01 Haziran 2024 Cumartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 11 AĞUSTOS 2007 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL İçten Çürütme Süreci İşliyor Şimdi Cumhuriyet devrimlerinin temelini oluşturan Kemalist ilkelerin, kitaplarda okuduğu ideoloji tanımıyla ilişkisi olmadığını bir sayın profesör bilmez mi? Kemalist düşünce sisteminin, Türkiye özelinde demokrasinin de, özgürlüklerin de güvencesi olduğunu bilmez mi? Hem de öyle bir bilir de, kimbilir hangi buyrultuyla ve kimlerin hizmetinde böyle bilmezden gelir. PENCERE Kadınımızın İlginç Edilginliği... 19’uncu yüzyılda Avrupa’da kadınerkek eşitliği söz konusu değildi... Geçerli olan düzen nasıldı?.. Kadın oy veremiyordu.. Yükseköğretim yolları kadına kapalıydı... Evli kadın mülk sahibi olamıyordu... Koca evlilikte egemendi.. Batı’da kadın ‘göze göz dişe diş’ bir kavgayla haklarına sahip çıkmıştır. ? Kadının İngiltere’de sosyal ve siyasal savaşımına sözgelişi birkaç çarpıcı örnek: 1909’da oy hakkını kazanmak isteyen kadın, başbakanın evinin camlarını taşlıyor, Churchill’in üstüne kamçıyla yürüyor, Avam Kamarası’nın önünde gösteriler düzenliyor, tutuklanınca açlık grevine başlıyordu... 1913 yılında “kadınlara oy hakkı verilsin” diye Derby yarışlarında kendisini kralın atının önüne atan Emily Davison’un cenaze töreni olaylı geçmiş, evler ateşe verilmiş, telgraf telleri kesilmiş, hapishanelerde açlık grevleri başlamıştı... ? Kadın davası kapsamında Türkiye’de böyle şeyler yaşanmadı... Atatürk devrimi kadına hem oy hakkını tanıdı hem de Batı’dan bile ileri koşullar getiren hukuk yasaları hayata geçirildi... Çok partili rejime bu düzende girdik... ? Ancak bugün ilginç ve tersine süreç yaşıyoruz... Kadınerkek eşitliği bunca yıldır sağlandı mı?.. Erkek egemenliği öyle bir siyasal ve toplumsal sürece girdi ki, çoğu kadınımız tesettür cenderesinde kıvranmaktan kurtulamıyor... Çoğu kadınımız erkeğin neredeyse kölesidir, tesettürün savunmasını düşüncede ve yaşamda üstleniyor... Değer yargılarımız, yasalarımızdan çok geridedir... İnsan özgürlüğü, çoğu toplum katmanında, kadın hesabına yok gibidir. ? Türban, başörtüsü takan, çarşaf giyen kadınlarımıza olağanüstü saygımız var; yalnız bizimkilere değil, Arabistan’dan İran’a ve Afganistan’a dek tesettürün en koyu biçimine sarıp sarmalanmış kadınların insanlığına inancımız ve imanımız sonsuzdur... Ama, dinden, inançtan, Müslümanlıktan değil, daha çok erkeklerin bencilliğinden ve ilkelliğinden doğan bu manzara, insan haklarına aykırı bir yasağın çarpıcı fotoğrafıdır... İnsanı seven bir yürek, insan eşitliğini benimseyen bir akıl, kadının da insan olduğunu özümseyen bir bilinç; eşine, annesine, ablasına, gerçekten saygı duyan bir erkek, onların kişi olarak örtünmesine hoşgörünün ötesinde, tesettür kurumuna prim tanıyamaz. ? Türkiye’de bugün iktidara gelmiş erkeklerin, eşlerini tesettüre mahkum etmelerinin yanı sıra, tesettürü Cumhurbaşkanlığı makamına oturtmak istemeleri, tarihsel bir dramın en zavallı komedisidir... Toplum erkeğiyle ve kadınıyla, kadının erkekle eşit olmadığını vurgulayan tüm olaylara karşı sessiz... Hele kadınlarımız... Yazık kadınlarımıza... İkinci sınıf insan olmaya, kadınlarımızın çoğu, meğer ne kadar hazır imişler... Aksona’nın Süngerleri ESKİ teknesi, ufacık boyuyla ve her yanına tutturulmuş, asılmış süngerci donanımıyla Gökova Körfezi’nin koylarından birinde dolaşıyordur ya da bir yerlere bağlanmıştır. Ama Aksona Mehmet artık onda değil; yılların emek birikiminden kazandıklarıyla yaptırdığı iki direkli, uskunayla tirandilgulet karışımı, kendine özgü görünümlü siyah teknesiyle, Ege’nin çeşitli köşelerinde, adalar arasında, sualtı heveslisi insanlara dalma alışkanlığı kazandırmaya, denizle haşır neşir olmaya devam ediyor. Gönlü süngerlerinden kopmuş değil. Hâlâ onlarla yeniden bir araya gelebilmenin özlemiyle yaşıyor. Bir fırsatını bulsa, Afrika’nın kuzeyiyle Sicilya arasındaki sulara gidip sünger avlayacak. Kimse, Türkiye’deki süngerciliğin yokedilişine onun kadar hayıflanmış olamaz. “Tamam, düzensiz izinsiz süngerciliğe birtakım sınırlamalar getirilmeliydi; ama vur deyince öldürme olur mu?” diyerek şimdi uygulanan yasaklayıcı politikadan yakınmakta. Ona göre deniz dibinin narin yaratığı olan sünger itinayla yaşatılsa, doğru dürüst toplanıp işlenseydi, Ege’nin bu yakasındaki insanların en değerli geçim kaynaklarından biri olarak kalabilirdi. Böyle düşündüğü için, karşı yakadaki süngercilere tanınan olanakları gıptayla anlatıyor. Yalnız kendi kıyılarında değil, ta uzaklara, Florida’nın güneydoğusundaki Bahama takımadalarına kadar gidip sünger avlıyor ve sonra parlak ambalajlar içinde Ege süngeri diye dünyaya satıyorlarmış. nu dinlerken düşünmeden edemiyorsunuz: Türk denizciliği denizi gerçekten seven, onun nimetlerinden saygıyla yararlanmayı bilen insanların yönetiminde olsaydı bugünkü güdüklüğünü çoktan bırakır ve çoktan Akdeniz’de saygın bir yer edinmiş olurdu. Ama şu hazin duruma bakın: Kıyılar boyunca denizden insan taşımacılığı hemen hemen bitmiş durumda; Marmara dışında yok gibi. Hopa’ya, Trabzon’a, Cide’ye giden Karadeniz postaları, İskenderun’a kadar uzanan gezi seferleri, Antalya ve “narenciye postası”, hepsi kaldırılmış. Kamuoyu, bir şirket yıllarca bekledikten sonra İstanbul’dan İzmir’e ve Bodrum’a, o da sadece yaz aylarında ve yerli turizm uğruna, haftalık vapur seferi düzenledi diye bayram etmekte. Kruvaziyer seferlerde, Akdeniz’in öbür ucuna yolculukta Türkiye saf dışı. Deniz, henüz Türk halkının gündemine ve günlük yaşamına girmiş sayılamaz. ine de, denizden geçinmeyi tek yaşam biçimi olarak benimseyen, ta Atlantik Okyanusu’nun öbür ucuna, Karayip Adaları’na kadar gidip sünger avlayabilmek için can atan bir Aksona Mehmet ve onun gibi birkaç yüz bin insan var. Ama karaların üçdört misli büyüklükteki denizlere göre, sadece bir damla. Çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkabilmek ve dünyada söz sahibi olabilmek için yeter mi? [email protected] Yüksel PAZARKAYA Yazar D O Y oksanlı yılların ikinci yarısıydı. Adenauer Vakfı, o zaman Prof. Dr. Hakkı Keskin’in başkanı olduğu (bugün Sol Parti federal milletvekili) Almanya Türk Toplumu ile birlikte her yıl Antalya ve çevresinde TürkAlman gazeteciler semineri düzenliyor. İki taraftan etkili isimler katılıyor. Bu seminerlerden birinde akşam serinliğinde havuzbaşında oturmuş sohbet ediyoruz. Almanya’nın etkili haftalık DIE ZEIT gazetesinin (sahipleri arasında eski Başbakan Helmut Schmidt de var) o günler başyazarı olan Theo Sommer, “Kemalist bir Türkiye Avrupa Birliği’ne giremez” dedi. Şaşıp kaldık. Bir şeyler anlatmaya çalıştık, ama havuzbaşı sohbetiyle olacak gibi değildi. Bu savı bir süredir olur olmaz kişilerden dinler olmuştuk. Hakkı Keskin, oldum olası o saf Anadolu çocuğu tavrıyla, “Dostum, bunlar Kemalizm’i bilmiyorlar. Gelecek yıl semineri Kemalizm konusunda yapalım ve anlatalım” dedi. Önerisi onay buldu. Seminerde Kemalizm’i anlatacak konuşmacılardan biri olarak, rahmetli Attilâ İlhan düşünüldü. Almanya Türk Toplumu kendisine yazarak çağırdı. Bir süre yanıt alamayınca, Hakkı, benim araya girip, konuyu sevgili Attilâ İlhan ile görüşmemi istedi. Severek yaptım. Attilâ İlhan’a durumu bir de ben yazdım. Ertesi gün yazılı yanıtını aldım. “Siz sanıyor musunuz ki, onlar tavırlarını değiştireceklerdir?” diyordu. Başka özel gerekçeleri de vardı, ama özellikle doksan sonrası dünya konjonktüründe Avrupalılara Kemalizm’i anlatmanın, boş bir çaba olduğunu söylüyordu. Elbette anlakları yetmediği için değil. Tersine, aralarında öyle uzmanlar var, onlar Kemalizm’i bize anlatacak bilgi ve yetkinliğe sahipler. Ama yeni dönemde Kemalizm’in ulusal ilkeleri kesinlikle işlerine gelmiyor. Türkiye ile hesapları bambaşkaydı. Bu hesapların gerçekleşmesi önünde, Cumhuriyet devrimleri ve Atatürk ilkeleri engel oluşturuyordu. Bunu da yine, tıpkı sanki salt Türkiye için konulmuş izlenimi verilen, Kopenhag kriterleri gibi (onlar da doksan sonrası ürünü), sahte bir gerekçeye bürüyorlardı ve hâlâ bürüyorlar: “Kemalizm eşit militarizm ve milliyetçilik” diyorlar. Seminer yapıldı. Başta Şerafettin Turan Hocamız ve rahmetli, sevgili Ahmet Taner Kışlalı olmak üzere, yetkin ve uzman konuşmacılar konuyu enine boyuna anlatıp açıkladılar, irdelediler. Bütün soruları yanıtladılar. Emperyalizme karşı verilen kurtuluş savaşından, bu savaştaki düşmanın tarihindeki olumlulukları kendi koşulları içinde uygulamaktan çekinmeyen bir kuruluş sürecinden söz edildi. Kurucu Mustafa Kemal Atatürk’ün, kurtuluşun ardından ilk iş olarak çizmeleri çıkardığı, cephe arkadaşlarına da, ya sivil siyaset, ya askerlik seçeneğini sunduğu anlatıldı. de başlattığı birlik sürecine, bu Türkiye’yi davet etmişti. Başka bir Türkiye’yi değil! Türkiye’de (en gecinden) 1945 sonrası, çerçevesi bu olan Kemalist siyaset duraklamaya geçmiş, 1950 itibariyle de, günümüze dek, artan bir mesafeyle iktidardan ve yönetimden uzak kalmıştı. Karşıdevrim süreci başlamıştı. Bir tek 1961 Anayasası, çoğunluğu Kemalist düşünceli uzman hukukçulardan oluşan bir Kurucu Meclis tarafından yapılmıştı. Avrupa’da ve dünyada o anayasa denli demokratik olanını bugün de fenerle aramak gerekirdi. Bütün bunlar ve daha neler neler anlatıldı... Bu arada Adenauer Vakfı’nın çağrılısı “İkinci Cumhuriyetçi”lere hak ettikleri yanıtlar su götürmez biçimde verildi. Anlatıldı, verildi de ne oldu? Attilâ İlhan yüzde bin haklı çıktı. Uygarlık ideoloji mi? Avrupalı meslektaşlar bilmiyor değillerdi. Ama 1990 sonrası bir yerlerden bir düğmeye basılmıştı. Onlar da günümüze dek artan biçimde, artık iyice densizce, bu ezberi yineliyorlardı. Ha sahi, Batı’nın özgür basını! Belki iç siyaset konularında. İş, ülkelerinin dış çıkarlarına geldi mi, düğmeye basan merkezin buyrultusundan bir milim şaşılmaz. On yıllardır bittecrübe sabit. (Ufak tefek istisnalar var mıdır? Olabilir.) Bunun ayıplanacak bir yanı yok. Ulusal çıkarlarının gereğini yapıyorlar. Basın özgürlüğü de bu sınırları aşmamayı özdenetime almış. Şimdi Cumhuriyet devrimlerinin temelini oluşturan Kemalist ilkelerin, kitaplarda okuduğu ideoloji tanımıyla ilişkisi olmadığını bir sayın profesör bilmez mi? Kemalist düşünce sisteminin, Türkiye özelinde demokrasinin de, özgürlüklerin de güvencesi olduğunu bilmez mi? Hem de öyle bir bilir de, kimbilir hangi buyrultuyla ve kimlerin hizmetinde böyle bilmezden gelir. Bırakın, barış, kültür, bilim, eğitim ve çağdaşlık temelindeki Kemalist ilkeleri, sanki onun savladığı ideoloji kavramına en fazla yakın görünen devrimcilik ilkesinin bile, Kemalist tanımı, eskimiş, çağın gereklerinin ve gerçeklerinin gerisinde kalmış kurum ve kuruluşların süreğen yenilenmesi olduğunu bilmez mi? Bal gibi bilir de, niçin bilmez gibi yapar? Acaba AB ve ABD’nin Türkiye’ye ilişkin BOP’lu, ılımlı ve de hazmetmek için küçültücü tasarıları mıdır gerekçesi? Atatürk’ün uygarlık ilkeleri Cumhuriyet ilkeleri teker teker açıklandı: Cumhuriyetin temeli kültürdü. Sanatı olmayan bir toplumun yaşam damarı kesilmiş olurdu. Yaşamda en hakiki yol gösterici bilimdi. Ekonomik kalkınmayla temellenmeyen askeri zafer, zafer sayılamazdı. Bunun için en başta eğitim gelirdi. Anadilde etkin çağdaş eğitim için, harf ve dil devrimleri gerçekleştirilmiş, çağdaş bilimsel bir eğitim tekliği sağlanarak hurafelerden ayıklanmıştı. Bütün bunlar yapılırken, en başta komşular, uygar bütün halklara ve onların haklarına saygı ilkesi uygulanmış, siyasetin temel ilkesi olarak “Yurtta barış, dünyada barış” denmişti. Varlığınıza kastedilmemişse, savaş bir cinayetti. Özgürlüklerin, bu arada inanç ve vicdan özgürlüğünün en sağlam temeli olarak laiklik ilkesi getirilmişti. Yurttaşlık hakları, kadın erkek herkes için geçerliydi. Kadın hakları ve yasal eşitlik en önde gelen hedeflerdendi. Zaten 1963 yılında da Avrupa, kendi için CUMOK ÇAĞRISI YÜCE TÜRK ULUSUNA 26 AĞUSTOS 2007 AFYON KOCATEPE BULUŞMASI Ulusların tarihleri inişli çıkışlıdır. Utkular ve yenilgiler birbirini izlerler. Düşmanlar; “emsali görülmemiş bir galibiyetin temsilcisi olsa dahi…” Cumhuriyet Devrimiyle Aydınlanmış Yurtseverlerin görevi mazeret üretmek değil; “…geleceklerini müstevlilerle birleştirmiş olan..” emperyalizmin işbirlikçilerine karşı ulusal direnişi sürdürecek cesaret, özveri ve iradeyi yurt ölçeğinde göstermektir. Ufku saran yenilgi havasından çıkarak, 26 Ağustos sabahı saat 05.30’da; “…karanlıkta akan bir yıldız gibi Kocatepe’den Afyon Ovasına atlayarak….” büyük taarruzu başlatan top seslerini yürekten duyumsayarak bilenmeye; Kurtuluş Savaşı Şehitlerine saygı sunmaya; 22 Temmuz’u geride bırakarak, mücadelede yeni bir dönemi başlatmaya çağırıyoruz. Zafer yolu, Türk Ulusu’nun ayrılmaz parçasıyım diyenlerin başlarını dik tutmalarından ve yenilgiyi reddetmelerinden geçer. Kazanacağına inanmayanlarla savaşım yapılamaz ve kazanılamaz! Unutmayalım ki, TESLİM OLMAYANLAR, ASLA YENİLMEZLER! EVET KARDAŞLAR, İSTİKAMET KOCATEPE, İLERİ! YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ, AYDINLIK VE DEMOKRATİK TÜRKİYE! KAHROLSUN ABDAB EMPERYALİZMİ VE YERLİ İŞBİRLİKÇİLERİ! CUMOK OLUŞUMLARI : Afyonkarahisar, Akhisar, Aksaray, Alanya, Alaşehir, Altınova, Amasya, Anamur, Ankara, Antakya, Antalya, Ardahan, Artvin, Aydın, Ayvalık, Babaeski, Bafra, Balıkesir, Bandırma, Bartın, Bergama, Bodrum, Bolu, Bozüyük, Burdur, Burhaniye, Bursa, Bafra, Babaeski, Balıkesir, Bandırma, Bursa, Çan, Çanakkale, Çarşamba, Çerkezköy, Çorlu, Çorum, Datça, Denizli, Dikili, Edirne, Edremit, Elbistan, Kdz.Ereğli, Eskişehir, Erzin, Erzincan, Erzurum, Fethiye, Foça, Gaziantep, Gelibolu, Gemlik, Gerze, Giresun, Gönen, Isparta, İnebolu, İnegöl, İskenderun, İstanbul, İzmir, Karacabey, Karaman, Kars, Kastamonu, Kayseri, Keşan, Kilis, Kocaeli, Konya, Köyceğiz, Kuşadası, Lüleburgaz, Malatya, Marmaris, Mersin, Milas, Muğla, Nevşehir, Niğde, Ordu, Orhangazi, Polatlı, Rize, Salihli, Samsun, Saray, Silifke, Sinop, Sivas, Soma, Şereflikoçhisar, Taşeli, Tekirdağ, Tokat, Turgutlu, Türkoğlu, Türkiye, Urfa, Urla, Uzunköprü, Van, Vize, Yalova, Zonguldak. Anadolu Yollarında… Türkiye’nin en büyük tuzlası olan bu Tuz Gölü, özellikle güneydoğusundan başlayarak kilometrelerce çekilmiş görünüyor. Grimsi bir renge bürünmüş. 260 bin hektarlık alanın 100 bin hektarlık bölümü yok olmuş, gördüm. Ne yapıyor küresel ısınmaya, yok olan sulara karşı hükümet? Var mı bir politikası? Olmaz olur mu? Başkentte başladı: Su kesintisi! Su deposu satışları… rarı vardı? Olmaz olur mu? AKP, Aksaray’da üniversite açma puanı alacaktı… Aldı mı? Almaz olur mu, dört vekilliğin üçünü… Bunu söylerken sakın üniversite açılmasına karşı olduğum falan anlaşılmasın. Tam tersine keşke olabilse de her ilimizde bir değil, birden çok üniversite açılabilse… Ama tam üniversite. Dandik değil! Çünkü üniversite, bir bilim kurumu, buna karşı çıkılır mı? Tam tersine bu desteklenir. Niğde’de üniversite var. Ama Bor’da yok. Neden Bor’da da bir üniversite açılmasın? Üstelik Bor’da bir iki yüksekokul, Niğde Üniversitesi’ne bağlı öğretim yapıyor. Yeğenimin verdiği yemekte sohbet ettiğim THY pilotu dostumun, “Gelecek seçimleri Bor’a üniversite açan kazanır” demesi boşuna değildi. Bor’da bulunan petrolün kalitesi, miktarı, Bor’un geleceğini değiştirebilir. Geleceğini daha da parlak yapabilir. Bor, gelişip il haline dönüşebilir! Bu duygularla Bor’a yaklaşan otobüsümüzün radyosundan Hasan Dağı’na doğru Neşet Ertaş’tan bir türkü yayılıyordu. Oysa ben ne zaman Hasan Dağı’nı görsem, Ruhi Su’nun “Hasan Dağı” türküsünü hatırlarım. Güftesi de kendinin olan türkünün sözleri zihnimden geçti yine: “Hasan Dağı Hasan Dağı / Eğil eğil eğil bir bak / Sıkıyor zincir bileği / Jandarmada din iman yok// Gidiyor kalktı göçümüz / Gülmez ağlamaz içimiz / İnsan olmaktı suçumuz / Hasan Dağı insan olmak // Koçhisar üstünden Bor’a /Gülek bir karanlık dere / Sıra dağlar sıra sıra / Çukurova ana toprak//” Sonunda Altunhisar’dan geçip Bor’a ulaştık. Günlerdir düşlediğim İstanbulNiğde hattının birinci etabı sona erdi, Bor’a ayak bastım. Elbette yolboyunca gördüğüm halkın yaşantısı, benim için yeterli değildi. Daha da gözlemlerde, incelemelerde bulunmak, halkın bir elinin yağda, bir elinin balda olmadığını görüp bunları sizlerle paylaşmak istiyorum. Yerim bitse de gezim daha bitmedi. Daha anlatacaklarım var. Bor’da petrol bulundu, haberini anlatacağım size. Başka ilginç duyumlarla, daha sonra… Hikmet ALTINKAYNAK Yıldız Teknik Üni. Öğr. Görevlisi G Esas No: 2004/1035 Karar No: 2004/1355 2918 S.Y.M. suçundan sanık Diyarbakır Lice ilçesi Türeli köyü nüf. kay. Hüseyin ve Caziye oğlu 1980 doğumlu CAFER CEYLAN Hakkınca mahkememizin 25/10/2005 tarih ve 2004/1035 Esas, 2004/1355 karar sayılı ilamı ile sanığın 600.00 YTL İdari para cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiş, karar sanığın gıyabında verilmiş olduğundan sanığın tebligat kanunun 28. maddesindeki hükümler dairesinde adresi tesbit edilemediğinden ve adresi meçhul kaldığından yasanın 28,29,30 ve 31 maddeleri uyarınca hükmün gazetede ilanen tebliğine, ilanın yapıldığı tarihden itibaren 15 gün sonra kararın tebliğ edilmiş sayılmasına, ilanın bir örneğinin mahkeme divanhanesine asılmasına karar verilmiştir. İlanen tebliğ olunur. 30/7/2007 Basın: 43773 GAZİANTEP 2. SULH CEZA MAHKEMESİ eçen hafta İstanbulNiğde hattında gezgindim. Bir gün gidiş, bir gün geliş sürdü. Hep gündüzü seçtiğim için de neredeyse 1000 kilometreye varan yolboyunu, “Anadolu Manzaraları”nı doya doya seyrettim; halkın yaşam koşullarını görme, karşılaştıkları sorunları değerlendirme olanağı buldum. İyi oldu. Yolculuk yorsa da zihnim dinlendi. Böylece seçim sonrası dinginliğini siz buna kızgınlığını da diyebilirsiniz, Bor’da, öykü ve deneme ustası Oktay Akbal’ın büyük babasının memleketi Niğde’de üstümden attım. Şimdi çoğunuzun “Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye” dediğini de sanki duyar gibiyim… Haklısınız… 2007 seçimleri bitti ya. Seçimi bir “pazar” haline getirenler, kârı da kaptılar ya… Eşeği sürmek bize düşüyor! Şimdi sıra 2009 Yerel Seçimler’de… Herhalde şimdiden “pazar yeri” kapmak lazım!? Dilerim, 2009 Seçimleri bu seçimler gibi olmaz. Herkes elini cüzdanına değil, vicdanına kor! Öte yandan izliyor musunuz bilmem, bugünlerde seçimlerden kârlı çıkan tarafın gerçekten zafer mi kazandığı, yoksa işin içinde başka işlerin mi olduğu sorgulanmaya başlandı. Bir bilgisayar oyunu, bir hacker parmağı var mı bu işte, diye kafalarda soru işaretleri dolaşıyor. Şöyle deniyor: “Se çim sonuçlarını değiştirmek için önceden başka bir program yazılabilir. Herhangi bir yerden gönderilen bilgi bu program sayesinde istenildiği şekilde değiştirilebilir ve siz ana ekranda, il ve ilçelerde doğru olarak yazılmış sonuçları değil, değiştirilmiş sonuçları görebilirsiniz.” Evet, aynen böyle bir şey var! Onun için de deniyor ki, önce anketler açıklandı, ardından da buna göre seçim sonuçları dizayn edildi. Gel de inanma! Aslında inanmak için neden de var. Çünkü kime sorsanız, kazanana oy vermedim diyor… Tüm zihinler seçim sonrası bunu düşündürüyor. Zihin bu. İnsanda 24 saat çalışan bir o varmış! Öyle söylüyor bazı bilim insanları. Sanki kalbimiz çalışmasa, vücudumuza kan göndermese, zihin yine de çalışırmış dercesine… Her gün 80.000200.000 arası işlem yapıyormuş! Bu seçimler herkesin zihninin çalışmasını dörde katladı desek yalan olmaz. Benim de uzayıp giden Anadolu yollarında pek çok konuyu, kişiyi, olayı düşünmeme yol açtı. Özellikle Ankara sonrası, manzaralar birden farklılaşınca, şaşırdım. Şereflikoçhisar’da yemek molası verildiğinde Tuz Gölü’nün öldüğü, taa uzaktan belliydi. Yarısına yakını gri, dahası siyaha bürünmüştü, çok uzaklardan belli oluyordu. Küresel ısınma birçok gölün yok olmasına neden oldu. Onların şeklini bozdu. Bunlardan biri de Tuz Gölü ve küresel ısınmaya yenik düştü. Türkiye’nin en büyük tuzlası olan bu Tuz Gölü, özellikle güneydoğusundan başlayarak kilometrelerce çekilmiş görünüyor. Grimsi bir renge bürünmüş. 260 bin hektarlık alanın 100 bin hektarlık bölümü yok olmuş, gördüm. Ne yapıyor küresel ısınmaya, yok olan sulara karşı hükümet? Var mı bir politikası? Olmaz olur mu? Başkentte başladı: Su kesintisi! Su deposu satışları… Mola sonrası yola koyulduğumuzda, yol üstünde “Aksaray Üniversitesi Kampusu” yazılı mavi bir tabela ve çok uzağında yeni yapılar gördüm. Hükümetin geçen yıl açtığı 15 yeni üniversiteden biri duruyordu karşımda. İşin aslı şöyleydi: Her yerde olduğu gibi burada da Konya Selçuk Üniversitesi ile Niğde Üniversitesi’ne bağlı fakülte ve yüksekokullar zaten vardı. Aksaraylılar 1996’dan beri yoğun bir mücadele veriyorlarmış, üniversite istiyorlarmış. Her şey hazırlanınca(!) yasayı çıkarmak da hükümete düşmüş. Böylece 17 Mart 2006’da 15 devlet üniversitesinden biri de Aksaray Üniversitesi oldu. Yani buradaki fakülte ve yüksekokullar kendi rektörlüklerine bağlı olacak, Konya Selçuk Üniversitesi’ne ya da Niğde Üniversitesi’ne bağlı olmayacaktı. Peki bunun ne ya İngilizceyi İngilizce kaynaklardan öğrenin... Westminster University ve Premier College sertifikalarına sahip, London School of Busness Administration’da master yapmış ÖĞRETMENDEN, BRITISH ENGLISH Gramer, derslere yardımcı, sınavlara hazırlık İş İngilizcesi (Business English) ve İngilizce iş görüşmelerine (Interview) hazırlık. Acıbadem / İstanbul 0 536 225 07 80 CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear