” (TBMM Zabıt Ceridesi, D. II. C. 7. s. 526) Burada açıkça bir karşı çıkış, Atatürk’e bir direniş söz konusudur. Bu ortamda Anayasa Komisyonu Başkanı Yunus Nadi Bey, Çankaya’ya giderek anayasa müzakereleri hakkında Atatürk’e bilgi verdi, bu iki genç milletvekilinin cumhurbaşkanına verilmesi düşünülen “veto” ve “Meclis’i fesh” yetkilerine karşı çıktıklarını ve Meclis çoğunluğunu da etkilediklerini anlattı. Depremin Üstesinden Barışla Gelelim Prof. Dr. Mete TAPAN Deprem öldürmez, canlıları öldüren yapılardır. Kaçak olan, yasal olan yapıların tümü son deprem şartnamesine göre incelenmeli ve gerekli önlemler alınmalıdır. Y tatürk’ü ikna ettiler Atatürk bu genç milletvekillerini Çankaya’ya çağırmaya karar verdi. Genç milletvekilleri Atatürk’ü saygıyla dinlediler. Ancak kendi görüşlerini de özgürce açıkladılar. Böylesi yetkilerin anayasaya konmasıyla hiçbir yarar sağlanamayacağını, bunun Cumhuriyet ve demokrasi ilkelerine aykırı düşeceğini anlattılar. Ertesi gün sonucu öğrenmek isteyen Yunus Nadi’ye Atatürk “Saatlerce görüşlerimizi açıklayıp tartıştık. Biraz sıkıştırdım da. Ama gençleri ikna edemedim. Fakat bu görüşmeden çok memnun kaldım. Türkiye’nin egemenliğine, özgürlüğüne böyle sahip çıkan, hukuka saygılı, sağlam, dürüst, dirençli, bağımsız ruhlu genç siyasetçilere ihtiyacı var. ” (F. R. Atay, Atatürkçülük Nedir, s. 23) Atatürk bu iki genç milletvekilinin savundukları gerekçeleri kabul etti ve cumhurbaşkanına verilmesi düşünülen “veto” ve “fesih” yetkilerinden vazgeçti. Anayasa Komisyonu’na bu konular üzerinde direnilmemesini ve kararın Meclis’e bırakılmasını istedi. Padişahlığın kaldırılışı sırasında “Efendiler, bu önergeyi reddederseniz de bu kararları önleyemezsiniz. Olsa olsa çok kan dökülür” biçiminde konuşan da, kendisinin istediği “veto ve fesih” yetkilerinden tartışma sabahında vazgeçen de aynı Atatürk’tür. Meclis’in fesih yetkisini öngören anayasanın 25. maddesi için 23 Mart 1924’te 130 milletvekilinin katılımıyla yapılan oylamada 3 oya karşı 127 oyla bu madde reddedildi. Meclis’ten geçen kanunların veto edilmesi yetkisini öngören 35. madde ise yumuşatılarak, “ilanı uygun bulunmayan yasalar 10 gün içinde yeniden Meclis’e gönderilir” biçiminde yeniden düzenlendi. Böyle diktatörlük mü olur? Kendisi için yetkiler isteyen bir diktatör bu yetkilerden vazgeçer mi? Bu konuda daha birçok örnek verebilirim. Ancak, bir gazete yazısının çerçevesinde konuyu burada noktalıyorum. Atatürk’e diktatör diyenler ya cahildir, yakın tarihi sadece biriki yanlı kitaptan okumuşlardır, ya kötü niyetlidirler ya da “iflah olmaz” Atatürk düşmanıdırlar. A aklaşık son 30 yıl içinde deprem üstüne çeşitli zamanlarda çeşitli gazetelerde makalelerim çıktı; ayrıca Bayındırlık Bakanlığı’na Prof. Dr. Yıldız Sey’le beraber geçici konut konusunda rapor ve önerilerde bulundum. Yine ayrıca, deprem konusunda çeşitli bilimsel raporlar hazırladım ve lisansüstü tezler yürüttüm... Bu çalışmalarımda hep aşağıdaki söylemleri dile getirdim. ? Deprem, Türkiye’nin en önemli sorunudur. ? Depremle mücadele bir kültür sorunudur. ? Deprem öldürmez, canlıları öldüren yapılardır. ? Kaçak olan, yasal olan yapıların tümü son deprem şartnamesine göre incelenmeli ve gerekli önlemler alınmalıdır. ? Deprem felaketinin birilerine rant sağlayacak biçimde değerlendirilmesine devletçe engel olunmalıdır. ? Devlet, anayasal bir zorunluluk olması nedeniyle yurttaşına depreme dayanıklı barınma olanağını sağlamalıdır. ? Üniversiteler, odalar, yerel ve merkezi yönetimler ortaklaşa projeler geliştirmelidir. ? Muhalefet ve iktidar, bu konuda partiler üstü bir yaklaşımla işbirliği içinde olmalıdır. ? Deprem sonrası işlerin başarılı olması değil, esas başarı deprem öncesi alınan önlemlerdir. Şu kadar çadırın deprem bölgesine gönderilmiş olması veya deprem enkazının altında kalan vatandaşların en kısa sürede diri veya ölü çıkarılması önemli bir başarı değildir. En önemli başarı, sekiz büyüklü ğünde bir depremde yapıların ayakta kalması veya az bir hasarla depremi atlatmasıdır. Her şeyi devletten beklememeli söylemi, Türkiyemizin bugünkü durumu dikkate alındığında, deprem mücadelesinde, son derece anlamsızdır. Tüm kaçak yapılar, devlet mekanizmasının uzun yıllar müsamahası altında yapılmıştır. Büyük kentlerimizin yeni yerleşim alanlarının bir bölümü son elli yılda gecekondulaşmanın kurbanı olmuştur. Ancak bunlara altyapı hizmetleri götürülmüş, işgal edilen topraklar için vergiler ödenmiştir. Yaklaşık 5060 yıldır devletin konut ve yerleşim politikası bir anlamda yasadışılığa prim vermiştir. Dolayısıyla, devlet mekanizmalarının neden olduğu bu vahim durumu düzeltmek de, yine devlete düşer kanısındayım. Özetle, devletimiz, ülkemizi bu “deprem bela”sından kurtarmak istiyorsa, hem denetleyen, hem planlayan, hem projelendiren, hem finansman sağlayan kurum olmasının bilincinde olması gerekir. Son günlerde, Başbakanımızın “Ne pahasına olursa olsun, depreme dayanıksız olan yapıları yıkacağız” söyleminin art niyet aramadan, hepimiz arkasında olmamız gerekir. Geliştirilecek modelleri beğeniyorsak destekleyelim, eğer beğenmiyorsak partiler üstü bir yaklaşımla modellerin düzeltilmesini sağlamak için bütün gücümüzle, çalışalım... Çocuklarımız, sevdiklerimiz, arkadaşlarımız ölüyor... Ne olur, hiç olmazsa bu konuda barışı sağlayalım! Barış içinde çözümler geliştirelim ve uygulayalım... nayasa tartışmaları Bir başka çarpıcı örnek, 1924 Anayasası Meclis’te tartışılırken yaşandı. Meclis Anayasa Komisyonu hazırladığı anayasa tasarısında cumhurbaşkanlığının güçlendirilmesini istiyor, Atatürk de bu tasarıya destek veriyordu. Tasarı, cumhurbaşkanına Meclis’te kabul edilen kanunları “veto etmek” ve hükümetin görüşünü aldıktan sonra “Meclis’i feshedip” seçimleri yenilemek yetkisini tanıyordu. Anayasa tasarısı Meclis’te görüşülürken iki genç milletvekili bu önerilere şiddetle karşı çıkan konuşmalar yaptılar. Bu gençler, İsviçre’de üniversite üstü eğitim görmüşlerdi. Mahmut Esat Bozkurt hukuk, Şükrü Saraçoğlu siyaset bilimi okumuşlardı. Mahmut Esat, bu maddelerin halk egemenliği ilkesine aykırı olduğunu açıkça belirtiyordu. Şükrü Saraçoğlu, 16 Mart 1924 günü Meclis kürsüsünde yaptığı uzun konuşmada dünya özgürlük tarihini ele alarak, tasarının bu maddelerine karşı çıktı. A C MY B C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear